Sınır Oyunları

0orcun

“Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza”


Orçun Ulusoy‘dan sınır ve sınır kontrol politikalarıyla ilgili ufuk açıçı bir yazı 

 

Özgürlük, güvenlik ve adalet alanı…

1999 yılı Mayıs ayında, Amsterdam Anlaşması ile Avrupa Birliği üye ülkeleri, Birlik sınırları içinde  bir  “özgürlük, güvenlik ve adalet alanı” oluşturulmasına karar verdiler. 1993 yılından 2012 yılı Kasım ayına dek ise 17.306[1] insan bu “özgürlük, güvenlik ve adalet” alanına ulaşmaya çalışırken yaşamını yitirdi. Maalesef bu sayı sadece basına yansıdığı için bizim öğrenebildiğimiz kazalara ait. Hiç bilmediğimiz (ve asla bilemeyeceğimiz) binlerce insan yaşamlarını Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de kaybetti son 20 yıldır. Sağ salim karşı kıyıya, Avrupa’ya ulaşabilen insanlar ise organ ticareti, kölelik -modern kölelik, seks köleliği- gibi organize suçların mağdurları, ırkçı saldırıların hedefleri oldular.

Avrupa iltica hukukunda bir dönüm noktası olan ve Ortak Avrupa İltica Sistemini hedefleyen Tampere Gündemi[2] ile hükûmetler “mülteci hakkına mutlak saygı” ve 1951 Cenevre Sözleşmesine sadık kalınacağı sözü vermişler ve yeni ortak sistemin bu değerler üzerinde yükseleceğini açıklamışlardı. Ancak 1990’lı yılların ilk yarısında başlayan ve 11 Eylül olayları sonrası devletler için bir anlamda histeriye dönüşen “güvenlik odaklı yaklaşım” sorunu Avrupa’daki gerek iltica sistemini gerekse de göç politikalarını derinden etkiledi. Avrupa Birliği olabilecek en yanlış uygulamayı, Amerika Birleşik Devletleri-Meksika sınırını kendisine örnek alarak, dış sınırlarında, Akdeniz boyunca “görünmez bir Berlin Duvarı”[3] inşa etmekte. Ege Denizi ile başlayan doğu sınırları ise, tampon bölgeler, kabul merkezleri, geri kabul anlaşmaları ve sınır görevlilerinin sistematik hukuk dışı[4] uygulamalarıyla “güvence altına” alınıyor. Oysa dünyanın pek çok farklı bölgesinden, zulümden kaçan insanları, ortak bir politika belirlenmesi gereken bir sorun olarak gören Avrupa, dünyadaki mülteci nüfusunun sadece %5 ila 10’una koruma sağlıyor. Listenin başında ise milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapan İran, Pakistan ve Uganda gibi ülkeler yer alıyor[5].

Hakimiyetlerin uç noktaları: Sınırlar

20. yüzyılın son çeyreğinde Küresel Kuzey-Güney insan hareketliliğindeki en dikkat çeken üç geçiş noktasını AsyaPasifik – Avusturalya,  Meksika – Amerika Birleşik Devletleri ve Kuzey Afrika/Doğu Avrupa – Avrupa Birliği sınırları oluşturmuştur. Her üç sınır boyunun derin tarihsel farkılıklarının yanı sıra çok önemli benzer yanları da mevcutttur. Sözkonusu sınırların bir yanında güçlü ekonomileri ve demokratik kurumları  ile dünyaya yön veren “küresel kuzey” ülkeleri yer alırken, sınırın hemen diğer tarafında, bu güçlü ülkeler ile siyasal, toplumsal veya ekonomik alanda boy ölçüşemeyecek ülkeler bulunuyor. Ayrıca geniş çaplı bölgesel çatışmalar ve uzun soluklu istikrarsız ortamlar, sözkonusu sınırlardaki yoğunluğu arttırarak, bu sınırları ve bu sınırlardan geçen düzensiz göç rotalarını belirgin derecede yaşamsal hale getirmekte.

