Sınırlardaki mülteciler ve Ege denizindeki ihlaller

0tanTürkiye, iltica prosedürü ve mekanizmaları açısından AB ülkeleri nezdinde “güvenli transit ülke” sayılmamaktadır. AİHM uzun süredir iltica alanında Türkiye’de etkin işleyen bir idari ve yargısal denetim mekanizmasının bulunmadığının tespiti yönündeki içtihadını muhafaza etmektedir.

 

Her devletin egemenlik yetkisinden kaynaklı olarak kendi sınırlarını kontrol etmek, güvenliği sağlamak, ülkeye giren-çıkanları tespit etmek gibi bir hakkı vardır. Bu esasen kamu güvenliğini sağlamak için gereklidir de. Ancak bu hak mutlak ve sınırsız değildir; devletlerin egemenlik hakkını kullandığı hemen her alanda olduğu gibi sınırlarda da devletlerin egemenlik hakkı insan hakları hukuku ve uluslararası hukuk ile sınırlıdır, kayıtlıdır. İnsan hakları hukuku devletlerin egemenlik hakkını bu kapsamda her zaman kısıtlar ve ülke egemenliğinin bu alandaki sınırlarını belirler, ona bir takım sorumluluklar da yükler. Dolayısıyla bir ülkenin kara, deniz veya hava sınırlarını aşarak ülke sınırları içine girmek fiili sadece o ülkenin bir iç hukuk meselesi değil, uluslararası hukukun da ilgi alanında bir konudur. Bu halde giriş yapan kişilerin öznel durumlarına göre çok farklı hukuk disiplinleri, koruma prosedürleri veya kovuşturma usulleri uygulanması gerekecektir. Bu kapsamda giriş yapan kişinin her zaman için -medyada ve kollukta çoğu kez ve peşinen yapıldığı gibi- “kaçak göçmen” olarak nitelenmesi ve “sınır dışı işlemleri yapılmak üzere Yabancılar Şube Müdürlüğüne teslim edilmesi” doğru bir hukuki davranış olmayabilir. Sınırı aşarak bir başka ülke sınırları içine giren bir kişinin “düzensiz göçmen” olabileceği gerçeğinin yanı sıra bir mülteci, kaçakçı, adi suçlu, insanlığa karşı suç işleyen bir işkence faili, “terörist”, banka hortumcusu, insan ticareti mağduru gibi kişiler de olabileceği gerçeği unutulmamalıdır.

Bu nedenle öncelikle o kişinin tarafsız ve ehil bir tercüman aracılığı ile dinlenmesi, hikayesi ve delillerinin ülke veri tabanında değerlendirilmesi ve bu konuda karar vermeye yasal olarak yetkili ve uzman mercilerce hakkında bir karar verilmesi gerekecektir. Verilen olumsuz kararlara karşı etkin, adil ve hızlı ilerleyen idari ve yargısal denetim mekanizmalarının varlığı önemlidir. Bu süreç içinde kişinin hukuki yardım alarak derdini doğru anlatabildiğinden emin olması ve beyanlarının etkili işleyen bir idari ve yargısal mekanizmada ileri sürülebilmesi sistemin kontrolü için gereklidir. Tüm bu süreçten ve denetim mekanizmalarından geçerek kesinleşen olumsuz bir karar ile kişi/ler illa da sınır dışı edilecek ise bu sınır dışı işleminin yine insan onuruna yakışır ve kişi güvenliğini tehlikeye atmayacak bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Devletlerin sınırlarına ulaşan veya bir şekilde ülke sınırları içine girmiş kişilerin hukuki durumlarını belirlemek hakkı ve sorumluluğu bulunmasına rağmen eğer ülkede bu konuda çok ciddi ve titiz bir şekilde benimsenen ve takip edilen çok yönlü ve insan hakları hukukunu esas alan bir göç politikası yoksa bu alanda bir boşluk var demektir. Bu boşluğun olması halinde maalesef bu tespit edici/statü belirleyici işlem, süreci takip eden kolluk kuvvetleri tarafından bürokrasi, zaman, emek ve masraf açılarından “çok zahmetli” olarak değerlendirilmektedir. Bilinmektedir ki, bir ülkede herhangi bir konuda merkezi bir politika belirleme aktörü yoksa veya bu aktör olması gereken düzeyde tavır ve inisiyatif almıyorsa uygulamadaki uygulayıcılar hemen bu politika boşluğunu değerlendirir ve bu boşluğu doldururlar. Zira, reel yaşam herhangi bir alanda boşluk kabul etmez. Bu durumda kolluk kuvvetleri yakalanan insanlara onlara uygulanması gereken hukuki rejim ve prosedürün zorluk ve zahmetinden ötürü, sınırı yasa dışı yollardan geçen bu “yükten” bir an önce kurtulmayı düşünmektedir. Bu acele ve telaş kolluk kuvvetleri üzerinden devletlerin bir dizi ciddi insan hakları ihlallerinde bulunmalarına yol açabilmekte, hatta bazı zamanlar yasal zeminden tamamen yasa dışı bir zemine savrulmalarına neden olabilmektedir.

