Geçtiğimiz aylarda Türkiye’de kötü bir olay yaşandı. Bu olay, iltica konusu açıldığında hep övünülerek sözü edilen bu alandaki tarihi mirasımız ile hiç örtüşmeyen ve tarihimize kötü bir sayfa olarak eklenecek bir iltica vak’ası olarak az sayıdaki kişinin tanıklığı ile ancak dar bir çevrede konuşuldu ve kayda geçti. Ancak bizce ülkenin iltica tarihinde kötü bir kara leke olarak beliren bu vak’anın genel kamuoyu tarafından da öğrenilmesinde büyük yarar var. Bu, bizim Türkiye’de bu alanda tam olarak nelerin yaşandığının bilinmesi, tartışılması ve sorunlarının üzerine gidilmesine fırsat vaad etmesi açısından önemsediğimiz bir durum. Belki ancak böylesi somut vak’alar üzerinden hakkında konuştuğumuz kişilerin birer rakam değil, ciddi dramlara sahip birer insan olduğunu anlama fırsatı bulabiliriz. Bu “somut vak’ada” bizim açımızdan özellikle kötü durum, başlarına gelen dramlarının önemli bir kısmının burada, Türkiye’de yaşanması oldu.
Özbekistan’daki insan hakları ihlallerinden ve baskılarından korkup kaçan bir grup aile sığındıkları Tacikistan, Afganistan ve sonrasında İran’da –BMMYK tarafından mülteci olarak tanınmış olmalarına rağmen- gerekli güvenli korumayı bulamadıklarını belirterek 2007 yılında Türkiye’ye gelerek sığınma talebinde bulundular. Türkiye’nin iltica hukukundaki 1951 Sözleşmesine koymuş olduğu coğrafi sınırlamadan ötürü Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve İçişleri Bakanlığı’na usul gereği iltica başvurularını ilettiler ve Van’da iltica başvurularının sonucunu beklemeye başladılar. BMMYK’dan hemen hepsinin evvelce mülteci statüsü almış olmalarından dolayı artık kendilerini kabul edecek 3. bir ülkeye yerleştirilme hayalleri içine girmişken 12 Eylül 2008 tarihinde başlarına hiç beklemedikleri ve onları şok eden bir olay geldi. O gün Özbek mülteciler -sonradan kendilerinin Van Barosu başkanı, İHD Van Şubesi başkanı ve Mazlum Der Van Şubesi başkanına anlattıklarına göre- “çocuklarına okul malzemeleri yardımı yapılacağı” gerekçesiyle Van Emniyet Müdürlüğü’ne çağrıldılar. Geride kalıpda olanları görerek saklanan bir aile üyeleri hariç olmak üzere apar topar toplanarak zorla bir otobüse bindirildiler ve Türkiye-İran sınırında insansız dağlık bir bölgede zorla ve şiddet uygulanarak sınırdışı edildiler. Türkiye’ye yapmış oldukları sığınma başvurularında Türkiye mevzuatındaki tüm hükümler ihlal edilmiş, başvuruları hakkında hiçbir resmi/yazılı cevap kendilerine tebliğ edilmemiş, dolayısı ile mevzuat gereği hakları olan idari ve yargısal yollara başvurabilme imkanlarına ve yasal sürelerine hiç tahammül edilmeden sınırdışı edilmişlerdi. Kandırılmışlardı, kötü bir şekilde dayak yemişler ve tehditle korkutulmuşlardı. Aktardıklarına göre sınırdaki dağlık bölgeye sürülürlerken onları sınırdışı eden görevliler “sizi burada istemiyoruz, size burada ihtiyacımız yok!” diye bağırmıştı. İşin daha da kötüsü iki ülke arasındaki dağlık bölgede Türkiye’nin sınırdışı ettiği insanları rehin alarak onlara işkence eden ve yakınlarından fidye almayı meslek edinmiş “bir grup insanın” eline düştüler.