Bir başka ortak özellik ise, her üç sınırda da son 15 -20 yılda yoğunlaşan güvenlik eksenli yaklaşım ve insan faktörünü dışlayan “sınırı kontrol” yöntemleridir. Günümüzde geldiğimiz noktanın, maalesef “sınır kontrol çabalarının kontrolden çıkması” olarak nitelenmesi yanlış olmayacaktır. Bir savaşın ya da askeri gerginliğin yaşanmadığı Meksika ile ABD arasındaki sınır, dünyanın en çok silahlandırılmış bölgesi. Avrupa Birliği sınır güvenliği birimleri ve NATO savaş gemileri, Akdeniz’de, 63 kişinin 2 hafta boyunca bir teknede açlık ve susuzluk nedeniyle ölmesini gün be gün “yakından” izlemekle yetinebiliyor[6]. Ve nihayetinde Avusturalya, bir başka ülkenin topraklarında, düzensiz göçmenler ve sığınmacılar için bir “toplama” merkezi kurabiliyor[7].

Tüm bu sınırları kontrol etme çabalarının “kontrolden çıkması” elbette insan hareketliliği gibi insanın varolması işle yaşıt bir olgu için yeni değil. Bununla birlikte ulus devletlerin yükselişi ile belirginleşen  sınırların “kutsallığı” ve istisnai alanlar olarak [sınırların] devletlerin hakimiyet alanlarının “uçlarını” oluşturuyor olmaları (Doty, 2011), bu kontrol çabalarının ve mekanizmalarının göçmenlere yönelik olmadığını, tersine, devletlerin kendi vatandaşlarının güvenlik algılarına hitap ettiği de ileri sürülebilir[8].

Aşağıda kısaca özetleneceği gibi uygulanan sınır politikalarının göçü tamamıyla durdurma gibi bir niyetinin olmadığı genel olarak kabul edilmektedir (Nevins, 2010). Söz konusu politikalar genellikle “sınır oyunlarının” bir parçasıdır. Bu “oyun” devletlerin hakimiyet alanlarının belirlenmesinde ve vatandaşlar ile “yasadışı” göçmenlere hatırlatılmasında önemli bir rol oynar. Bu oyunda, vatandaşların hakları ve güvenlik ihtiyaçlarının altı önemle çizilerek, devletin bu ihtiyaçları karşılamadaki önemi ve vazgeçilmezliği tekrar tekrar hatırlatılırken, “yasadışı” göçmenler insana dair en temel haklardan dahi arındırılır ve herhangi bir sorumluluk üstlenilmeden öldürülebilirler. Bunun yanısıra, varolan sınırların “sınırlı geçirgenliği” muhafaza edilerek, gelişmiş ekonomiler için elzem olan vasıfsız ve ucuz işgücünün temini bu “sınır oyunlarının” bir başka odak noktasını oluşturur.

Son 20 yılda uygulanan sınır kontrol politikalarının ilk örneklerinin yerel girişimlerden evrilerek uluslararası büyük ölçekli operasyonlara[9] dönüşmesi, bu “sınır oyunlarının” devletler için hayati değer taşıdığının önemli bir göstergesidir. Gerçekten de günümüzde uygulanan politika ve oluşturulan mekanizmaların ilk örnekleri, ABD’de yerelden ulusal kayan bir süreç takip etmiş ve “ABD sınır kuşatması”nın temellerini oluşturmuşlardır. Yukarıda da değinildiği üzere, küresel kuzeyin bir başka önemli sınırını oluşturan Avrupa (Birliği), ABD’nin bu uygulamalarını takip ederek bu politikaları uluslararası düzleme taşımıştır.

