Mülteci Kadın Öyküleri: Acılar Öykülerde Kalsın (23 Öykü)

Kadınlar yalnız bırakılmasın

Bir yıl boyunca dolaştık ülkemizi. Mülteci kadınların evlerine konuk olduk. Geride bıraktıklarını bizimle paylaşan kadınlarla biz de paylaştık acılarını. Kimi zaman bir çay sohbetiydi bizi bir araya getiren, kimi zaman kundaktaki bir bebek.

Bizden esirgemediler öykülerini, onlar anlattı biz dinledik. Emanet ettikleri hayatın kendi-siydi, sahip çıktık. Sonra oturup derledik dilimiz döndüğünce.

Bu kitabı okuyan herkes kendisine sorsun istedik; “onun yerinde ben olsaydım ne yapardım?” diye.

Sonra uzansın istedik eller birer birer; bir köprü kurulsun umut adına. Bir yara sarılsın, bir gül açsın. Kadınlar bu yolda yalnız bırakılmasın.

Ayşe BİLGEN

Bu öyküler, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’nin yürüttüğü (MAZLUMDER) “Türkiye’deki Geçici Sığınmacı Kadın ve Çocukların Psikososyal Durumlarının Tespiti ve Yaşam Koşullarının İyileştirilmesi İçin Çözüm Önerileri” adlı proje çalışması kapsamında Ayşe Bilgen tarafından hazırlanmıştır.

Bir fotoğraf karesinden bakıyordun dünyaya. Gözlerinde korku, acı. Kucağında tuttuğun çocuk tek bağındı hayatla. Biliyorum yalnız onun için yaşıyordun her anne gibi. Ben türlü nazını çekerken kızımın, sen yiyecek bir lokmanın telaşındaydın. Yaşamak, bitmeyen bir çileydi senin için.

Buyur ettiğin evde utandım kendimden. Yokluk içinde dimdik durmayı gördüm. Yüzündeki her bir çizgi ile;

“-Dilenci değiliz biz!” diyordun. İstediğin Kafdağı’ndan altın bülbülü getirmemiz değildi. Lakin o kadar zordu bizim için.

“Sizler gibi olmak istiyorum”, “iş istiyorum” yakarışın dayanılmazdı. Yardım ederken kendini önemseyen insanlardan yorgundun belli ki. Kabına sığmayan bir nehir gibi taşıyordun.

Her ev aynıydı seninkiyle. Biraz rutubet, birkaç parça eşya. Evi ev yapan özveri, hepsinde aynı. Senin farkın yoktu diğerlerinden. Benim bir farkım yok diğerlerinden. Yarını hazırlamak, kendimizce ortak paydamız.

Sesini duyurmak isterdim tüm dünyaya. Taş basan bağrına, sonra o taşın altında ezilen seni anlatmak. Yollar sana çıktı her seferinde. Umutlarını taşımak ne zordu bizim için. Yine de kıramadım seni. Yükünü paylaşmak muradı ağır bastı. Lakin aynı kör kuyu, aynı uçurum ve aynı koca dağ. Çıkmak, düşmek, geçmek. Karşımıza dikilen buzullar çözülmeden baharı görmek zor bize.

Her terk edilişinde yeniden boy verişin güç veriyor. Anne yüreğim saygı duymakta sana. Yolların pusularına göğüs gererek ve terk ederek bir hayatı, yeni bir kente girmek sonra. Bir destan gibi yaşamak. Bir metre öteye gidemeyen diğer kadınlar anlamıyor seni. Tuhaf tuhaf bakıyorlar yüzüne. Sırça saraylarında yaşıyor ve dudak büküyorlar bilmediklerine. Sormuyorlar nedir seni sürükleyen buralara? Saygı duymak ise çok uzak böylesi gönüllere. Varsa yoksa benim derdim, başka dert bilmem diyenlerin umurunda mı senin çektiklerin?

Biliyorum zor; acılarını da sevinçlerini de anlatmak. Dileğim düşlerini gerçekleştirmek. Bir yankı olmak sesine, dalga dalga yaymak umutlarını. Ve sana seslenmek kilometrelerce öteden:

Umudun umudum olsun ki bir gün sen kazanacaksın!

“Bir gün her anne gibi sen de kazanacaksın unutma!”

Gece yarısı çalan telefonla bir hareketlenmedir başladı. Vali yardımcısının sesi bir tedirginliği haber veriyordu. Bu sınır kentinde alışık olduk-ları türden olaylardı bunlar. Telefonun diğer ucundaki jandarma komutanı “Türk soylu Afgan mültecilerin gelmesi bekleniyor. Gerekli tedbir-lerin alınması lazım.” diyordu. Afganlar İran üzerinden geliyordu..

Vali yardımcısı Ali Bey, sıcacık yatağına şöyle bir göz attıktan sonra pencereye yöneldi. Dışarısı bembeyaz görünüyordu. Hâlâ atıştıran kar, pencerenin gerisinde dursa da adamın titreme-sine neden oldu. Ege’nin kıyı kentlerinde geçir-diği çocukluk ve gençlik günlerini hatırladı. Rahmetli annesi oralarda kalması için ne çok uğraşmıştı. Oysa Ali Bey önce başkentte üniversiteyi okumuş, ardından kaymakam olup o il senin, bu il benim dolaşıp durmuş ve nihayet vali yardımcılığına terfi etmişti. Yerleşik bir hayatı olmadığından bir türlü evlenememişti. İşte şimdi bu sınır kentinde, bu uzak diyarda kışı geçiriyordu. Ali Bey odasını terk ederken sabah ezanı okunuyordu. Vilayete vardığında eski taş binanın ışıklarının neredeyse tamamen açık olduğunu görerek şaşırdı. Odasına girmesiyle arkasından kapının tıklatılması bir oldu. Gelen Jandarma Komutanı idi. Komutan Osman, şakaklarındaki kırlar olmasa epey genç gözüken bir adamdı. Tedirgin olduğu her halinden belli olan Osman Bey, durumu kısaca özetledi: “Aldığımız haberlere göre yaklaşık otuz kadar mültecinin buraya yaklaşmakta olduğunu öğrendik. Onları karşılamak üzere bir tabur göndermeyi düşünüyorum.”

Ali Bey koltuğunda biraz doğrulduktan sonra : “Bu tipide onları bulmak hiç kolay olmayacak ama başka çaremiz de yok. Merkeze bildirmeli mi bilemiyorum.” Osman Bey, Ali Bey’in endişesini anlayabiliyordu. Bundan önceki mülteci akınlarında da aynı olmuştu. Merkeze bildirmişler ve karşılık olarak da “mahalli imkanlarla çözüle” şeklinde bir yanıt almışlardı.

Bu iki kişilik toplantıyı bir öncü kuvvet gönderme kararıyla noktaladılar.

* * *

İki gündür yol alıyorlardı. Tipi zaman zaman hızlarını kesiyordu. Kadınlar bebeklerini sıkıca battaniyeye sarmışlardı. Ayakları çoğu zaman karlara saplanıp kalıyordu. Yaşlılardan bazıları olduğu yere yığılıp kalmıştı. Önlerinden giden İsa, onları cesaretlendirmek için elinden geleni yapıyor, sınıra çok yakın olduklarını, yakınlarda bir yerlerde bir köy olduğunu söylüyordu. Tipi bir ara kesildiğinde İsa ellerini gözlerine siper ederek etrafa iyice baktı, sol tarafında bir kayalık olduğunu fark etti ve eliyle o tarafı işaret ederek topluluğa seslendi: “Bakın çok az kaldı, orada mutlaka bir mağara vardır.”

İsa yanılmıyordu gerçekten de orada birkaç küçük mağaracık vardı. Kalabalık, mağaralara vardığında tipi tekrar başladı. İsa karısı Zehra’yı bir köşeye sinmiş öylece önüne bakarken buldu. Kadın kucağında tuttuğu battaniyeyi açmadan öylece boşluğa bakıyordu. İsa dizlerinin üzerine çökerek battaniyeden bebeği çıkarmak için elini uzattı. Zehra hışımla bebeği kendine doğru çekti, gözlerindeki bakış dişi bir kurdun yavrusunu korumak için her şeyi göze almasına benzer bir bakıştı. İsa çaresizlik içinde kadına yalvardı: “Hadi ver bebeği; ver de ateşin yanına götürüp biraz ısıtayım.” Zehra bebeğe daha sıkı sarıldı. İsa vazgeçerek ayağa kalktı. Erkeklerin toplan-dığı yere yöneldi. Bir plan yapıp karara varmaları gerekiyordu. Yaşlılar tükenmiş durumdaydı. Bir tanesi yerde yatıyordu. Köylerinin aksakalı olan bu adam, bir zamanlar yaman bir savaşçıydı. Oysa şimdi dünyadan umudunu kesmiş, gözle-rini mağaranın soğuk tavanına dikmiş, kim bilir ne düşünüyordu.

İsa boğazını temizleyerek söze başladı: “Tipi çok fazla, ya burada kalacağız ya yolumuza devam edeceğiz.” Arkalardan bir ses: Yiyeceğimiz azaldı ama yine de bir süre kalalım.” Bir başkası, “Bizi yakalarlarsa Hacı İbrahim’in köyündekilere yap-tıklarını yaparlar, zaman kaybetmeyelim. Yoksa kadınlarımız ve kızlarımızı kendilerine cariye ederken bizi de diri diri yakarlar.” dedi.

Herkes Hacı İbrahim’in köyünde olanları hatır-ladı yeniden. Göğe yükselen dumanları uzaktan görünce yangın çıktı sanmışlardı, ta ki köyden kaçan bir çocuğun olanları anlatmasına kadar. Hacı İbrahim’i herkes ne çok severdi. Askerler ilk onun evini basmışlardı. Karısının ve kızının gözleri önünde ilk önce onu yakmışlardı. Köyden ayrılmaya o gece karar vermişlerdi. Yanlarına yeterli yiyecek almamalarının nedeni de buydu. İsa yükselen uğultuları bastırarak “Epey yol aldık zaten bu fırtınada kimsenin bizim peşimize düşeceğini de sanmam. Bence bir süre kalalım sonra devam edelim.” Sonunda iki gün kaldıktan sonra yollarına devam etme kararı aldılar. Bu arada tipinin dinmesi için dua ettiler.