Bu noktada, geri kabul anlaşmaları üzerinde gittikçe artan bir ciddiyetle ve önemle durulması gereken bir uluslararası hukuk uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık birçok ülke istemediği yabancılardan “kurtulmak” için bu uygulamanın getireceği imkan ve avantajlardan yararlanmak istemekte, bunun için karşı tarafa ticari imtiyazlar, düşük vergiler veya vize muafiyeti gibi ödünler/havuçlar vaad etmektedir. Türkiye’nin de her ne kadar şimdiye kadar bazı ülkelerle hali hazırda imzalamış olduğu geri kabul anlaşmaları olsa ve bazıları ile görüşmelerini devam ettirse de, yakın zamanda AB ile vardığı anlaşma kapsam ve mahiyet olarak üzerinde önemle durmayı gerekli kılmaktadır.

Push back vak’aları

Devletlerarası ilişkilere konu olan geri kabul işleyişi mahiyeti gereği yasal bir zeminde yürümesi gereken işlemlerdir. Ancak bu durumun karşılığında uygulamada sınır boylarında çok daha karanlık bir alanda kalan ve yine mahiyeti gereği yasal olmayan bir zeminde ilerleyen bir başka reel gerçeklik vardır. İngilizcede “push back” denilen bu uygulama kanaatimizce fiilin gerçekleştirilme şekline göre Türkçe’ye daha çok sınırın iç kısımlarından toplanılarak gerçekleştiriliyorsa “geri atma” veya tam sınır bölgesinde, sınırı geçme aşamasında gerçekleştiriliyorsa “geri itme” olarak çevrilebilir.

Her ne kadar Lampedusa ve Malta’nın bulunduğu Orta Akdeniz rotası kamuoyu gündeminde ağırlıklı olarak bulunsa da, Avrupa’ya girişte Yunanistan’ın bulunduğu Doğu Akdeniz rotasında daha yoğunluk yaşamaktadır. Frontex’in 2012 rakamlarına göre Arap baharının yaşandığı Kuzey Afrika bölgesinin karşısında bulunan Orta Akdeniz rotasından 10.380 kişi giriş yapmış olmasına karşılık, Doğu Akdeniz rotasından 37.220 kişi giriş yapmıştır. Elbette ölümler ile en temel insan hakkı olan yaşam hakkı sona erdiğinde, kamuoyunun ilgisi daha çok oluşmaktadır. Ancak ölüm haberlerinin gelmediği sınır bölgelerinde insan hakları ihlallerinin yaşanmadığı düşünülmemelidir.

Bu alandaki çalışmalarımızda topladığımız bilgiler, dinlediğimiz tanıklıklar vasıtasıyla Yunanistan’ın Türkiye sınırında olması gereken duruma hiç uygun olmayan yoğun, sistematik ve kaba insan hakları ihlalleri yaşandığını gözlemledik. Türkiye-Yunanistan kara veya deniz sınırını aşıp Yunanistan’a ulaşan, karaya ayak basan, bazen birkaç saat, bazen birkaç gün, bazen aylarca Yunanistan içinde yaşayan ve hatta Yunanistan’da iltica başvurusunda bulunmuş ve kayıt altında bulunan çok sayıda kişi duruma göre Yunanistan kolluk kuvvetleri tarafından gayri resmi olarak Türkiye’ye doğru geri atılabilmektedir. Maalesef göç terminolojisine son dönem giren bu kavram ile anlatılmak istenen; ülke sınırları içine girmiş kişilerin herhangi bir şekilde bireyselleştirilmiş başvuruları dinlenmeden, herhangi bir hukuki mekanizma kullanılmadan, tamamen hukuk dışı bir zeminde, dolayısıyla karşı ülke kolluk kuvvetlerine bizzat ve tutanakla teslim edilme işlemi olmaksızın, zorla, bazen insan onuruna aykırı bir şekilde ve kötü muamele eşliğinde, çoğu zaman da hayati tehlike oluşturacak şekilde sınır dışına çıkararak bir yere bırakılması, atılması veya itilmesidir.