ABD-Meksika Sınırı ve “Abluka Operasyonu”

19 Eylül 1993’te ABD-Meksika sınırında bulunan El Paso (Texas) şehri yere yetkilileri “Abluka Operasyonu”nu (Operation Blockade) başlattı. Amacı düzensiz yollarla ABD’ye girerek gündelik ya da mevsimlik işlerde çalışan Meksikalı işçileri sınırda (ve “korkutarak” sınır öncesinde) durdurmak olan bu operasyon kapsamında, 400’den fazla sınır güvenlik görevlisi sınır boyunca görevlendirildi, sınır boyunca tel örgüler çekildi ve bilinen geçiş noktaları silahlandırıldı (Nevins, 2002).

Söz konusu operasyon, o zamana dek uygulanan yerel sınır kontrol stratejilerinden temel bir şekilde farklılık göstermekteydi. Zira operasyon öncesindeki yaklaşım, bölgede, sınırı yasadışı olarak geçtiğinden şüphenilen yabancıların gözaltına alınması ve sınırdışı edilmesine dayalıydı (Doty, 2011). “Abluka Operasyonu” çercevesinde ise tüm sınır boyunca ve sınırın iki yanında 20 mil genişliğindeki bir kuşakta bir gözetleme ve önleme oprasyonu başlatıldı.

İlk bakışta şaşırtıcı gelse de devletler genellikle sınır boylarında ve sınırın tamamını kapsayacak ölçüde gözetleme yapmazlar ve kontrol etmezler. Sınırın ayırdığı iki ülke arasında askeri/politik  bir gerilimin sözkonusu olmadığı durumlarda, sınır gözetleme ve denetleme, genellikle sınır kapıları ve startejik geçiş noktaları ile yakın çevrelerine odaklanır. Zira uzun bir sınırın (özellikle de bu sınır çöl, deniz ya da dağlık bir bölge ise) izlenmesi ve denetlenmesi hem çok masraflıdır hem de çoğu zaman gereksizdir.

1993 yılının Eylül ayında başlatılan Abluka Operasyonu, henüz birinci ayını doldururken gerek yerel yönetimler gerekse de merkezi hükûmet tarafından başarılı ilan edilerek, bütçesi ve insan kaynağı katlanarak arttırılarak, kapsama alanı genişletilmiş, medyanın da yoğun desteği ile büyük ölçüde toplumsal kabul elde etmiştir (Nevins, 2002). “Abluka” kelimesinin negatif çağrışımları gözönüne alınarak operasyonun adı “Bekçi” (Gatekeeper) olarak değiştirilirken, operasyon ilk aşamadaki tüm sınır bölgesinin kontrol edilmesi hedefinden hızlıca uzaklaştı ve bugün sınır politikalarının temellerinden birisi olan “yönlendirme” stratejisine geçildi.

Bu yeni yaklaşım çerçevesinde, Abluka (ve devamında Bekçi) operasyonlarını planlayanlar, göçmen ölümleri ve yaralanmalarını, önlem alınması gereken bir durum olmaktan ziyade yararlı bir “caydırıcı unsur” olarak, yeniden tanımladılar (Weber & Pickering, 2011). Bu strateji kapsamında, sınır güvenlik görevlileri tüm sınır boyunca konuşlanmayı bırakarak, göçmenlerin sıkça kullandığı noktalara yoğunlaşırken, düzensiz göçmenler için tehlikeli bölgelerde (yukarıda değinildiği gibi çöl, dağlık bölge ya da deniz) denetimler ya tamamen durduruldu ya da asgariye indirildi. Böylece görece daha güvenli noktalardan geçemeyen göçmenlerin, zorlu ve tehlikeli noktalardan geçmeyi göze alamayarak, düzensiz göçün azaltılacağı ve caydırıcı hale getireleceği düşünülüyordu.