Ertesi gün, İsa herkesten önce uyandı. Mağa-ranın kapısına kadar gidip dışarıya baktı. Tipi hafiflemiş gibi geldi ona. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Sonra Zehra’nın yanına gitti. Karısının neden diğer kadınlarla birlikte kalmadığını pek sorgulamadan yanına diz çöktü. Zehra henüz uyuyordu. İsa, kadının kucağında duran bebeği yavaşça aldı. Battaniyeyi kaldırdığında başı döndü, gözü karardı. Bebek çoktan ölmüştü. O sırada Zehra uyandı. Kucağının boş olduğunu fark edince dövünmeye başladı. İsa onu sakinleştirmeye çalışıyordu fakat kadın bilincini kaybetmiş gibiydi. Bu bebek, onlara on yıl sonra verilmiş bir armağandı. Şimdi ellerinin arasın-dan kayıp gitmişti. Kolsuz kanatsızdı Zehra, uçurumdan düşmek üzereydi, depremler ardı ardına geliyordu. Sesler uzaklaşmıştı kendinden, lal olmuştu, kelimeler anlamını çoktan yitirmişti. İsa’nın ona seslendiğinin, bebeği alıp karlar içine gömüşünün farkında değildi artık. Toprağından uzakta bir değil iki ölü vermişlerdi. Zehra bebeğiyle birlikte umutlarını da kaybetti o gün.

Topluluk bu ölümden sonra ikinci kez ihtiyar-lardan birinin ölümüyle yıkıldı. Ne ki yaşlı ölümü her şeye rağmen daha kolay katlanılır bir gerçekti. Sabah tipinin iyice hafiflemiş olduğunu gördüler. Son bir gayretle yola koyuldular. Zehra en arkadaydı. Bir hayalet gibiydi aralarında. Kucağında bebeğinin battaniyesi ağır adımlarla yürüyordu. Siyah şalı, omuzlarının sessiz hıkçı-rıklarla aşağı yukarı hareket etmesini gizleye-miyordu. İsa ara sıra yanına geliyor, karşılığında sitem ve öfke dolu bir çift bakışla karşılaşıyordu. Yaşlılardan biri bunun normal olduğunu, zaman içinde her şeyin düzeleceğini söylüyordu.

Bütün bir gün sessiz sessiz yürüdüler. Sonra birden nereden geldiği belli olmayan bir çift silah sesi duydular. Herkes olduğu yerde kalakaldı. Nefes almaktan korkar gibiydiler. Etrafı incele-meye başladılar, tek tük ağaç, ileride kayalıklar ve onun gerisinde de dağlar vardı. İsa donmuş gibi duran kalabalığa kayalıkları gösterdi. Bir başkası ise açık arazide gitmelerini, kayalıklarda pusu kurulmuş olabileceğini söyledi. Oysa silah sesi bir daha duyulmamıştı. İsa:

“Bu, avcılardan biri olmalı.” diye ısrar etti lakin bir kere korkmuş olan kalabalığı ikna edemedi. Beyaz karların üzerinde tek bir vücut halinde hareket eden bu kalabalık, uzaklardan bakıldı-ğında siyah kürklü dev bir yaratığı andırıyordu. Yeniden başlayan tipiyle birlikte yaratık beyaz bir hal almaya başladı. Birkaç saat sonra tipi şiddetlendi. Etraflarında sığınabilecekleri tek bir dal parçası, tek bir in, tek bir kayalık yoktu. Gece bastırırken kimsenin adım atacak takati kalmamıştı. İsa var gücüyle bağırıyordu: “Biraz daha gayret, az sonra sınıra varacağız” ama kimseye sesini duyuramıyordu. Koca dev olduğu yere çökmüştü. İsa dizlerinin üzerinde arka tarafa doğru yürüdü. Zehra’yı kucağındaki battaniyeye sarılmış ağlarken buldu. “Ne olur, gayret et. Çok az kaldı.” Karısının ellerini avuç-larının içine almış yalvarıyordu. Zehra bu kez hüzünlü bir bakışla baktı yüzüne. Umarsızdı. Bu dünyayı çoktan terk etmişti. İsa’nın da başından bu yana ilk kez omuzları düştü, başı eğildi. Gözyaşları kar tanelerine karıştı. Gönül dağına kar yağdı…

* * *

Jandarma Komutanı oturduğu yerden doğrulup karşısında sessiz sessiz duran Tabur Komuta-nı’na yüksek sesle: “Ne demek bulamıyoruz? Otuz insan bu havada nereye gidecek? Sınırı iyice aradınız mı?”

Tabur Komutanı genç bir adamdı. Soğukkanlı bir şekilde “Evet komutanım. Tüm sınırı iki kez aradık. Köylere haber saldık. Lakin kimseyi bulamadık. Sınırda kar kalınlığı iki metreyi geçmiş durumda. Hiçbir izi sürmek mümkün değil.”

Odanın diğer ucunda oturan Ali Bey içinden “Nasıl olur, üç gündür nasıl bulunamazlar?” diye söyleniyordu. Bir ara kalkıp kendisi sınıra gitmeyi düşündüyse de bunun komutana karşı nezaketsizlik olacağını düşünerek vazgeçti. Kalkıp yazı masasının başına geçerek boş bir kağıt alıp yazmaya başladı. “İlgi yazıda adı geçen mültecilere ulaşılamamış olup, komşu ülkelere gitmiş oldukları düşünülmektedir…”

* * *

Gölün üzerindeki sis bulutu kalkmıştı. Pencere-den bakıldığında toprağın uyanmakta olduğu görülüyordu. Üç aydır şehri esir alan kış nihayet geri çekiliyordu. Vali yardımcısı Ali Bey neşeyle makam odasına gitti. Sabah kahvesini yudum-larken telefon çaldı. Arayan Jandarma Komuta-nıydı. Acilen sınıra gelmesini istiyordu. Ali Bey detayları sormadan arabayı hazırlamaları için özel kaleme seslendi. Yol boyunca giderken baharın ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Bir ara bir bahar şarkısı mırıldandı. Neşesine diyecek yoktu. Artık bu şehri sevebilirim diye düşünüyordu.

Sınıra ulaştığında komutanın hızlı adımlarla arabaya doğru geldiğini gördü. Osman Bey’in rengi kaçmıştı. Ne olduysa kanı donduracak cinsten bir şey olmalıydı. Tam da karların eridiği gün, tam da bahar geldiğinde. Ali Bey bunları düşünürken arabadan indi. Komutan: “Çok kötü, sınıra üç kilometre kala. Otuz kişi… Karların altında öylece kalakalmış.” diye bir çırpıda özetledi olayı.

Ali Bey, otuz, sınır ve kar kelimelerini bir araya getirmeye çalışırken cipe binmişler olay yerine doğru yola çıkmışlardı bile. Ali Bey’in zayıf hafızası üç ay öncesine, kaybolan mültecilere gitti birden. Onun da rengi bembeyaz oldu. Cip bir insan yığının önünde durdu. Cipten inip onlara yöneldiler. Birbirine sarılmış, kara paltolu adamlar, kara atkılı, şallı kadınlar. En kenarda bir adam ve bir kadın; İsa ve Zehra. İkisi de bir bebek battaniyesini elleriyle sımsıkı kavramış. Kadının yüzünde bir tebessüm….

Şehre bahar gelmişti. Gölün mavi sularına martılar konuyordu. Kadınlar, adamlar ve çocuklar hayata koşuyordu. Askerler taze toprağın bağrını kazıyordu. Ve Ali Bey üstlerine yazacağı yazıyı düşünüyordu…

Yağmur kara dönüşmüş olmalı. İstanbul yenik düşmüş yine kışa. Herkes bir telaş içinde… Uzak yerlerde sobalar tütüyordur lakin dumanları ısıtmaya yetmiyor burayı. Şimdi dağlarında ülke-min karın en soğuğu vardır. Şimdi onlar karda, tipide. Onlar ayazda. Benim ağrılarım onların yanında nedir ki?

Birazdan gece çöker, birazdan el ayak çekilir. Bir başıma ben bu odada. Ama mutlaka gelen olur, mutlaka “halin nicedir?” diyen. Yoksa bu gece bitmez. Duvarlar ne kadar da soğuk. Yer beton. Ayaklarım buz gibi. Üşüyorum. Seslensem beni duyan olmaz mı?

Parmaklıklar arkasındaki herkesi mi unuturlar böyle, yoksa sadece beni mi unuttular. Allah’ım ben niye buradayım? Bebeğim, biz niye buradayız?…

“Ah bebeğim. Kafkas dağlarında filizlenen bir çiçektin. Savurdu bir rüzgar buraya. Bir gün baban da gelecek. Bir gün aşacağız dağları yeniden. Neden burada olduğumuzu bilmiyorum. Sabah kapıları kırarcasına girip aldılar beni, sonra arabada gördüm diğerlerini. Suçumuz nedir söylemediler. Yarın çıkarsınız dediler.

Konuşuyordu arabada birileri, “Türkiye ziyareti bitip de Putin ülkesine geri dönünce bizi salıvereceklermiş.”

Birileri geliyor. Bebek bezi istiyorum. Para soruyorlar. Parayı nereden bulayım? Altına sara-bileceğim sonuncu bezi kullandım. Emzirdim ama biraz sonra yeniden altını değiştirmem gerek.

Eski bir ninni söylesem. Sesim yankı yankı yayılsa. Dağların ardından ulaşsa babana. Bir ceylan koşup inse pınarlara. Su olup çağlasam. Bu sağır duvar neden ses vermiyor sesime? Neden bir bahar dalı açmıyor tuğlalar arasında. Biz baharı da mı küstürdük kendimize?

O gün tedirgindi herkes ya, ben anlamamıştım. Suçsuz yere bizi neden götürsünler demiştim. Suçumuz yaban olmakmış, kimliksiz olmakmış bu diyarda. Putin’i korumakmış tüm dilekleri. Bir gün bizi de korur birileri.

“Yahu bu kadını niye getirdiniz kucağında bebekle?” demişti biri. Diğerleri suskun. Bizim çilemizmiş burada doldurmamız gereken. Olsun yine de sağ ve salimiz. Yine de düşünüyorum, yine de düşlüyorum. Bir gün köyün en yüksek tepesine tırmanmış, oradan karşı dağları seyre dalmıştım. Kartal yuvasındaydım sanki. Evler küçüktü, insanlar küçük. Bir tek bulutlar büyüktü. Uçağa bindiğimde de aynıydı manzara. O tepede otururken hayaller kurmuştum; bir düğündü neşenin dağlarda dalgalandığı, neşe olarak kayalara çarpıp geri döndüğü. Sonra bir evdi köyün dışında; ocağı her daim tüten. Sönmüş ocak uğursuzluktu. Her işe koşardım yorulmadan.