Konu açılmışken bu “bir grup insan” hakkında da biraz açıklama yapmakta fayda var: Van’a mülteci çalışmalarından ötürü çok gidip gelmiş isem de bu grubun varlığından nedense Van’dan çok uzaklarda, Yunanistan’ın Patra şehrinde haberdar oldum. Orada görüştüğüm bir grup Afgan sığınmacı Türkiye-İran sınırındaki dağlık ve güvenlik güçlerinin olmadığı bölgelerde insanları rehin alıp yakınlarından fidye istemeyi meslek edinmiş bir grup insandan bahsetmişti. Bu insanlar büyük ihtimalle bu tampon bölgenin İran tarafında yaşayan köylüleri veya orada sonradan bu iş için yerleşmiş kişiler. Bu grup bölgede özellikle Türkiye’nin sınırdışı ettiği sığınmacı ve göçmen nüfusu yakalayıp, rehin alıp onların yakınlarından fidye parası istemek, bu parayı aldıktan sonra bu kişilerin yeniden Türkiye içine sokulması şeklinde çalışıyorlar. Tabi ki rehin aldıktan sonra makul düzeyde korkutmak için dayak atmak, soğukta bekletmek, korkma düzeyi yeterli bulunmaz veya yakınları fidye ödemek konusunda ikna olmaz iseler kulak, parmak gibi organların kesilip yakınlarına gönderilmesi şeklinde de faaliyetleri bulunmakta imiş. Türkiye’nin sınırdışı işlemleri hukuka uygun bir şekilde İranlı yetkililere teslim etme şeklinde olmayıp da insansız bölgeye zorla sürme şeklinde gerçekleşince belli ki burada illegal yoldan ve zorbalıkla para kazanmayı meslek edinmiş bir çakal sürüsünden bahsedebiliriz sanırım. Bu nedenle Türk makamlarının hukuka aykırı gerçekleştirdiği sınırdışı işlemlerinin sonuçlarından birisi olarak bu mağduriyeti de ayrıca ve özellikle dikkate alması gerekmektedir.
Olayın insan hakları kuruluşları tarafından öğrenilmesinden sonra Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) tarafından tüm dünyadaki üyelerine sınırdışı edilen 15’i çocuk 24 Özbek mülteci için 17 Eylül 2008 tarihinde İran makamlarına yönelik “sınırdışı edilen kişilerin kurtarılması ve Özbekistan’a iade edilmemeleri talepli” olarak 18 Eylül 2008 tarihinde ise Türkiye makamlarına yönelik aynı grup içinde yer alan ancak o gün Emniyete geç kaldıklarından yakalanamayan “3 kişilik ailenin sınırdışı edilmemesi” talepli olarak (http://www.amnesty.org.tr/yeni/index.php?view=article&catid=38&id=765&option=com_content ) iki ayrı acil eylem çağrısı yapıldı. 19 Eylül 2008 tarihinde ise UAÖ Türkiye Şubesi, Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci Der), Helsinki Yurttaşlar Derneği (HYD) İnsan Hakları Derneği (İHD), İnsan Hakları ve Mazlumlarla Dayanışma Derneği (Mazlum Der) ve İnsan Hakları Gündemi Derneği (İHGD) tarafından ortak yapılan bir basın açıklamasında olay “mülteci hukukunun açık ve kaba bir ihlali” olarak tanımlanmış ve işlemin sorumluları hakkında etkin, hızlı, adil ve şeffaf bir soruşturmanın açılması, sonuçlarının kamuoyu ile paylaşılması, benzeri ihlallerin bir daha yaşanmaması için gerekli tedbirlerin alınması talep edilmiştir (http://www.multeci.org.tr/file.axd?file=ozbekmultecilerbasinaciklamasi.pdf ).