Maalesef 20 yıl sonra bu operasyonla başlayan sınır politikaları binlerce insanın yaşamına ve iyice içinden çıkılmaz hale gelen toplumsal sorunlara neden oldu[10]. Dünyanın en tehlikeli ve silahlandırılmış sınırlarından birisi olan ABD-Meksika sınırı, operasyonun ilk günlerinde yetkililerin iddia ettiği gibi suçluların ve yasadışı malların (uyuşturucu, silah vs.) ABD’ye girmesine engel ol(a)madı. Bununla birlikte her yıl 500’den fazla göçmenin cansız bedeni, bu tehlikeli geçiş bölgelerinde bulunmakta ve yüzlercesinden haber alınamamakta.

İronik bir şekilde, ABD’ye yönelen düzensiz göçmenler için caydırıcı olması hedeflenen sınırlar, bugün Meksika’ya geri dönmeyi isteyen göçmenler için caydırıcılık arz ediyor. Operasyon Abluka öncesi günlük ya da mevsimlik işler için sınırı geçen göçmenler daha sonra evlerine dönerken, sınırın tehlikeli hale gelmesi (ve buna bağlı olarak insan kaçakçılarının daha yüksek ücret talep etmeleri) ile geri dönmeyerek ABD’de dokümansız olarak yaşamaya devam etmeye başladılar. Pew Araştırma Merkezinin 2012 yılında yayımladığı bir rapora[11] göre tahmini olarak 11.7 milyon kişi ABD’de dokümansız olarak yaşamakta ve bu nüfusun yaklaşık yarısı, 6.5 milyon kişi, Meksika doğumlu.

Avrupa ve sınırları

Avrupa Birliği, genel olarak kabul edildiği üzere, ilk kuruluş dönemlerinde sığınma hakkına  ilişkin  benimsediği, Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin (1951 Cenevre Sözleşmesi) devletlerin uluslararası sorumluluklarına vurgu yapan ve insani yönü öne çıkaran ruhundan, 1999 Amsterdam Anlaşması ile önemli bir şekilde uzaklaşmaya[12] başlamıştır (Levy, 1999). Yine Avrupa ülkelerinin düzensiz göçmenlere yönelik tutumlarının “güvenlik eksenli” bir rotaya oturması aynı döneme denk gelmektedir. Her ne kadar düzensiz göç ve ulusal güvenlik konusu özellikle 11 Eylül olayları sonrası geniş bir platformda konuşulmaya başlamış olsa da, göçün Avrupa’da güvenlik eksenli tartışılmasında, 1970’li yıllara, uluslararası toplantılarda bir araya gelen bürokrat ve kamu görevlilerinin “akşam yemeklerinde” oluşturduğu yarı-gizli grupların rolü büyüktür (Bigo, 2001). Uzun bir süre ulusal ve uluslararası yargısal mekanizmalar ile seçilmişlerin gözlerinden (ve elbette denetimlerinden) uzak kalan bu yapılar (Levy, 2004), yukarıda kısaca değinilen ABD sınır politikalarını yakından izleyerek, Avrupa Birliği’nin bugün uyguladığı güvenlik eksenli göç ve sınır politikalarının ilk temellerini atmışlardır.

Genel bir çerçevede göç, iltica ve sınır politikalarında güvenlik eksenli bir yaklaşımın benimsenmesinin birden çok bileşeni ve boyutu bulunmaktadır. Ancak bu yaklaşımın temel argümanı bir “tehdidin” varlığıdır. Tehdit kavramı, bu olguyu, sözkonusu alanlarda (göç, iltica ve sınır politikaları) toplumu yönlendirmek için kullanacaklar açısından oldukça verimli ve değerlidir; devletlerin hakimiyet alanının tehdidi, terör, ulusal güvenlik tehditleri, ucuz işgücünün ulusal iş pazarını ele geçireceği tehdidi ve benzeri (ama neredeyse sınırsız sayıdaki) tehditler[13].