Tepelerden aldılar beni. Bir çukurda gördüm sevdiklerimi. Anne, baba, kardeş. Her birinin acısıyla yeniden yuvarlandım uçurumlara. En son erim beni bırakıp geri döndü dağlara. Sormadı ne olursun diye? Sormadım ne olurum diye? Acı ve sabır değil mi kadınlığın mayası? Nasıl dayandıysa anam, ninem öyle dayanma-lıydım.

Şimdi yine sabır düştü bana. Burada sabaha kadar beklemek. Gün doğarken yeni umutlar da doğar elbet. Gözlerimden uyku çok ırak. Köyden yükselen dumanlar geliyor gözlerimin önüne. O gece de uyumamıştım hiç. Evler yerle bir olmuş-tu. Kan kokuyordu her yer. Haykırışlar dinme-mişti sabaha dek. O gece ay gözükmemişti gökte. Yıldızlar ise çok uzaktı. Koşmak istemiştim tepelere. Tepeler bombalanıyordu. Dağlardan taş toprak yağıyordu. Yüzümde kan ve toprak, ellerimde toprak. Mahşerin bir adıydı gece.

İşte bebeğim gece korkutuyor beni. Uyku sinsi bir düşman. Kirpiklerim kenetlendiği anda kıyamet kopuyor. Beynim uyuşuyor. Gözlerimde dehşet ve kulaklarım sağır. Bu gece nöbet tutan askerim. Bu gece uyumamalıyım.

Büyüsen hemen, konuşsan benimle. “Anne üzülme” desen.

Yalnızlık ne zormuş bebeğim. Sürüden ayrı kuş, nasıl da yolunu kaybedermiş. Kervanı kaçırmak istemiyorum. Sabah olsa çıksam buradan. Korku adım adım geliyor yanıma. Ya seni alırlarsa benden, ya beni ayırırlarsa senden.

Sabaha bir şey kalmadı bebeğim. Çıktığımızda dışarı, bulutlara, denize selam vereceğim. Tutup seni göğe doğru kuşlara selam vereceğim. Yeter ki çökmesin gece bir daha üstümüze.

Nadya okuduklarına inanamıyordu. Sevinçle ayağa kalktı. Pembe boyaları yer yer dökülmüş odanın içinde bir o yana bir bu yana dolanmaya başladı. Komiserlikten gelen mektupta, Finlan-diya’ya gönderileceği yazıyordu.

Köşede kendisini şaşkınlık içinde izleyen Şeyda’yı kucağına aldı. Küçük kız annesinin bu haline bir anlam veremedi. Yine de neşe içinde gülmeye başladı. Nadya bir süre sonra sakinleşti. Kanepeye oturup düşünmeye başladı. Van’da geçirdiği günleri hatırladı. Ardından Sivas’a gelişlerini. Şahit olduğu olayları. Yıkımları, dost-lukları. Gözleri doldu.

Bir süre sonra oturduğu yerden kalktı. Nasıl dayanmışsa onca zorluğa kızı için, yine katlanacaktı. Odayı toparladı. Battaniyeleri bir köşeye yığdı. Sonra kızı ile Belediye’ye gidip yemek aldı. Dönüşte komşularından Hatice ile ayak üstü konuştu:

“-Biliyor musun yakında Finlandiya’ya gideceğim?” derken sesi, bir çocuğun neşesini yansıtıyordu.

Kendi odasına girmeden doğruca karşı kapıya yöneldi. Solda kiraya ortak olduğu Hüseyin ve Hasan’ın odası vardı. Otuz yaşlarındaki bu iki adamdan Hüseyin Afgan, Hasan İranlı idi. Odanın kapısı kapalıydı. Herhalde işe gittiler diye düşündü. Sonra soldaki kapıya yöneldi. Dar bir mutfaktı burası. Duvara tutturulmuş raflara tabaklar gelişigüzel konulmuştu. En alt rafta bir köşeye makarna paketleri üst üste dizilmişti. Musluğun önünde, akşamdan kalma kirli tabaklar duruyordu.

Nadya raftan temiz bir tabak aldı. Belediye’den getirdiği pırasa yemeğinden bir miktar koydu. Sonra iki kaşık alarak odasına gitti. Küçük kızı annesinin ona tuttuğu ilk lokmada yemeği çıkardı. Yüzünü ekşitti. Nadya biraz sert;

“-Yemezsen aç kalırsın.” Kız oralı olmadı. Kalkıp bir köşeye çekildi. Kadın dayanamadı. Duvarın dibindeki poşetten Hüseyin’in iki akşam önce Şeyda için getirdiği küçük keklerden çıkardı. Kızcağız büyük bir iştahla keki yedi.

Nadya yemeğini yedikten sonra mutfağa geçti. Kirli tabakları yıkadı. Karanlık ve rutubetli mutfak serindi. Kendisini kapıda izleyen kızına;

“-Sakın betona basma. Hadi git kapıda oyna” dedi. Küçük kız sokak kapısının önünde bir taşa oturup etrafı izlemeye koyuldu.

Nadya ise içeride Finlandiya’yı düşünmeye başladı. Demek bütün sıkıntılarım bitecek, kızım okula gidecek. Ben de bir iş bulur çalışırım. Genç kadın tüm geçmişini unutmak, yeni bir hayat kurmak için kendisine söz verdi. İran’da bıraktığı kocası ve çocuklarını, Van’da onunla evlenip bir sabah tüm parasını alarak kaçıp giden adamı, kendine atılan iftiraları. Her şeyi zihninin derinliklerine gömmeye karar verdi.

Akşam Hüseyin ve Hasan eve geç vakit geldiler. İki adam da sessizce odalarına gitmek üzereyken Nadya kendi odasının kapısını açıp onlara seslendi. Finlandiya’ya gideceği haberini verdi. Bundan sonra kiraya ortak olamayacaktı. Hüseyin;

“Senin için iyi olmuş. İnşallah biz de gideriz buradan” dedi. Sonra bir ihtiyacı olup olmadığını sorup odalarına gittiler.

Nadya yeni bir heyecan içinde geçirmeye başladı günlerini. Yolculuklarına bir hafta kala kızı hastalandı. Küçük Şeyda ateşin etkisi ile sayıklıyor, baygınlıklar geçiriyordu. Çaresizlik içindeki Nadya ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Aklına çocuğun koltukaltına ıslak bez koymak geldi. Yine de ateşini düşüremedi. Gün boyu kızın başında bekledi. Akşam üzeri eve gelen Hüseyin Şeyda’yı ortalıkta göremeyince Nadya’nın kapısını vurdu. Kadın perişan bir halde kapıyı açtı.

“-Kızım ateşler içinde” dedi. “Doktora götürmemiz lazım.” Birlikte kızı alıp çarşı içindeki bir polikliniğe götürdüler. Sabaha kadar kızın başında beklediler. Poliklinikten ayrılırken ceplerindeki tüm parayı verdiler.

Küçük kız yavaş yavaş iyileşmeye başladı. Nadya yolculuk tarihinin gittikçe yaklaştığını biliyor, para bulması gerektiğini düşünüyordu. Sivas’tan Ankara’ya otobüsle gideceklerdi ve bunun için para lazımdı. Uçak bileti onlar adına alınmış, ücreti ödenmişti. Şeyda biraz daha kendini toparlayınca Nadya kızını da alarak yukarıdaki mahallede oturan Sacit’in evine gitti.

Kapıyı uzun bir süre açan olmadı. Kadın tam geri dönecek iken kapı aralandı. Nadya karşısındaki kadını görünce bir iki adım geri attı. Karşısında Sacit’in karısı Zeynep duruyordu. Zeynep öteden beri sevmezdi Nadya’yı. Buz gibi bir sesle;

“-Ne istiyorsun?” dedi. Nadya istemeye istemeye konuştu:

“Sacit yok mu? Biz, Finlandiya’ya gideceğiz de.” Kadın hemen sözünü kesti:

“-Ne yapalım gidecekseniz? Yok Sacit, yüzünü görmüyorum haftalardır.”

Nadya kendine kızdı. “Neden geldim buraya?” diye söyleniyordu. Buraya geldiklerinde Sacit kendisine çok yardım etmişti. Bu umutla gelmişti ama hayalleri yıkıldı. Eve döndüğünde kendisini yorgun hissediyordu. Parayı nereden bulacağını bilmiyordu. Bir çare olarak muhtara gitmek geldi aklına. Kızını kucağına alıp muhtarın işlettiği bakkala gitti. İçerisi kalabalıktı. Çekinerek muhtarın yanına kadar gitti.

“-Bir sıkıntım var” dedi belli belirsiz. Kır saçlı muhtar kadına bir yer gösterdi. Diğer adamlar birer ikişer dükkandan dışarı çıktı. Nadya durumunu anlattı. Adam onu dinlerken önün-deki kağıda bir şeyler yazdı. Sonra:

“-Belki sana para veremeyiz ama otobüs bileti ayarlayabiliriz” dedi. Ve ekledi:

“-Yarın öğleyin gel.”

Nadya gözlerinde minnet, dilinde “sağ ol” oradan ayrıldı. Bir gün sonra gitmezse bir daha hiç gidememek düşüncesi onu tedirgin ediyordu. Akşam boyunca kızının çantasını hazırladı. Sabahı zor etti. Muhtar sözünde durmuştu. Nadya’ya bir otobüs bileti verdi. Gece kalkacak olan bir otobüsten iki numaralı koltuğa ait bir bilet. Para konusunu açmadı. Nadya elinde tuttuğu biletle uçarcasına eve geldi. Hüseyin ve Hasan evdeydiler. Şaşırdı. Elinde tuttuğu bileti onlara gösterdi. İki adam ona bir zarf uzattılar. Nadya heyecanla zarfı açtı. İçinde yüz milyon lira vardı. Kadın başını kaldırdı.

“-Bu ne?” diyebildi ancak. Hasan mahcup cevapladı onu:

“-Bu parayı bir arkadaşım borç verdi. Ben nasıl olsa bir süre daha buradayım. Çalışıp öderim. Size lazım olur.”

Nadya bir şey söyleyemedi. Hasan onu şaşırt-mıştı. Kendisiyle pek konuşmazdı. Ondan çekinirdi.

Gece onu otogara Hüseyin götürdü. Şeyda’ya yolda yemesi için bir şeyler aldılar. Sonra vedalaşıp otobüse bindiler. Nadya otobüs kalkar-ken hafiflediğini hissediyordu. Kucağında uyuyan kızına baktı bir süre. Sonra başını arkaya yasladı. Otobüs hareket etti.