Bir olumlu sonuç alınmadı. Daha sonradan Van Barosu toplantı salonunda Van Barosu Başkanı Av. Ayhan ÇABUK, İHD Van Şube Başkanı Av. Cüneyt CANİŞ ve Mazlum Der Van Şube Başkanı olan Av. Abdülbasit BİLDİRİCİ’ye mağdurların aktardığına göre dayak ve tehditle sınırdışı edilip fidyeci bir grubun elinde rehin olarak kalan mağdurlar Van’da kalan ailenin fidye parasını ödemesinden sonra Türkiye’ye ikinci kez girebilmişler ve yeniden Van’a ulaşmışlardır ( http://www.mazlumder.org/haber_detay.asp?haberID=2226 )
Ancak Özbek mülteciler için kötü gidişat bu dramatik olayla sınırlı kalmadı ve 11 Ekim 2008 gecesinde Van’da kaldıkları evlerden Polis marifetiyle tekrar toplandılar. İnsan hakları kuruluşlarının İçişleri Bakanlığı, Valilik, Emniyet, Van milletvekilleri ve Savcılık nezdindeki tüm geceli-gündüzlü girişimleri yine başarısız olmuş ve 3’ü bebek 15 çocuk, 1’i hamile 6 kadının da içinde bulunduğu 27 kişilik Özbek mülteciler yeniden sınırdışı edilmişlerdir. Olayı takip eden insan hakları kuruluşları bu kez yanlarında İnsani Yardım Vakfı (İHH) da olmak üzere İstanbul’da bir basın toplantısı düzenleyerek kaygılarını iletmişlerdir. (http://ihop.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=157:22-oezbek-muelteci-van-emniyeti-tarafndan-hukuka-aykr-bir-ekilde-rana-snr-d-edildi&catid=1&Itemid=19)
UAÖ Genel Merkezi de konu hakkında kaygılarını Londra’dan yaptığı bir basınaçıklaması ile duyurmuştur (http://www.amnesty.org.tr/yeni/index.php?view=article&catid=70&id=772&option=com_content ). Ancak bu ikinci sınırdışı işleminden sonra olayın mağdurları ile irtibat kurulamadığından tam olarak nasıl bir sınırdışı işlemine muhatap oldukları ve sınırın öte yanında başlarına ne geldiği, şu anda durumlarının nasıl olduğu bilin(e)memektedir. Kuşkusuz bu bir ay içinde Özbek mültecilerin iki kez sınırdışı edilmesi, bunun şekli-şemali uluslararası hukuk ve ulusal mevzuatın kesin ve açık bir ihlali mahiyetindedir. Daha önce sığındıkları hiçbir ülkede güvenlik bulamayan ve sürekli Özbekistan’a sınırdışı edilme korkusu yaşayan Özbek mültecilerin Türkiye devletine sığınmış olmaları kendilerine bir güvenlik alanı oluşturmamıştır. BMMYK’nın kendilerine mülteci statüsü tanımış olması bu tanıma kararına Türk makamlarının saygı ve uyum göstermemesi üzerine kendilerine hiçbir koruma sağlamamıştır. BMMYK’nın da mülteci statüsü tanıdığı kişilerin sınırdışı edilmelerini önlemeye yönelik tüm çabaları sonuçsuz kalmıştır. Türk makamlarının kararı olumsuz olsa ile bu karara karşı ulusal mevzuatda yer alan idari itiraz ve idari yargıya başvurabilme hakkına hiç saygı gösterilmemiş, muhtemelen bu yollara tevessül edilmesini baştan engellemek için tebligat bile yapılmamıştır. Olayın neresinden bakarsanız bakın hukuken savunulabilecek bir noktası yoktur. İşte tam da bu noktada Türkiye’de Kasım 2008 itibariyle 18.000 sınırına dayanmış sığınmacı sayısı, Ekim 2008 itibariyle 50.000 oldukları tahmin edilen düzensiz göçmen varken niçin bu 3’ü bebek 15 çocuk ve 1’i hamile 6 kadının içinde bulunduğu 27 kişilik Özbek mülteci nüfusu tam da BMMYK tarafından mülteci olarak tanınarak uluslararası koruma altına alınmış ve çok