Avrupa Birliği üyesi ülkelerin, AB iç sınırlarını (ya da daha doğru bir tanımla sınır kontrollerini) ortadan kaldıran  Schengen Anlaşması ile asgari düzeye inen bu tehdit algısını yeniden üretmek ve dış sınırlara yönlendirmek elbette fazla bir zaman almadı. Birliğin oluşturulması ile Avrupa (modern batı medeniyetinin beşiği) dış sınırları, medeniyet ile doğu ve güney sınırlarındaki diğerlerini/ötekileri ayıran bir çizgiye dönüştü (van Houtum, 2010). AB’nin dış sınırları Kuzey Afrika yolu ile İtalya, Malta, İspanya üzerinden Avrupa’ya yönelen göç(menler), güney doğu sınırındaki Türkiye’den geçen önemli bir düzensiz göç rotası ve AB’ye yeni üye olan Doğu Avrupa ülkelerinin “fakir halkları” farklı zamanlarda ve derecelerde AB için tehdit oluşturdu.

AB’nin bu “tehditlere” karşı oluşturduğu politikaların birden fazla bileşeni ve boyutu mevcuttur. Bu boyutlar ve bileşenler aynı zamanda modern sınır politika araçlarının da temmellerini oluşturmaktadır ve geniş ölçüde ABD ve Avusturalya deneyimlerinden etkilenmişlerdir (Levy, 2004).

Sınır kontrol politikalarını ve araçlarını, uygulandıkları yer bakamından kabaca 3’e ayırmak yanlış olmayacaktır; Sınır ötesi/öncesi uygulamalar, sınır boyu uygulamaları ve son olarak bir şekilde sınır geçerek, ülkeye girmiş düzensiz göçmenlere yönelik uygulamalar.

Sınır ötesi göç politikaları, temel olarak, düzensiz göçmenlerin dış sınırlara “yaklaşmasını” önleyici ya da caydırıcı bir takım araçları kapsamaktadır. Sözkonusu araçlar görece yeni bir terim olan “Neo-Refoulement uygulamaları” olarak adlandırılmaktadırlar[14]. Neo-Refoulement, önleyici önlemler olarak kabul edilen bir takım uygulamaları barındırır. Bunlardan bazıları; güvenli üçüncü ülke uygulaması, sınır ötesinde ya da 3. ülkelerde kurulan kabul ve gözaltı merkezleri ve özel sektöre “ihale edilen” sınır ötesi kontrollerdir[15].

Düzensiz göçün önlenmesine yönelik AB dış sınırları boyunca uygulanan politikalarda, yukarıda değinildiği gibi, tehlikeli bölgelere yönlendirerek, caydırma fikri önemli bir yer tutmaktadır. AB’ye düzensiz giriş için bilinen ve yoğun olarak kullanılan Türkiye-Yunanistan kara sınırındaki yoğun FRONTEX operasyonları sonrası, bu bölgeden geçişler önemli ölçüde azalmıştır. Ancak (bu konuda sıkça kullanılan bir tanımlama olan) “su yatağı etkisi” ile, baskı ve kontrollerin yoğunlaştığı bölgelerde azalan düzensiz geçişler, farklı bir rotaya yönelmiş ve Ege Denizi’ndeki Yunan adalarına kaymıştır. Deniz sınırları ise, yukarıda da değinildiği gibi, düzensiz göçmen geçişleri için kara sınırlarına göre daha tehlikeli bölgelerdir. Maalesef Türkiye-Yunanistan sınırında bir örneğini yaşadığımız bu uygulamalar ile görüldüğü üzere, günümüz sınır kontrol politikaları göçü önlemek değil, 1993 yılında Abluka Operasyonu sırasında temelleri atılan fikre sadık kalarak, göçmenleri tehlikeli bölgelere yöneltmek üzerine kuruludur.