Meryem, akşam karanlığı çökerken kardeşlerine seslendi. Sokakta oynayan çocuklar ablalarının sesini duyunca sıvaları dökülmüş eski binaya girdiler. Gulaley doğum yapalı bir hafta oluyordu ve dinlenmesi gerekiyordu. Kızı Meryem belki de onun en büyük yardımcısıydı. Kardeşleri oynar-ken o vaktinden önce yağan bir kar, bahardan önce açan bir çiçekti.

Çocuklar eve gelince karşılarında Meryem’i bul-du. Elleri belinde başındaki örtüden saçları dışarı çıkmış anne edasıyla hepsine emirler yağdırmaya başladı:

“-İbrahim ellerini yıka! Halit, Süleyman ayakka-bılarını dışarıda bırak!” Kızlar ise genelde abla-larının öfkesi ile karşılaşmadan sessiz bir ırmak gibi yanından akıp giderlerdi. Şu sıralar onlar için en eğlenceli şey yeni doğan bebeği izlemekti.

Gulaley, çocukların gürültüsüyle uyandı. Yattığı yerde doğruldu. Kızlar yanında uyuyan bebeği izliyordu. Gulaley çocuklarına bakarken titredi. Onları yetiştirmek için çalışması, eşine yardımcı olması gerekiyordu. Kabil’de öğretmenlik yaptığı günler aklına geliyordu. Oysa burada ancak kendi çocuklarını eğitebiliyordu. Bu düşünceler içinde iken heybetli bir dağ gibi ayağa kalktı. Odanın bir köşesine yığdığı giyecekler arasından bir hırka alıp omuzlarına attı. Duvarın neminden neredeyse ıslanmış olan hırka onu ısıtmak yerine iyice üşümesine yol açtı. Zaman içinde buna alışabileceğini düşündü. Bu evin rutubeti en çok da yeni doğan bebeği etkiliyordu.

Gulaley koridora çıktığında diğer odada çocukların birbiriyle güreş tuttuğunu gördü. Yüksek sesle:

“-İbrahim, yapmayın oğlum.” Nedense İbrahim’i ikna ederse diğerlerinin de ona uyacağını düşünüyordu. İbrahim, Süleyman ve Halit’in önünde rehber, liderdi sanki. İbrahim başını kaldırdığında annesinin soluk benzini gördü. Usulca kenara çekildi. Diğerleri de onu takip etti.

Gulaley yer minderlerinden başka eşya bulunmayan odaları dolaştı. Ferzat’ı, kocasını aradı. Kendisi uyumadan önce evdeydi ya şimdi? Merakla Meryem’e sordu:

“-Kızım baban nerede ?”

Meryem kaynatmakta olduğu çorbanın altını kısarak annesinin yanına geldi. Merakla o da etrafına bakındı. Ev işlerine o kadar dalmıştı ki babasının gittiğini fark etmemişti bile. O sırada kapı vuruldu. Gelen komşu kadındı. Elindeki tepside iki tabak yemek tutuyordu. Halime Hanım ellili yaşlarda, yalnız yaşayan bir kadındı. İstanbul’da yaşayan çocukları ara sıra telefon ederler, yaz tatillerinde de kısa süreli gelirlerdi. Yaşlı kadın kocasının ölümünden sonra kendisini mahallenin fakirlerine yardıma ada-mıştı. Gulalaey ve ailesi ilk geldiğinde mahalleli onlar hakkında ileri geri konuşurken Halime Hanım onlara kucak açmıştı. Ferzat’ın doktor olduğunu öğrendiğinde kadının gözlerinden yaşlar süzülmüştü.

“-Demek doktorsun ha, ah oğlum niye senin çalışmana izin vermezler ki?”

Ara sıra eşini dostunu muayene olmaları için getirir. Ferzat muayeneyi bitirdiğinde ise dillerinde dualarla beraberlerinde getirdiklerini evin bir köşesine bırakıp giderlerdi. Bebek doğduğundan beri her gün eve uğruyor, Gulalaey’i ve yeni doğanı kontrol ediyordu. Bilge bir edayla;

“-Loğusa kadının kırk gün mezarı kazılırmış, kendine dikkat et” diyordu.

Halime hanım en çok da Meryem’e üzülüyordu. Ev işinden arta kalan zamanda Meryem’in kardeşlerinin kitaplarını okuduğunu gördüğünde daha da duygulanıyordu.

“-Ben de doktor olmak istiyorum Halime Teyze. Dedelerim kurtuluş savaşında bu topraklar için savaşmış, ben de doktor olup bu ülke için çalışmak istiyorum.”

O zamanlar Halime hanım gün görmüş gözlerini yere diker, içinden bin bir beddua ederdi kızcağıza bunu reva görenlere. Halime Hanım da Ferzat’ı soruyordu. Cebinden çıkardığı ilaçları göstererek;

“-Bunlar ne işe yarar bir soracaktım” dedi.

Gulaley içten bir tebessümle kadıncağızı odaya buyur etti. Kocası birazdan gelirdi.

O gece Halime Teyze geç vakit evine döndü lakin Ferzat görünürlerde yoktu. Çocukların çoğu uyumuştu. İbrahim ve Meryem ise bir köşede kitap okuyordu. Gulaley bebeği ile meşguldü. Bir ara tatlı bir uykuya daldı. Uykunun arasında kapının vurulduğunu duydu. Kalkmak istiyor fakat kalkamıyordu. Kapının vuruşları arttı. Gulaley kapıyı açtığında karşısında Ferzat’ı gördü. Ferzat gülümsüyordu. Odaya geçtiler. Gulaley’in soran gözleri karşısında kocası sessizce konuşmaya başladı:

“Payam’ın yanından geliyorum. Geceleri onun çalıştığı poliklinikte ihtiyaç oldukça hasta bakacağım. Dosyamız yeniden açılana kadar böyle idare edeceğiz.”

Gulaley karışık duygular içine girdi. Kocasının çalışmasını istiyordu; öte yandan yakalanırsa sınır dışı edileceklerdi. Dosyalarının yeniden açılacağına dair bir umudu da yoktu. Çocuk-larıyla Pakistan’a, oradan İran’a kaçışları aklına geldi. Beş ay İran’da bir tanıdığın yanında kaldıktan sonra bu kez buraya gelişleri aklından çıkmıyordu. Çocuklarla birlikte kat ettikleri onca yolu düşününce, bir sokak ötesine bile gitmek istemiyordu. Gulaley kocasının verdiği bu haber ile ilgili olarak bir yorum yapmaktan kaçındı. Ferzat bunu iyiye yordu. Karısının sezilerine güveniyordu. O olmasaydı belki de çoktan öldü-rülmüş olacaktı. Ferzat yerde yatan çocuklara baktı. Onlar için çalışmak, dahası yaşamak zorundaydı.

Ertesi günler Payam Ferzat’ı almaya geliyor, birlikte polikliniğe gidiyorlardı. Payam ülkesinin en iyi diş hekimlerinden biriyken, burada çaresizlik içindeydi. Bu nedenle geceleri polik-linikte her işe koşuyordu. Ferzat önceleri onun bu haline çok üzülüyordu. Çok az ücret veriyorlardı. Payam para biriktirip kaçakçılar yoluyla ülkeden çıkmayı hedefliyordu. Söyle-diğine göre İtalya’da bir kardeşi vardı ve onu bekliyordu. Oraya gittiğinde işi hazır olacaktı.

Bir gece Gulaley sabaha kadar beklediği halde Ferzat eve dönmedi. Gulaley ne yapacağını bilmiyordu. Yavaşça Meryem’i uyandırdı. Ona bebeğe bakmasını söyledikten sonra İbrahim ile birlikte sokağa çıktı. İbrahim babasıyla polikli-niğe gitmişti ve ona yolu gösterebilirdi. İbrahim uykulu gözlerle annesinin yanında hayalet gibi yürüyordu. Sokakta kimseler yoktu. Ara sıra uzaklardan bir köpek havlaması geliyordu o kadar. Gulaley polikliniğin önüne gelince havayı koklayan dişi bir kurt gibi etrafa göz attı. Sonra bir duvar kenarına çekilip İbrahim’e ne yapması gerektiğini anlattı:

“-Yavaşça içeri gir ve babanı sor.”

İbrahim bir savaşçı edasıyla omuzlarını dikleş-tirdi. Büyük bir iş yapıyor olmanın gururuyla floresan lambalar ile aydınlatılmış, üzerinde “24 saat açık” levhasının altından içeri girdi. Gulaley durmadan dualar ediyordu. Ferzat ‘a bir şey olursa ne yapardı? Az sonra İbrahim geri döndü. Cesur savaşçı gitmiş, yerine ürkmüş bir çocuk gelmişti.

“Babamı ve Payam amcamı polisler götürmüş” dedi.

Gulaley olduğu yerde donup kaldı. Şikayet mi olmuştu? Yoksa bir olaya mı karışmıştı? İbrahim annesinin elinden tuttu. Onu sürüklercesine eve götürdü. Gulaley sabaha kadar etrafındakilerin farkına varmadı. Tek bir şey söylüyordu: “İstemiyorum, yeniden yollara düşmek istemi-yorum”.

Sabah gün ağarırken uykuya daldı. Yeşil bir bahçedeydi. Etrafında çocuklar vardı. Üzerinde pembe çiçekli bir elbise, ellerinde güller, çocuklara bir şeyler anlatıyordu. Sonra birden kendini çalılıkların arasında siyah bir örtüye bürünmüş bir halde buluyordu. Gulaley kapının yumruklanmasıyla uyandı. Gelen Ferzat idi. Yanında iki polis duruyordu. Uykusuz bir gece geçirdiği belli olan Ferzat, Gulaley ve çocuklara hazırlanmalarını söyledi. Meryem bir çığlık attı. “Hayır ben burada kalıp okumak istiyorum. Doktor olmak istiyorum. Lütfen beni götürmeyin.”

Ferzat boğazında düğümlenen bir şeyi yutmaya çalışarak kızına emretti:

“-Meryem hemen hazırlan!”

………..

Gulaley kucağında bebek, etrafında çocuklarıyla eski binanın önündeydi. Birinin adını seslen-diğini duydu. Başını çevirdiğinde Halime Teyze’nin elindeki tepsiyle kendine doğru gelmekte olduğunu gördü. Yaşlı kadın “Neden?” diye mırıldandı. Polisler kadına “izinleri bitmiş gitmeleri gerek” dedi.

Yaşlı kadın polislere elindeki yemeği göstererek;

“-Bari çocuklar bir şey yesin” diye yalvardı.

Polislerden esmer olanı;

“-Çok vakit kaybettik, çabuk olsunlar” dedi.

Çocuklar aceleyle yerken Gulaley ve Ferzat onları izliyordu. “Ne olacak?” sorusu ikisini de düşün-dürüyordu.