Bu coğrafyada tanıklıklarına başvurulan bazı kişilerin anlatımına göre sınıra ulaşma aşamasında bulunan veya bir şekilde sınırı geçmiş kişilerin başlarına çok kötü şeyler gelmektedir. Öncelikle gelen kişilerin üzerlerindeki cep telefonları, paraları ve değerli eşyalarının zorla alınarak Türkiye karasularına atılmaları söz konusu oluyor. Bu eylem bazen bir lastik bota bindirilerek Yunanistan adalarına çok uzak ama Türkiye karasına yakın bir yerde botun özel bir şekilde delinerek kişilerin can havliyle botun havası bitmeden önce karaya doğru gitmeye çalışmasını sağlamak şeklinde oluyor. Bazen motoru ve kürekleri alınmış bir şekilde Türkiye karasına yakın bir noktada bırakarak hareket edememelerini sağlamak ve Türkiye Sahil Güvenliğine ihbarda bulunmak şeklinde oluyor. Bazen ise uluslararası sulara kadar getirildikleri gemilerden (radar takibini gözeterek) bu noktada radarda görünmeyen lastik zodyak botlara alınarak çok hızlı bir şekilde Türkiye sahillerine yakın bir mesafede denize atlamalarını istemek, buna zorlamak ve hatta atmak şeklinde gerçekleşebiliyor. Hava ve deniz koşullarına göre çoğu kez hayati tehlike oluşturan bu eylemler özellikle denize atma eylemlerinde yüzme bilmeyen kişiler söz konusu olduğunda maalesef ölümle de sonuçlanabilmektedir.

Bu durumda olan ve yukarıda tanımlamaya çalıştığımız şekliyle geri atma ve itmelere maruz kalan kişiler, yaşadıkları durumun doğası gereği genellikle herhangi bir adli veya idari denetim ve şikayet mekanizmasını işlet(e)memektedirler. Bu nedenle bu sınır boylarında yaşanan ağır, yoğun ve sistematik bir idari pratik olduğunu düşündüğümüz ve iddia ettiğimiz insan hakları ihlalleri çok büyük bir oranda gün yüzüne çıkmamakta ve insanlığın bilgisine sunulmamaktadır. Bu ihlallerin mağdurları çoğu kez tekrar kaçakçılar vasıtasıyla Yunanistan’a girmeye çalışmakta, her defasında kolluk kuvvetlerine yakalanma riskini azaltmak için daha riskli hava ve deniz şartlarında yola çıkmaktadırlar. Ancak az bir kısmı yaşadıklarından korkarak vazgeçmekte, kolluk kuvvetleri de her defasında daha korkutucu davranarak yeni teşebbüsleri engellemeye ve caydırmaya çalışmaktadır. Bu uğursuz döngü her geçen gün daha kötü bir sonuca doğru evrilmektedir. Maalesef bu idari pratik Ege Denizi ve Trakya’daki Meriç nehri üzerinde uzun süredir devam etmektedir. Human Rights Watch (HRW) 2008 yılında, Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) 2013 ve 2014 yıllarında, Pro Asyl de yine 2013 yılında bu alanda bahsedegeldiğimiz insan hakları ihlallerini raporlaştırmışlardır.