yakın zamanda bir üçüncü ülkeye yerleştirileceklerken ısrarla iki kez uluslararası ve ulusal hukuka aykırı olarak İran’a sınırdışı edilmişlerdir sorusu kafamıza takılmaktadır. İçişleri Bakanlığı yetkilileri menşe ülke olan Özbekistan’a değil İran’a sınırdışı işleminin yapıldığının altını çizerek İran’ın bu kişiler için “güvenli ülke” olduğunu iddia etmektedirler ancak birçok açıdan İran’ın Özbek mülteciler için güvenli bir ülke olarak kabul görmediği bilinmektedir. Kaldı ki durum böyle olsa dahi olayımızda yukarıda değinmeye çalıştığımız iltica hukukuna yönelik ihlallerin “yürürlükteki mevzuata uygun olarak bir sınırdışı işleminin yapıldığını” iddia edilemeyecek kadar açık olduğu bellidir. İşte tam da bu nedenle birinci sınırdışı işleminin yapılmasından sonra biz konuya dikkat kesilmişken Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Özbek mevkidaşı Vladimir Norov ile “AB-Orta Asya Forumu” nedeniyle bulundukları Paris’de bir araya geldiklerini ve diğer bazı konular yanı sıra Türkiye’ye sığınan Özbek mülteciler hakkında da konuşulduğunu öğrenmemiz dikkat çekici oldu (http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=740036 ). Bu haber ister istemez bizim acaba Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nde Mamatkulov-Türkiye davasında oldukça önemli ve uzun yıllar tartışılan “Türkiye-Özbek mülteciler” ilişkisinin benzeri bir durum ile karşı karşıya olup olmadığımız sorusunu zihinlerimize getirdi. Bu olayda birlikte çalışarak önemli bir çalışma pratiği gösteren insan hakları kuruluşları diğer başvurularının yanı sıra ilk sınırdışı işleminden sonra 19 Eylül 2008 tarihinde TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanlığına da bir başvuruda bulunmuşlardır. Komisyon başvuruyu ciddi bularak konu hakkında çalışmaya başlamıştır. Şüphesiz iltica alanında alınan kararlarda ve yapılagelen sınırdışı işlemlerinde şimdiye kadar idari ve yargısal denetim mekanizmaları hemen hiç işletil(e)memektedir. Bu nedenle bu alanda farklı bir hak arama taktiği olarak Komisyona başvurunun sonuç getirip getirmeyeceği zaman içinde belli olacaktır.
Türkiye’de iltica alanında politika oluşturma ve uygulama konusunda uzun süredir az sayıdaki bürokratın hemen hemen tek yetkili karar ve icra mercii olarak çalıştığı tahmin edilmektedir. Esasen yasama organını oluşturan Parlamento üyelerinin bu alana ilgisi hemen hiç gözükmemektedir. Son aylarda farklı partilerden birkaç milletvekilinin konuya kulak kabarttığını gözlemlesek de bu ilgi çok yetersiz düzeydedir. İlginin olmadığı yerde doğal olarak bilgi de yoktur ve partilerden insan hakları temelli duymak ve görmek istediğimiz mülteci hakları perspektifi de gözlemlenmemektedir. Bu nedenle tam da bu noktada TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunun bir mülteci alanlı alt çalışma grubu oluşturması ve Özbek mülteciler olayı üzerine gitmesi bizler için ufak da olsa ümit ışığı vermektedir. Şüphesiz Human Rights Watch (HRW)’un geçtiğimiz günlerde açıklanan “Döner kapıda sıkışıp kalanlar” raporunun tespit ve önerilerinin en başta bu konuda yasama erkini yürüten Parlamento üyeleri için çok önemli olması gerekmektedir.