Biraz sonra hepsi bir minibüse bindirildi. Halime Teyze arkalarından el sallarken Gulaley ‘in gözlerinden yaşlar dökülüyordu.

Mitra uzun zamandır göğsündeki kitleden şikayetçiydi. Komiserliğin kendilerine verdiği kağıtla hastaneye gitmeleri gerekiyordu. Kızının ısrarı üzerine o gün hastaneye gitmeye karar verdi. Eski bir binaya kurulu olan hastanenin içi oldukça kalabalıktı. Yaşlılar, kadınlar ve çocuk-lar. Mitra bir ara geri dönmeyi düşündü ise de kızı Leyla’nın baskısıyla yerine oturmak zorunda kaldı. Sırasını beklerken uzaklara daldı. Memle-ketindeki hastaneleri hatırladı. Düşünceleri aile-sine, oradan tüm sevdiklerine yöneldi. Sol yanın-da bir sızı hissetti. Gayri ihtiyari elini sol göğsü-nün üzerine koyduğunu gören kızı telaşlandı: “Anne ağrın mı var?” “Ah zavallı çocuk ne kadar da telaş ediyor” diye düşündü. Ona cevap olarak sadece gülümsedi. İsmi okunduğunda birden heyecanlandı. Odaya doğru ilerlerken içinden dualar ediyordu.

Doktor kırk yaşlarında, esmer bir adamdı. Masasında oturmuş, “şikayetin ne?” diye soru-yordu. Bir ara başını kaldırıp gözlerine doğru baktı. Sonra uzanmasını söyledi. Mitra tedirgin bir şekilde uzandı. Doktorun kendisini muayene ederken sorduğu soruları anlamaya çalışıyordu. Doktorun ellerindeki dokunuş. Birden kadınsı bir sezgiyle doktorun niyetinin kötü olduğunu anlayıp onu elleriyle itti. Mitra başının döndü-ğünü hissediyordu. Her yer kararıyordu sanki. Adamın sesini duymuyordu. Odadan nasıl çıktığını bilemedi.

Leyla annesinin solgun bir şekilde odadan çıktığını görünce korktu. Kadıncağız onu sakin-leştirirken hâlâ kendinde değildi. Ne yapmalıydı? Doktoru şikayet etse, kimse ona inanmayacak; dava etse ailecek sınır dışı edileceklerdi. Susma-ya karar verdi.

Birkaç gün boyunca sustu Mitra. Bir köşeye çekilmiş hiç konuşmuyordu. Uzaklardan gelen sesler ilgisini çekmiyordu adeta. Kocası bir şey sorduğunda tek kelimeyle cevap veriyor ya da duymazlıktan geliyordu. Yalnız kalmaya o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Yalnız kalıp saatlerce ağlamaya, içinde birikenleri birilerine anlatmaya.

Zaman zaman gözleri dalıyordu. Kızının “anne bir şeyin mi var?” sorusuna karşılık başını sallıyordu. Kızına bunu nasıl anlatabilirdi, nasıl onu da bu yüke ortak edebilirdi? Kocasına veya polise ne diyebilirdi ki? Mitra bir çemberde hissediyordu kendisini, içinden çıkamadığı bir ateş çemberinde.

Uykularında bile bir yangın yerindeydi sanki. O günü tekrar tekrar yaşıyordu. Hastaneyi, kori-dorları ve o doktoru görüyordu. Doktorun ellerini bir kor gibi hissediyordu bedeninde. Sözlerini sonra “çok güzel bir kadınsın”; “ilaçlara boş yere para verme bana gel, karşılığında çok ilaç veririm, para da veririm” diyen sesi ve yüzüne bakıp gülmesi. Kan ter içinde kalarak uyanıyordu. Yataktan kalkıp doğruca ellerini yüzünü yıkamaya koşuyordu. Kocası onun bu hareketine bir anlam veremiyor, çoğu zaman kızıyordu.

Bir gece yine kalktı ve banyoya gitti. Kapının arkasındaki çamaşır ipini alıp su borularına bağladı. Tam kendisini asacakken kızının kapıyı açıp çığlık atmasıyla kendisine geldi.

Yalvarıyordu kızı: “Neden anne, neden?”

O sabah oğlu, kızı, kocası bir araya gelip konuşma gereği duydular. Türkiye’ye gelişlerinin üçüncü yılıydı. Daha ne kadar burada kalacak-ları ya da nereye gidecekleri belli değildi. Mitra sessizce oturduğu köşeden onları izliyor-du. Uzun bir süre kızını süzdü. İran’dan buraya, dedesinin onu erken yaşta para için evlendir-mesinden korumak için kaçışları aklına geldi. Sonra burada yaşadıkları. Zavallı kız tek başına markete bile gidemiyordu. Bir ara Leyla’nın “Anne sen neden bir şey söylemiyorsun” sözlerini duydu.

“Ben” dedi sustu. “Gitmek istiyorum; ebediyen gitmek buralardan. Ve bakmamak bir daha arkama. Kirlenmişliğimden kurtulmak istiyo-rum. Bunun için kimsenin beni bulamayacağı bir yere kaçmak istiyorum” diyemedi. Yaşlı gözlerini kapatarak başını önüne eğdi.

Anlamsızdı aslında bu tartışma. Ülkelerine geri dönemezlerdi. Avrupa’da bir ülkeye gitmeleri şimdilik hayaldi. Bir kapana kıstırılmış zavallılar gibi beklemek zorundaydılar. Tecrit edilmişlerdi dünyadan. Artık kendi hallerinde yaşamaya mahkumdular. Kışın tüm sıkıntıları iki katına çıkacaktı. Ve onlar böylece bekleyecekti.

O gece yine bir kâbustaydı Mitra. Yine ateşler içinde hissediyordu kendisini. Bir ateş yaksam, atlasam içine, kurtulsam bu azaptan diye düşündü. Yanında uyuyan kocasına baktı. Anlatsa olanı biten inanır mıydı kendisine? Yoksa o da kendisini mi suçlardı? Ya onu boşarsa? Hayır hayır, ona anlatmamalıydı. Mitra dualar ederek uykuya daldı. Düşünde içindeki ateşin büyüyüp evi sardığını gördü.

Ertesi gün kızı ve oğlu markete gitmişti. Kocası ise televizyonun karşısında uyuyakalmıştı. Mitra yatağının altından çantasını çıkardı. Bundan yirmi yıl önce evlenirken başına örtülen al örtüyü eline aldı. Kokladı. Yıllar öncesinin mutluluğunu, temizliğini hissetti. Birden göğsüne bir ağrı saplandı. Ardından bir ses işitti:

“İlaç lazım olursa bana gel. Para vermen gerekmez.” Şaşkınlıkla etrafına bakındı. Evde kocası ve kendisinden başka kimse yoktu. Bu ses nereden gelmişti. Galiba deliriyorum diye söylendi kendi kendine. Yatağın kenarına oturdu. Elinde örtü geçmişe daldı. Evliliklerinin ilk günlerini hatırladı. Neşesini, mutluluğunu. Yüzü hüzünlendi birden; kocasının idamla yargılanışı geldi aklına. Onları bırakıp ülkeyi terk edişi. Kızıyordu için için kocasına. O böyle davranmasaydı ülkelerini terk etmeyeceklerdi. Başlarına burada yaşadıkları hiçbir şey gelme-yecekti. Mitra birden erkeklerin tümüne kızgın olduğunu fark etti. Yaşadıkları karşısında yapa-bildiği tek şeyin onlara içinden öfkelenmek olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Yalnız-lığını biraz daha duyumsadı.

Televizyonun karşısında uyuyan kocasına baktı. Onun bu kadar rahat uyumasını kıskandı. Günlerce uyuyamamış olmanın asabiliğini ilik-lerinde hissetti. Şuurunu kaybediyordu, düşün-mek onun için çok zor bir eylemdi artık. Biraz yüzünü yıkamak için girdiği banyoda yüzünü görünce irkildi. Gözlerinin altında morluklar oluşmuştu. Aynaya uzun uzun baktı. Birden aynanın alev alıp tutuştuğunu sandı. Yüzü yanıyordu. Musluğu açıp yüzünü yıkadı. Tekrar başını kaldırdığında bunun bir hayal olduğunu anladı. Sonra doktorun kendisine gülen yüzünü gördü aynada. Alevler yeniden canlandı. Mitra aynaya su atmaya başladı. Bir süre sonra bitkin düştü. Yere, ıslak betona diz üstü çöktüğünde köşedeki sepetin içinde geçen gece kızının kendisini kurtardıktan sonra bıraktığı ipi gördü. Dizlerinin üzerinde emekleyerek ipi aldı. Sonra ipi su borularına bağladı. Lavabonun altındaki plastik sandalyeye çıktı. İpi elinde tutarken aynaya doğru döndü. Alevlerin sönmek üzere olduğunu gördü. Kendisini suyla temizleye-meyeceğini düşünüyordu hâlâ. İpi boynuna geçirdi. Artık sesler duymuyor, hayaller de görmüyordu. Kendisini yavaşça bıraktı.

14 Temmuz 1959. O gün kara bir gündü. Başımıza geleceklerden habersiz dışarıya eğlenmek için çıktık. Hepimiz Türkmen kıyafetlerimizi giymiştik. Ben ve ablam birlikte eski köprünün üstüne geldik. Orada herkes neşe içinde eğleniyordu. Birdenbire ne olduğunu anlayamadığım, alkışların gürültüye dönüştüğü o anı hiç unutamıyorum. Herkes bir yerlere kaçıyordu. Ablamla ben olduğumuz yerde donup kalmıştık. Ablama baktığım o sırada gözyaş-larının sessizce yanaklarından aşağıya doğru indiğini gördüm. Şaşırıp kalmıştım. Ablam başını uzaktaki bir yere çevirmiş öylece bakıyordu. Ben de başımı kaldırıp baktım ki gördüklerim dehşet vericiydi:

“Bir Türkmen çocuğun bir bacağını bir arabaya, diğer bacağını başka bir arabaya bağlayıp asfaltın ortasında sürüklüyorlardı. Bu arada çığlık ve ağlama sesleri o kadar çoktu ki, kulaklarımız sağır olacaktı. O gün binlerce işkenceye şahit oldum.

“O anda bir adam benim üzerimdeki Türkmen kıyafetleri çıkarıp bana ceketini giydirdi. Kimse bizi görmesin diye kıyafetlerimizi köprünün altına attı. Bizi oradan uzaklaştırıp evimize götürdü. Ağabeyim de eve bitkin bir halde geldi. Her şeyi canlı canlı gördüm diye ağlıyordu.