Oysa, her makul seviyede hukuka sahip devlet gibi Yunanistan ve AB ülkelerinde de geri atma ve itme eylemleri hukuka aykırıdır, suçtur. Başta 1951 Cenevre Sözleşmesi, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı (madde 19), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) (madde 3), bu konudaki iki ayrı özel usul yönergesi bu türden gayri resmi sınır dışı işlemlerini yasaklamaktadır. Bu konuyu düzenleyen AİHS 4 Nolu Protokol (özellikle 4. Madde) her ne kadar Yunanistan tarafından onaylanmasa da bu alanı düzenleyen yasağın AB Temel Haklar Şartında yer alması ile Yunanistan açısından bağlayıcılığı açıktır. Kuşkusuz, ölümcül tehlikeler içeren ve çoğu zaman kötü muamele ve insanlık onuruna aykırı eylemler eşliğinde gerçekleştirilen itme eylemleri, ceza hukuku anlamında da suç konusu oluşturmaktadır. Bununla birlikte bu yönde az sayıda yapılan şikayetin hiçbir sonuca ulaşmaması ülkede bu alanda çok ciddi bir “cezasızlık” durumunun varlığını, buna bağlı olarak da bu eylemlerin “sistematik” ve bir “idari pratik” olarak yürütüldüğünü bize göstermektedir. Oysa bu geri itmeler nedeniyle birçok insan hak ettiği uluslararası koruma mekanizmalarına erişememekle çok ciddi ihlallere maruz kalmaktadır. Ulusal veya uluslararası hiçbir idari, yargısal veya sivil izleme ve denetimin yapılamadığı için bu karanlık alanlar kuşkusuz insanlığın da karanlıkta kaldığı alanları oluşturmaktadır.

Türkiye’de bugün / gün itibariyle uluslararası standartlara uygun etkin ve adil işleyen bir uluslararası koruma mekanizması yoktur. Etkin işleyen idari, yargısal ve sivil bir denetim Türkiye iltica prosedüründe bulunmamaktadır. Bu nedenle Türkiye, iltica prosedürü ve mekanizmaları açısından AB ülkeleri nezdinde “güvenli transit ülke” sayılmamaktadır. AİHM uzun süredir iltica alanında Türkiye’de etkin işleyen bir idari ve yargısal denetim mekanizmasının bulunmadığının tespiti yönündeki içtihadını muhafaza etmektedir. Türkiye’ye ulaşan ve aslında kişisel durumları iltica hukuku korumasını gerektirir birçok kimse Türkiye’de adil ve etkin işleyen bir mekanizmanın olmadığını düşünerek veya işiterek veya bu hususta insan kaçakçılarının manipülasyonu altında iltica başvurusunda bulunmamaktadırlar. Bazıları ise iltica talebinde bulunup iltica prosedürü içine girdiklerinde koşulların dayanılmaz olduğunu görmektedir. Hatta Türkiye’deki ikili işleyen prosedür gereği önemli rol sahibi olan BMMYK’den mülteci statüsü almış olmasına rağmen uzun yıllar 3. ülkelere yerleştirilemeyen kişiler bir süre sonra Türkiye’deki şartlara tahammül edememektedirler. Son yıllarda Türkiye’ye sığınan mültecilerin sayısındaki dramatik artış ve Suriye’deki iç savaştan kaçan kitlesel akım Türkiye’de bu alanda zaten sorunlu olan mekanizmayı iyice zora sokmuştur. Özellikle Suriyeli ve Afgan sığınmacıların sorunlarına çare üretmekte çok ciddi zorlanan BMMYK Türkiye Temsilciliği 3. ülkelere yerleştirme oranlarında da zayıf kalmaktadır. Ülke içinde ve geri gönderme merkezlerinden iltica prosedürüne erişimlerde ciddi sorunlar olduğu değerlendirilmektedir. Tüm bu nedenlerle Yunanistan’ın sınırları içine ulaşmış bu kişileri sistematik bir rutin olduğunu düşündüğümüz bir şekilde geri atma veya itme eylemlerine artık bir son vermesi, sorumluları hakkında idari ve yargısal yaptırımları uygulaması, benzeri eylemlerin tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri alması gerekmektedir.

Av. Taner KILIÇ / İzmir Barosu

Bu yazı Taraf gazetesinde yayınlanmıştır.


 

Read Previous

AİHM: Kumkapı “Misafirhanesi” insanlıkdışı

Read Next

Türkiye’de mültecilerin uyum meselesi