Yine bu olayda mülteci olaylarında görmeye pek alışık olmadığımız örnek bir girişim Rusya’da faaliyet gösteren Memorial ve Fransa’da faaliyet gösteren Orta Asya için İnsan Hakları Örgütü (HRCA) (http://www.asiecentrale.info/en/ ) nden geldi . Başından itibaren olayı takip eden örgütler bu konuda basın açıklamaları yaptılar ve 10 ülkeden 20 insan hakları savunucusu ve entelektüelin imzaladığı bir başvuruyu 5 Kasım’dan itibaren Türkiye Cumhurbaşkanı, Başbakan ve TBMM üyelerine gönderdiler. ECRE’nin de takip etmesiyle olayın Avrupa’da Türkiye’den daha iyi bir şekilde takip edildiğini ve duyurulduğunu tahmin edebiliriz. AİHM’nin ise Özbek mülteciler olayında eleştirilmesi gereken bir uygulaması olmuştur: ilk sınırdışı işleminden çağırıldıkları Emniyete geç kalmış olmaları nedeniyle yakalanamadıkları için kurtulan bir aile üyeleri Van’daki avukatları vasıtasıyla aynı akıbeti paylaşmamak için AİHM’ne başvurmuşlardır. Aile Mahkemenin 39. kural doğrultusunda 3. madde kapsamında sınırdışı edilmelerinin durdurulması yönünde bir ihtiyati tedbir kararı vermesini istemiştir. Ancak Mahkeme kişilerin Polis tarafından yakalanmadığı, dolayısı ile sınırdışı edilme riskinin oluşmadığı gerekçesiyle tedbir kararı vermemiştir. Ancak ne yazık ki bu Özbek aile tüm Özbeklerin Van’da Polis tarafından toplandığı ikinci operasyonda yakalanmış ve diğerleri gibi sınırdışı edilmişlerdir. Böylelikle AİHM’nin gerçekçi bulmadığı sınırdışı edilme riskinin aslında ne kadar da ciddi olduğu acı bir şekilde anlaşılmıştır. Bu nedenle bizce AİHM’nin Türkiye’ye yönelik 39. madde uygulamalarında risk faktörünü değerlendirme kriterlerini yeniden gözden geçirmesi zarureti vardır. Yunanistan’ın Ege Denizi ve Trakya’da yapmakta olduğu illegal sınırdışı işlemlerini raporlamaya çalışarak hep eleştirdik ve eleştirmeye devam edeceğiz. Ancak benzeri uygulamaların Türkiye’nin doğusunda Türk yetkililerce uygulandığı gerçeği ile yüzleşmemiz ve bu konuda idari ve yargısal mekanizmaların denetimlerini oluşturmamız hayati bir öneme sahip durumda. 23 Nisan 2008’de Habur’da meydana gelen trajik olaydan sonra (http://www.hyd.org.tr/?pid=621 ) Özbek mülteciler olayı da Türkiye’de yetkili makamlarca üzerinde uzun uzun düşünülmesi ve sorumluları hakkında gerekli koğuşturmanın yapılması gereken bir olay mahiyetinde. Biz eğer bunu başarabilirsek Türkiye’nin özellikle mülteci alanında önemli bir hukuk devleti olduğu yolunda önemli ve güçlü bir adım atmış olacağız. Eğer bunu yapabilirsek –iddia edildiği gibi- dayak atarak sınırdışı edilen Özbek mültecilere yönelik “sizi burada istemiyoruz, size burada ihtiyacımız yok!” şeklinde bağıran görevlinin sözlerinin aslında yazılı olmayan bir Türkiye mülteci politikası olmayıp onun şahsi görüşü olduğuna inanabileceğiz. Aksi halde buna inanmamız bizden beklenmesin.
Bu makalenin bir kısmı 08.02.2009 tarihli Star Gazetesinin Açık Görüş ekinde yayınlanmıştır.
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.