Ağabeyim ağlamaklı anlatmaya başladı:

“Muhtar Fuat’ın kızı Emel’i öldürdüler. Arabanın arkasında canını alana kadar sürüklediler.

O günlerde bütün Kerkük halkı aynı acıları yaşadı. Çoluk çocuk acımasızca katledildi. Her yeri kan kokusu sarmıştı. İnsanları kepçelerle toplayıp yeni köprünün altına atmışlardı. Yaşadıklarımız bir vahşetti.

Muhammed Çakmakçı kızı, Süreyya Salman

 

Eski sanayi bölgesindeki derme çatma evde sabahtan bir telaş başladı. Genç kadın erkenden kalkmış evin içinde dolanıp duruyordu. Sobanın yandığı odadan çıkıp soğuk koridora geçti. Yere serilmiş olan eski kilime bastığında ayaklarının üşüdüğünü hissetti.

Mutfak olarak kullandığı bölmeye geçti. Yer yine soğuktu. Musluğu açtı, çaydanlığa su doldurdu. Gözü küçük pencereye ilişti. Sokak bomboştu. Gökyüzü kapalıydı. Belli ki öğlen yağmur yağacaktı. Tam da bugün geleceklerdi Hüseyin’i götürmeye. Ama bu havada oğlu nasıl yola çıkardı ki?

Odalardan birinin kapısı açıldı. İçeriden genç bir erkek çıktı dışarı. Yanına kadar gelince seslendi:

“-Mona, oğlanı hazırladın mı?”

Kadın kaygılı;

“-Daha çok erken, biraz daha uyusun.”

Adam bıkkınlık belirten bir şekilde başını salladı. Sonra koridorun bir ucundaki tuvalete yöneldi. Mona da küçük bir tepsiye beton tezgahın üzerinde duran siyah zeytini, üzerinden yenildiği için ekmek kırıntılarıyla kaplı beyaz peyniri ve şekeri koydu. Kirli beyaz badanalı duvarda asılı duran poşetten bir ekmek çıkardı. Sonra kaynayan çayı demledi. Bir süre sonra su bardaklarına çayı doldurup tepsiyle odaya geçti.

Sobanın ılıttığı odada yerde serili şilte üzerinde iki yaşlarında bir çocuk olan küçük Hüseyin uyuyordu. Çocuk ara sıra kuru bir şekilde öksürüyor, öksürürken bir o yana bir bu yana dönüyordu. Adam önündeki tepside duran çayı alıp bir yudum içti. Sonra Hüseyin’i göstererek,

“-Bu senin için çok zor ama, bir düşünsene doktora götürecekler. Okula da gidecek, çocuğun hayatı kurtulacak. Sonra koşullar iyileşince yeniden isteriz, belki başka çocuklarımız olur.”

Kadın kırgın kırgın adamın yüzüne baktı. Hayatta bu adamdan başka kimsesi yoktu. O da oğlunu kendinden ayırıyordu. Haklıydı, çocuk kendileri ile birlikte perişan oluyordu. Çocuğun bir kimliği bile yoktu. Aslında kendilerinin de kimliği yoktu. Üç kayıp hayattı yaşadıkları. Sakin olmalıydı. Gelenler ona çok iyi bakacaktı biliyor-du.

Adam bir iki lokma yedikten sonra ayağa kalktı. Serinkanlı bir sesle;

“-Birazdan gelirler artık uyandır” diyerek odadan çıktı. Üzerine soluk siyah bir mont giyip evden ayrıldı.

Mona çocuğun yanına diz üstü çöktü. Doğum yaptığı günü hatırladı. Sancı, acı ve sevinç. Oğlunun ağlama sesini duyduğunda hüzünle karışık bir mutluluğu yaşamıştı. Sürgün bir hayata doğmuştu Hüseyin. Bir neşeydi, mutluluktu lakin, gün be gün arttı yoksullukları, yalnızlıkları. Kadın kaçıp gelirken ülkesinden hesaba katmamıştı hiç yaşadıklarını. Bir sığınaktı adam onun için. Fırtınanın, boranın zaman zaman uğradığı. Aldırmazdı kadın küfürlü sözlerine, dayağa. Hüseyin’e sarılır ağlardı içli içli. Bebek yüreğinin sevgi atışlarını dinlerdi öylesi zamanlarda. Zamanla kasırgalar başladı yuva bildiği dört duvar arasında. Çaresizdi, yalnızdı. Sustu kadın, hep sustu.

Bir gün adam bir haber getirdi. Diyordu ki;

“–Sana kötü davrandım. Ama ben de çaresizim. Sizi kurtaracak gücüm yok. Hüseyin’i bari kurtaralım”. Anlamamıştı, oğlunu nasıl kurtara-caktı. Ta ki yanında iki kişi ile gelene kadar. Bir kadın; orta yaşlarda ve bir adam; gözlüklü kır saçlı. Evlat sahibi olmak istiyordu ikisi de. Hüseyin’i görünce kadının yüzünde güller açmış-tı. Erkek sevecen.

“Olmaz, oğlumu vermem!” diye haykırdı onlar gittiğinde.

Adam;

“-O zaman o da bizimle çürür bu çöplükte. Hem bize para da verecekler.”

Kadın yıkılmıştı. Para, çöplük, oğlu. Ne ağır bir imtihandı yaşadığı. Kaçmak istemişti ama gidecek bir yer bulamadı. Kendisine acıdıkça zavallı hissetti, çaresizliği arttı.

İşte geleceklerdi bugün. Alıp gideceklerdi oğlunu. Parayı almıştı adam. Pazarlığı bozarsa sonu ölümdü. Yaşamak, bundan sonra neye yarardı ki?

Mona oğlunu alnından öptü. Küçük çocuk kömür gözlerini açtı. Gülümsedi. Kadın yataktan çıkarıp kucağına aldı onu, bağrına bastırdı. Sonra üşümesin diye elinde tuttuğu hırkayı giydirdi. Tekrar bağrına bastı. Konuşmak zordu bugün. Boğazı düğüm düğüm. İdam sehpasında bir kadın. Birazdan kayacak ayağının altından yer. Birazdan yıkılacak dünya.

“-Sana çay koymamı ister misin?”

Çocuk kafasını evet anlamında salladı. Mona çocuğu yatağın üzerine bırakıp sobanın üzerin-deki çaydanlıktan çocuk için açık bir çay doldurdu. Sonra odadan çıktı. Geri döndüğünde elinde yarım paket bisküvi vardı. Çocuk bisküviyi görünce sevindi. Özel bir gün olmalıydı bugün, annesi bisküvi verecekti ona. Tepsiye koydu, çocuğu kucağına alıp sobanın yanına oturdu. Paketten çıkardığı bisküvileri çaya batırıp çocuğa tutmaya başladı. Çocuk bu kahvaltıdan zevk almış gibiydi. Bu arada kapı vuruldu. Kadın çocuğu yere bıraktı. Odadan çıktı. Koridoru geçip sokak kapısına giden çıplak merdivenleri indi. Kapıyı korka korka açtı. Onlar gelmişti.

Gözlüklü adam ve kızıl saçlı orta yaşlardaki kadın yukarı çıktı. Odaya girdiler. Güller açtı yine yüzlerinde. Mona’nın yüzü hazan. Gözlüklü adam söze başladı:

“-Çok fazla vaktimiz yok. Çocuğu hazırlarsan iyi olur.”

Kızıl saçlı kadın;

“-Onu görmek istersen kocana söyle adresimizi biliyor.” dedi. Mona karanlıkta kalmıştı. Güneşi göremiyordu. Hüseyin’e sarılmış, tek kelime etmiyordu. Gözlüklü adam bir iki defa öksürdükten sonra;

“-Gerçekten vaktimiz dar. Biraz acele et!”

Mona komut verilmiş bir robot gibi çocuğu bıraktı. Kapının ardındaki çiviye asılı duran küçük kırmızı montu getirdi. Oğluna giydirdi. Başı öne düştü. Bir el hissetti omzunda. Kızıl saçlı kadın,

“-Seni anlıyorum ama endişe etme, ona çok iyi bakacağız” dedi. Sonra Hüseyin’e seslendi:

“-Bak yavrum bir süre seni gezmeye götüreceğiz. Daha sonra annen de yanımıza gelecek. Ah aklımdayken bunu görmüş müydün?” diye söylerken siyah çantasından oyuncak bir kam-yon çıkardı. Ardından turuncu parlak ambalajı olan bir çikolata. Sonra ekledi:

“-Gittiğimiz yerde bunlardan çok var ve hepsi senin.”

Hüseyin oyuncağa ışıldayan gözlerle baktı. Sonra annesine dönüp;

“-Çabuk gel oldu mu anne?” dedi.

Gözlüklü adam bir kez öksürdü. Kızıl saçlı kadın çocuğun elinden tuttu. Çocuk kadının elini bırakıp koşarak annesine sarıldı. Mona oğlunun başını okşadı. Onu kucağına alarak odadan çıkan kadın ve adamı izledi. Sokak kapısının önünde kızıl saçlı kadın Hüseyin’i kucağından aldı. Çocuk oyuncağı sımsıkı tutmuştu. Arabaya bindiklerinde çocuk ağlamaya başladı. Mona koştu. Gözlüklü adam arabayı hızla çalıştırdı. Araba dar yolda gözden kayboldu. Mona nefes nefese kalmıştı. Ama arabaya yetişemedi. Geri döndü.

Sokak kapısını kapattı. Merdivenler dönüyordu. Gözlerinin önü kararıyordu. Olduğu yere çöktü. Kollarını kavuşturdu. İleri geri sallanmaya başladı. Neden sonra ağlamaya başladı. Bir ağıt yakarcasına ağladı ağladı.

Gün ağarırken bir telaş başladı. Beraberinde getirdiği pek çok haberle Mahmudov geri dönmüştü. Fakat genç adam hiç olmadığı kadar sessizdi. Toza kire bulanmış sakalı, uykusuz gözleri ve yorgun bedeniyle Mahmudov’un iyice yıpranmış olduğu görülüyordu. Uzun bir yoldan gelmişti ve herkes onun getireceği haberi bekliyordu. Mahmudov sessiz adımlarla doğruca kampın girişindeki odaya geçti. Toplanmak için kullandıkları bu küçük odaya geçmesi, onun söyleyeceklerinin herkesi ilgilendirdiğini ve önemli olduğunu gösteriyordu.