Sınır ötesi ve sınırdaki uygulamalardan “geçmeyi başaran” ve ülkeye düzensiz yollardan giriş yapan göçmenler ise dahili denetim araçları ile kontrol edilmekte ve belirlenerek sınırdışı edilmnektedir. Sınır kontrol politikalarının son aşama uygulamaları olarak bu araçlar, düzensiz göçmenlerin sosyal  yardım sistemlerine erişimlerini engellemek başta olmak üzere gerek caydırıcılık gerekse de tesbitinde/izlenmesinde kullanılmaktadır (Broeders, 2007). Schengen Bilgi Sistemi ve Eurodac veritabanı gibi geniş ölçekli bilgi bankaları düzensiz göçmenlerin biyometrik bilgilerini AB üyesi ülkeler çapında paylaşılmasını sağlamakta ve iç sınırlarda takiplerini olanaklı hale getirmektedir.

Sözkonsu göç kontrol uygulamaları bir başka yönelimi de (gerek sınır boyunca gerekse de öncesinde ve sonrasında) belirgin hale getirmektedir; sınırların dijitalleşmesi ve uzaktan kontrol mekanizmalarının yükselişi. Üzerine çokça değinildiği gibi, güvenlik aygıtlarının ve kurumlarının genişleme eğilimleri mevcuttur (Doty, 2011). Avrupa Birliği’nde ortak (dış) sınırların kabul edilerek, iç sınırlarındaki kontrol mekanizlamalarının kaldırılması, bu eğilimin sert bir şekilde engellenmesi anlamına geldi. Ulusal sınır güvenlik birimleri genişlemek bir yana, belirgin bir şekilde amaç ve devlet aygıtında yer bulabilme sorunu ile karşı karşıya kaldılar.

Aynı dönemde küresel ölçekte başlayan dijitalleşme de, bu güvenlik kurumlarının geleneksel işleyinde ve yapılanmasında temel değişiklikleri zorunlu hale getirdi. Casus uydular, termal kameralar, biyometrik veritabanları, karşı terörizm startejilerinin düzensiz göç alanında kullanılması ve risk analizleri gibi yenilikler bu kapsamda ilk aklan gelen örnekler olarak sayılabilir.

Bu dijitalleşme sonrası ve 11 Eylül olaylarından sonra artan “tehdit algısı” yardımı ile, sınır kontrol kurumları, hızlıca ve genel önermeye uygun bir şekilde yeniden ve güçlü bir şekilde genişleme eğilimine girdi. Devletler tarafından, göçün bir güvenlik sorunu olarak tanımlanma gayreti, sınır güvenlik kurumlarının yeniden yükselişini desteklerken, bu kurumların, FRONTEX gibi, kendi eylemleri ve politikaları sonucu gerçekleşen göçmen ölümlerine ilişkin sorumluluk duymamalarını sağlamakta ve hesap verelebilirliklerini kısıtlamaktadır.

Barbarları Beklerken

1993 yılında başlayan Abluka Operasyonu ile temelleri atılan “sınır oyunlarının” uluslararası platforma taşınması ile, Türkiye’nin de bir parçası olduğu Avrupa sınırlarında, bugüne dek, binlerce insan hayatını kaybetti. Bu ölümler, büyük ölüçüde önlenebilir olmalarına karşın, yukarıda da değinildiği üzere, düzensiz göçü azaltacak bir caydırma unsuru, baştan bilinen ve kabul edilen riskler olarak görüldü tüm bu süreç boyunca. Oysa bu alanda yürütülen çalışmalarda, sınır kontrol politikalarının, düzensiz göçmen sayısını azaltmadığı ortaya konulmuş, aksine bu politikalar, göçmenlerin daha tehlikeli rotalar kullanmasına neden olmuş ve ölümleri arttırmıştır (Spijkerboer, 2007). Durmaksızın yenilenen, yeniden üretilen tehdit algısı ve “ötekiler” korkusu, düzensiz göçmenleri sorumluluk üstlenilmeden öldürülebilir kılıyor devletler için. Ya da, daha kötüsü, ölümlerinin sorumluluğunu da bizzat bu insanların üzerine yıkıyor.