Kadınlardan biri aceleyle sobayı yakmaya çalıştı. Bir diğeri ise ocağın ve çayın bulunduğu yere geçerek çay hazırlamaya koyuldu. Erkeklerin pek çoğu ise Mahmudov’un yanına oturmuş ona soru üstüne soru soruyordu. Genç adam sabırla soruları tek tek cevapladı. Bir yandan da önüne konan sıcak çay ile peynir ve ekmeği yedi.

Odanın kapısı açılıp içeri Güneş girdiğinde Mahmudov sözünü yarıda kesti. Acılı gözlerle kırkını çoktan geçmiş olan bu kadını süzdü. Güneş doğruca gidip sobanın yanına çöktü. Ve soran gözlerle Mahmudov’a baktı. Genç adam sabahtan beri omuzlarını bir kat daha çökerten ağır yükten kurtulmak için yutkunarak anlatmaya başladı:

“-İbrahim’e nihayet ulaştım. Aslanlar gibi çarpışı-yordu. Ta ki o güne kadar. O gün….”

Sözün bu yerinde boğazına bir şeyler düğüm-lendi. Bombanın onu nasıl paramparça ettiğini anlatamazdı. Onu beleyenlere bunu yapamazdı. Sessizce “o gün şehit oldu” diyebildi.

Bu söz üzerine erkeklerin başı öne düştü. Kadınların gözleri Güneş’de asılı kaldı. Güneş’in aklı çocuklarında ve Zeynep’te. Üşüdüğünü hissetti. Konuşamadı. Yavaş yavaş kalkıp odayı terk etti. Ayaklarının onu taşımadığını hisse-diyordu. Bahçeyi geçerek kıyıya doğru yürüdü. Denizle aralarındaki beton avluyu aşıp sulara doğru gitmek geliyordu içinden. Lakin burada pek çok şey gibi deniz de onlara yasaktı. Bahçenin duvarına oturarak ağlamaya başladı.

Ülkesinden geldiğinden beri ilk kez ağlıyordu. Her zaman güçlü kadın rolündeydi. Bundan beş yıl önce kocası eve Zeynep’i ikinci eş olarak getirdiğinde bile ağlamamıştı. O, sıradan bir kadın değildi. Aldığı eğitim, yetiştiği ailesi buna izin vermezdi. Zeynep ile çok az, bazen hiç konuşmazdı. Onu yok sayarak hareket ederdi. Bu şekilde kıskançlık duygusunu yenebileceğini sanıyordu. Oysa İbrahim artık yoktu. Üç çocuğuna ve Zeynep ile bebeğine de bakması gerekiyordu. Güneş, tarif edemediği duygularla yerden bir taş alıp denize doğru fırlattı. Sonra sabah ayazından kızaran ellerini ceplerine sokarak odasına doğru yöneldi…

Zeynep kendisine her zaman soğuk davranan bu kadının söylediklerine inanamıyordu. “Hayır olamaz” diye bir çığlık attı. Ardından hıçkırıklara boğuldu. Beşikteki bebeğine baktı. Bunu kabullenmesi çok zordu. Kocasını kaybetmişti. “Allah’ım bu çok ağır bir sınav!” diye yakardı… Güneş onu teselli ihtiyacı duymaksızın kapıyı çekip çıktı. Yıllardır içinde biriken acıyı Zeynep’in bu gün yaşamaya başladığını fark etti. Ona acıdı. Zeynep ise sessizce giden bu kadına kızıyordu. Belki de yalan söylemişti. Gidip bu haberi doğrulatmalıydı. Bebeği battaniyesine sarıp Mahmudov’u bulmak üzere odadan çıktı. Geri döndüğünde omuzları düşmüştü. Kolları bebeği taşıyamıyordu. Onu yatağa bıraktıktan sonra olduğu yere çöktü.

Bu savaşta kaybettiği erkekleri ve kadınları düşünmeye başladı. Annesi ve ablasının, evlerinde yanarak can verişini, babasının ölüm haberi ve erkek kardeşinin esir düştüğü haberi ve şimdi de kocasının, İbrahim’in şehit olduğu haberi. Zeynep yapayalnız kaldığını düşündü. Korkuyordu. Bu ülkede, dillerini bilmediği bu yerde gidecek kimsesi yoktu. Güneş eğer ona buradan gitmesini söylerse yapabileceği hiçbir şey yoktu. Onu savunacak kimsesi yoktu.

Ertesi günlerde Zeynep çok az dışarı çıkmaya başladı. Güneş ise, acısını belli etmemeye çalı-şıyor, kendini çocuklarına adıyordu. Bu arada bulduğu bir temizlik işine gidiyordu. Zeynep’in varlığını önemsemiyordu, ta ki o akşam Zeynep kapıyı çalıncaya kadar. Güneş karşısında onu görünce şaşırdı. Zeynep yalvarır gibi konuşu-yordu:

“-Bebeğin çok ateşi var. Ne yapacağımı bilmi-yorum.” Güneş üzerine şalını alarak Zeynep’in peşi sıra gitti. Bebeğin ateşi gerçekten çok yüksekti. Güneş sirkeli su hazırlayıp bebeğin koltukaltına ve kasıklarına sürdü. Sonra koşa-rak odadan çıkıp ilaç aramaya gitti. Geri döndüğünde beraberinde Ahmedov vardı. Uzak-tan Güneş’in akrabası olurdu. Kampın en yaşlısı, hem de en bilgilisiydi. Yedi çocuk büyütmüştü. Onların hem anneliğini hem baba-lığını yapmıştı. Bebeğe çantasından çıkar-dığı bir şuruptan içirdi. Sonra Güneş’e bir şeyler söyledi.

Zeynep tüm bunları uzaktan izliyordu. Bir rüyadaydı sanki. Yalnızca adamın Güneş’e;

“-Zavallı kız iyi gözükmüyor. Bebek kadar o da İbrahim’in bir emanetidir. Ona da göz kulak ol.” dediğini duydu. O gece Güneş kendi odası ile Zeynep’inki arasında gidip geldi. Bebeğin ateşinin düştüğünü ve normal uykuya geçtiğini görünce derin bir nefes aldı. Bir ara uykuya dalmış olan Zeynep’in sıkıntı içinde sayıkladığını gördü. Bu kız aslında ne kadar toy diye düşündü. İçinde bir merhamet uyandı. Kendi-sinin ona göre daha şanslı olduğunu, buradaki herkesle aynı köyden olmanın güveni içinde bulunduğunu fark etti. Ya onun kimi vardı? Zeynep için üzüldü. Ve Ahmedov’un sözlerini hatırladı. Bir karar verdi.

Ertesi gün kapı vurulduğunda Zeynep uykudan henüz kalkmış bebeğin ateşine bakıyordu. Gelen Güneş idi. Elinde bir tepsi içinde sıcak çorba vardı. Yüzünde bir gülümseme. Zeynep çorbayı içerken o da bebeği kucağına almıştı. Daha çok kendi kendine konuşur gibiydi:

“-Zeynep ölüme yapılacak bir şey yok ama bu bebeğin ve çocukların bize ihtiyacı var. Bundan sonra çocukları birlikte büyüteceğiz. Onları İbrahim’e yakışır evlatlar yapacağız.”

Zeynep elinde kaşıkla kalakaldı. Gözlerinde minnet duygusuyla Güneş’e baktı. Gözleri dolu doluydu. Güneş de ona tebessüm etti. Ve “hadi çorbanı iç de bebeğini emzir, zavallıcık acıkmıştır.” dedi.

Tek katlı evlerin birinde yaşıyor Meliha. Yaşı elliyi çoktan aşmıştı. Evine girdiğimizde bizi kendince ağırlıyor. Rutubetli odada iki kanepe, köşede eski bir televizyon ve bir masa. Kanepelerin ortasına serdiği halının saçakları yer yer kopmuş. Tavandaki naylon dikkatimizi çekiyor.

Meliha İran’dan nasıl ayrıldığını anlatırken zaman zaman gözyaşlarına hakim olamıyor. Diyor ki;

“-Ben memleketimi niye terk etmek isteyeyim ki? Kocamı arıyorlardı. Onu bulamayınca beni götürdüler. On beş gün gözaltında kaldım.”

Sözünün burasında susuyor Meliha. Boğazında bir şeyler düğümleniyor belli ki. Bizlerde de bir suskunluk.

“-İstersen…” dememize kalmadan sözümüzü kesip,

“-Hayır anlatacağım” diyor. Kaba dayaktan söz ediyor, tazyikli sudan. Acılarını paylaşıyor, bölüyor dörde beşe. Meliha dağ gibi bir kadın. Sönmüş bir volkan. Yüreğinde acılar bir bir; koca acısı, evlat acısı.

“Şimdi. Bir tek gözüm nuru kaldı Ali” diyor.

Sözün arasında içeri gidiyor bir tepside su bardakları içinde çay getiriyor. Yanında şeker yok. Çayı genelde şekersiz içiyorlar biliyoruz. Biz birer yudum alırken sessizce kayıyor içeri yeniden. Döndüğünde elinde iki şey, bir küçük kavanoz ve bir albüm.

Başlıyor yeniden anlatmaya. Anlattıkça rahat-lıyor. Yüzü aydınlanıyor. Gençliğini, düğününü anlatıyor. Meliha gençleşiyor. Bizi de sohbete katıyor.

Az sonra yanında duran küçük kavanozu gösteriyor. Akrep. Tavanı neden naylonla kapla-dıklarını anlatıyor. Ve korkularını söylüyor:

“-Ya Ali’ye bir şey yaparlarsa?” Anne yüreğinin nöbetlerini sonra.

“-Oğlum kaçak çalışıyor” diyor, “Bir kuaförün yanında”. Dilinde şikayet yok. Benimki önemli değil ya Ali bir kabul edilse…” Sözün burasında oğlunun umutlarından bahsediyor. Almanya belki Belçika, illa ki Avrupa. Kendisi kalmaya razı, yeter ki oğlu gidebilsin.

“-Yolun sonundayım zaten” diyor. Örtüsünün kenarına taşmış olan ak saçı dikkat çekiyor. Yorgun bedeni kendini bulduğu yere bırakıyor. Bacakları onu taşımıyor.

“-Romatizma beni bitirdi” diyor. Evin rutubetinin kışın nasıl olduğunu anlatıyor.

Duvarın köşesinde geçen kıştan kaldığını söylediği bir yeşillik. Rahat evlerimiz başımızı öne eğdiriyor.

Mahalleliyle olan dostluğundan söz ediyor. Ne kadar çaba sarf ettiğinden. Onu anlamamışlardı ilkin. Kocasının suçunun ona yüklenilmesini sonra. İran’dan kaçmak dine karşı gelmek gibiydi. Onlara bunu anlatması epey yormuştu Meliha’yı. Ramazan’da oruç tuttuğunu görünce ikna olmuştu ev sahibi.