Düzensiz göç konusu, devletlerin hakimiyet alanlarını uç noktalarını oluşturan sınırlarda, hepimiz için, ahlaki bir karşı duruşu mecbur kılıyor günümüzde…

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza. 

Kavafis (Çev. Cevat Çapan)

 

Kaynakça

Bigo, D. (2001). ‘Migration and Security, V. Guiraudon ve C. Joppke (eds.), Controlling a New Migration World, Routledge.


Bigo, D. (2010). Freedom and Speed in Enlarged Borderzones. In Squire, V. (Ed.), The Contested Politics of Mobility. Borderzones and Irregularity. (pp. 31 – 50). Routledge.


Broeders, D. (2007). The New Digital Borders of Europe: EU Databases and the Surveillance of Irregular Migrants. International Sociology, 22(1), 71–92. doi:10.1177/0268580907070126

Doty, R. L. (2011). Bare life: border-crossing deaths and spaces of moral alibi. Environment and Planning D: Society and Space, 29(4), 599–612. doi:10.1068/d3110

Hyndman and A. Mountz, (2008). “Another brick in the wall? Neo-Refoulement and the    externalization of asylum by Australia and Europe”, Government and Opposition, 43(2)

Levy, C. (1999). European Refugee and Asylum Policy after the Treaty of Amsterdam: The Birth of a New Regime? In A. Bloch & C. Levy (Eds.), Refugees, Citizenship and Social Policy in Europe (pp. 12–50). Palgrave Macmillan.

Levy, C. (2004). The European Union and the Geneva Convention after 9/11: Towards an American or Australian Solution?

Nevins, J. (2002). Operation Gatekeeper: The Rise of the Illegal Alien and the Making of the US-Mexico Boundary (1st ed., p. 256). Routledge.

Nevins, J. (2010). Operation Gatekeeper and Beyond: The War on “Illegals” and the Remaking of the U.S.-Mexico Boundary (2nd ed., p. 302). Routledge.

Spijkerboer, T. (2007). The Human Costs of Border Control. European Journal of Migration and Law, 9(1), 127–139. doi:10.1163/138836407X179337

Van Houtum, H. (2010). Waiting Before the Law: Kafka on the Border. Social & Legal Studies, 19(3), 285–297. doi:10.1177/0964663910372180

Weber, L., & Pickering, S. (2011). Globalization and Borders. Palgrave Macmillan. Doi:10.1057/9780230361638

Zolberg, A. (2002) ‘Guarding the Gates’; http://essays.ssrc.org/sept11/essays/zolberg_text_only.htm



[1] UNITED for Intercultural Action veritabanı. http://www.unitedagainstracism.org/pages/underframeFatalRealitiesFortressEurope.htm UNITED 1993 yılı Ocak ayından itibaren Avrupa Birliği sınırlarında gerçekleşen göçmen ölümlerinin kaydını tutmaktadır. Sözkonusu dokümantasyon medya ve sivil toplum raporlarına dayanmaktadır ve resmi bir nitelik taşımamaktadır. Bu alanda kamuoyu ile paylaşılan resmi bir istatistik bulunmamaktadır.


[2] Finlandiya’nın Tampere şehrinde, Ekim 1999’da gerçekleşen Avrupa Birliği Konseyi toplantısında kabul edilen yol haritası, toplantının gerçekleştirildiği şehirden dolayı Tampere Gündemi olarak anılmaktadır.


[3] Uzun bir süre boyunca, “görünmez Berlin Duvarı”, AB sınırlarındaki uygulamaları tarif etmek için kullanılsa da, maalesef son yıllarda sözkonusu duvarlar, Avrupa sınırlarında gerçekten yükselmekte. İspanya ve Yunanistan’da başlayan sınır duvarı uygulamaları Bulgaristan tarafında da kabul gördü ve Türkiye sınırında duvar inşa edilmesi çalışmalarına başlandı.


“The truth may be bitter, but it must be told “;The Situation of Refugees in the Aegean and the Practices of the Greek Coast Guard. (PRO ASYL, Ekim 2007; http://www.lathra.gr/images/stories/GR_Doku_291007_Web.pdf )


[5] Ayrıntılı bilgi ve güncel rakamlar için Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği internet sitesi istatistiklerine bakılabilir; unhcr.org

[6] Tineke Strik, Lives lost in the Mediterranean Sea: who is responsible? AKPM Raporu 29/03/2012  http://assembly.coe.int/CommitteeDocs/2012/20120329_mig_RPT.EN.pdf


[7] Uluslararası Af Örgütü raporu; This Is Breaking People: Human Rights Violations at Australia’s Asylum Seeker Processing Centre on Manus Island, Papua New Guinea; 2013 http://www.amnesty.ca/sites/default/files/manus_island_report_final_11_dec_2013.doc


[8] Ancak bu yazı kapsamında sadece ve kısıtlı bir ölçüde sınır politikalarının düzensiz göçmenlere yönelik etkisine değinilecektir.


[9] Sınır politikaları ve kontrol mekanizmaları doğaları gereği elbette uluslararası niteliktedir. Bu yazı kapsamında yerel, ulusal ve uluslararası ayrımı politikaları uygulayan ve yönlendiren yapılar gözönüne alınarak yapılmıştır.

[10] ABD-Meksika sınırının ayrıntılı tarihçesi ve 1990 sonrası politikaların farklı alanlardaki etkilerinin detaylı muhasebesi için bknz; Joseph Nevins; Operation Gatekeeper, The Rise of the “Illegal Alien” and the Making of the US-Mexico Boundary; 2002, Routledge


[11] The Pew Research Center’s Hispanic Trends Project; Population Decline of Unauthorized Immigrants Stalls, May Have Reversed; 2013 http://www.pewhispanic.org/2013/09/23/population-decline-of-unauthorized-immigrants-stalls-may-have-reversed/


[12] 1951 Cenevre Sözleşmesi’nden ayrılmayı ilk kez Avusturya, yine aynı dönemde, 1998 yılında dile getirmiştir. İngiltere tarafından bu öneri ilerleyen dönemde tekrarlansa da, AB üyesi diğer ülkeler tarafından kabul görmemiştir.

[13] Bu noktada, Suriye’deki iç savaş sonrası evlerini terk ederek Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan yüzbinlerce Suriyeli için yazılı-görsel basın ile bazı siyasi, sivil toplum, kamu kurumlarınca oluşturulan tehdit algısı çok yeni ve açık bir örnektir.


[14] Bazı yazarlar Neo-Refoulement kavramını sadece mülteciler ile sınırlayarak, göçmenlere yönelik uygulamaları kapsam dışında bırakmakta ve bu terimin ani ve toplu mülteci “akınına” karşı olan uygulamaları kapsadığını belirtmektedirler. Temel olarak doğru olmakla birlikte, mültecilere yönelik bu araçlar göçmenler için de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Örnek olarak,Yugoslavya iç savaşı sırasında, Yugoslavya’nın farklı bölgelerinde oluşturulan (ya da oluşturulmaya çalışılan) güvenli bölgeler  ile Kuzey Afrika’da oluşturulan “göçmen kampları”, gerek yapısal olarak gerekse de ortaya çıkış amacları bakımından önemli derecede benzerlik göstermektedir.


[15] Bunlardan en önemlisi ve bilineni, havayolu çalışanlarını neredeyse birer sınır koruma görevlisine çeviren, 11 Eylül olayları  sonrası özellikle ABD tarafından uygulanmaya başlanan ve sonrasında yaygınlaşan, uluslararası taşıyıcılara getirilen sorumluluklardır.

Read Previous

Suriyeli mülteciler ve Türkiye (2)

Read Next

Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin durumu (3)