“-İnsanlar ön yargılı” diyor Meliha. “Yalnızca ona karşı değil, birbirlerine de öyle” diyoruz. Yüzünde bir teselli gülümsemesi.

Meliha zor yılları geçirmiş bir kadın. Uğrunda savaştığı özgürlüğü, evlatları ve mahremiyeti. Hayatının geri kalan kısmını akreplerle geçiriyor olması acı verici. Bu duygularla ondan ayrılırken elimizi tutarken gözlerimizin ta içine bakıyor:

“-Bunlar da geçer lakin bizleri unutmayın” diyor.

Pazar sabahıydı. Pervin küçücük odada uyuyan çocuklarını ve kocasını uyandırmamaya çalışa-rak sessizce kapıyı açtı. Kapının sol yanında duran büyük siyah poşeti içeriye sürükledi.

Poşeti getirip lavabonun yanındaki boşluğa koydu. Odaya şöyle bir göz gezdirdi. Birbirine dikey duran iki eski kanepede çocuklar uyuyordu. Sonra büyük bir perdenin ayırdığı arka tarafa geçti. Kocası duvarın hemen önüne koydukları yatakta yatıyordu. Pencerenin önünde valizleri yığılı bir şekilde duruyordu. Sonunda Pervin aradığı yeri bulduğunu düşündü.

Siyah poşeti valizlerin önüne getirdi. Poşeti gürültü etmemeye çalışarak karıştırmaya başladı. İçinden iki gömlek ve bir etek çıkardı. Eline alıp şöyle bir inceledi. Bazen hoşuna giden bir parça olursa ya kocasına ya da çocuklarına ayırırdı. Gömleklerin kocasına küçük geleceğini düşünerek ikisini de omzuna attı. Eteği elinde tutarken birkaç parça daha çıkardı.

Bu işi bitirince yatağın altından ütüyü çıkardı. Kısa bir süredir Pervin kendilerine yardım olsun diye getirilen kullanılmış giysileri yıkıyor, ütülüyor sonra da götürüp pazarda satıyordu. Çok ucuza sattığı bu giysilerin parasıyla da yiyecek alıyordu.

Yatağın altına eğilip eski bir çantayı karıştırmaya başladı. Aradığı örtüyü bulmuştu fakat o anda eline bir şey takıldı. Pervin çantayı çekti. Çantanın içinde çocuklar için ördüğü kışlık bereler, çoraplar, vardı. Eline takılan ise üzeri yaldızlı bir taraklı toka idi. Onu ne zaman oraya bıraktığını hatırlayamadı. Tokayı eline aldı. Dalgın dalgın elinde çevirmeye başladı. Uzak-larda bir davul sesi mi çalıyordu ne, bir düğün alayı kurulmuştu. Pervin aynanın önünde saçlarını tarıyordu. Annesinin seslenmesi üzerine omuzlarına dalga dalga düşen saçlarının iki tarafına tokaları takmıştı. Sonra aynada bir daha kendine bakıp düğün alayına karışmak üzere evden çıkmıştı.

Birden acıyla tokayı avuçlarının içinde öylesine sıktı ki, etine battı. Düğün günü kana bulan-mıştı. Damat da gelin de yerde yatıyordu. Silahlı insanlar oradan oraya koşuyordu. Pervin ellerin-deki kana anlam veremiyordu. Ellerinin arasında kız kardeşine ait kanlı bir duvak duruyordu. Barut ve kan kokusundan kaçarken yere düşmüştü Pervin. Ayağa kalkıp koşarken bir ara geriye baktığında, yerde kırılmış duran tokasını ve genç kızlık düşlerini görmüştü.

O günden sonra hiçbir düğüne gitmemişti Pervin. Kendisi evlenirken de düğün istemedi. Ölüm korkusuyla köylerinden ayrılırken mezarlığı ziyaret etmişti. Duvaklı mezar taşının başına oturup saatlerce ağladı. Kardeşiyle dertleşti, onu bırakıp gitmek zorunda kaldığı için af diledi. Ve dua etti.

Pervin elindeki sıcaklık hissiyle kendine geldi. Tarak uçlarının battığı avuç içi kanıyordu. Ama sanki hiçbir acı hissetmiyordu. Kalkıp bir bezle elini sardı. Sonra tokayı hırkasının cebine koydu ve işine koyuldu.

Çocukları ve kocası uyandığında çamaşırları ütülemiş, kahvaltıyı hazırlamıştı. Onlar kahvaltıya oturduğunda eşarbını bağlayıp çıkmak üzere hazırlanıyordu. Kocası Cemalettin sakallı, sert mizaçlı bir adamdı. Pervin’in pazara çıkmasına karşıydı ama elinden de bir şey gelmiyordu. Bir özür gibi, “belki ben de inşaatlara bir bakarım” dedi. Pervin endişeli bir şekilde “Polis yakalarsa kötü olur. Sen çocuklarla kal. Çalışma izni alana kadar böylesi daha iyi.” Cemalettin çaresizlik içinde yumruklarını sıktı. Kaç yıldır kaçak yaşıyorlardı. Sanki bir vadiye sıkışıp kalmıştı. Ne ileri gidebiliyordu, ne de geri. Bir erkek için bu ne acıydı. Ailesine bakmak için hiçbir şey yapa-mıyor, baba rolünü oynayamıyordu. Köyün-de olsaydı ava çıkardı. Ne yaman avcıydı tüm köyler bilirdi. Dağları avucunun içi gibi bilirdi. Hangi hayvan hangi delikte yaşar kolayca bulurdu. Şimdi kendisi avlanacak çaresiz bir hayvan gibi bu odada yaşıyordu. Beklemek, hiç bu kadar zor gelmemişti ona. Bir gün dönmek ve yeniden bahçesini ekmek istiyordu.

* * *

Pervin pazar yerine vardığında arkadaşlarının da hemen hemen sergilerini açtığını gördü. Hepsine selam verip bir köşeye sergisini açmaya başladı. Kadınlar hararetli bir şekilde sınırdışı edilenlerden söz ediyorlardı. Ne yapmalı diye birbirlerine soruyorlardı. Pervin bu konuşmalara katılmak istemiyordu. Kendisine sorulan sorulara kısa cevaplar verdi. Eli ara sıra hırkasının cebine giriyor ve tokasını kontrol ediyordu. Acılar unutulmuyordu. Pervin yüreğiyle mücadele ediyordu. Yüreği uzaklaşıp gitmek ve yalnız kalmak istiyordu. Aklı ise ona çocuklarını, kocasını hatırlatıyordu. Kendini işe vermeye çalıştı. Duyulur bir sesle ve yarım bir Türkçe ile önünden geçen insanlara sergisini gösteriyordu.

Pazar kalabalıklaştıkça sesini daha da yükseltti. Öğleyin arkadaşlarının ikram ettiği ekmek arası peynir ve suyla karnını doyurdu. Akşam olmak üzereyken elindekileri bitirmişti. Pazar alışve-rişine çıkan kadınlar, giysileri bu kadar ucuza bulunca almadan gitmiyordu. Pervin sergiyi topladığında elindeki parayı saymaya başladı. On beş milyon vardı. Çocuklarının ihtiyacı geldi aklına bir bir, sonra yiyecek bir şeyler. Nasıl yetiştireceğini bilmiyordu ama biraz daha oyalanırsa pazarcılar artanları daha ucuza verebilirlerdi. Bu düşüncelerle pazarın içinde dolaşmaya başladı. Yiyecek satılan yerlerden uzaklaşıp çorap, çamaşır, toka satan tezgahların önüne geldi. Küçük kızına bir çorap aldı, oğluna da bir fanila. Neden sonra gözü tokalara ilişti. Bir an cebindeki tokayı hatırladı. Tokaları teker teker incelemeye başladı. Elindekine benzeyen yoktu. Sonra başka bir tezgaha geçti, oradakileri de inceledi. Yoktu, kendisinin tokasına benzeyen yoktu. O sırada gözü pazarın bitiminde hatta dışında denilebilecek bir yerdeki mavi el arabasına ilişti. Arabada lastik, süzgeç, conta, iğne, iplik ve tokalar vardı. Pervin tokaları karıştırırken eline bir toka geldi. Yitik bir dostu bulmuş gibiydi. Eşi olmayan bu toka, cebindekine benziyordu. Yalnız rengi daha koyuydu. Pervin satıcı adama parayı verirken çocuk gibi gülüyordu. Genç kızlığını, annesini, kardeşlerini bulmuştu sanki. Tokayı diğerinin yanına yerleştirerek yiyecek almaya yöneldi.

Tahmin ettiği gibi pazarcılar bir an önce toparlanmak için kasaların dibindekileri yok pahasına veriyordu. Bir sürü yiyecek alabilmişti. Muz tezgahının önüne geldiğinde fiyatını sordu. Ardından cebinde kalan parayı düşündü ve bir hafta idare etmeleri gerektiğini hatırlayarak vazgeçti. O sırada satıcı yorgun bir sesle;

“-Abla al hepsini, çocuklarını sevindir” dedi. Pervin tezgahta duran beş muza baktı. Neredeyse çürüyeceklerdi. Bir an oğlu gözünün önüne geldi muzları poşetine koyarken “Allah razı olsun” dedi. Oradan ayrılırken kendi kendine, bir dahaki pazar satıcıya para vermeye ve biraz da muz almaya söz verdi. Ayrılırken, balıkçıların ateş yakıp kalan balıkları yemeye hazırlandığını gördü. Sonra yaşlı kadının ekmek tezgahını topladığını ve kamyonların koca farlarını yakarak pazar yerini terk ettiğini. Eve giderken ara sıra duruyor, dinlenme sırasında elini cebine götürüp tokalarını okşuyordu.

Evdeki tek ses, masanın üzerindeki saatin sesiydi. Hafize oturduğu divanda tik taklara uyumlu olarak ileri geri sallanıyordu. Bu hali kocası Abdurrahman’ı endişelendiriyordu. Son iki haftadır Hafize az yiyor, az konuşuyor ve az uyuyordu. Abdurrahman karısını odada yalnız bırakarak mutfağa gitti. Yiyecek bir şeyler hazırlamaya çalıştı.

Hafize kendi dışındaki dünyadan habersizdi. Baktığı yeri görmüyordu sanki. Gözleri bazen küçük bir bebeğin boşluğa baktığı gibi bakıyor, görünmeyen birine gülümsüyordu. Bazen de karşısında onu çok korkutan bir varlık görmüş-çesine irkiliyor, elleriyle yüzünü kapatıyordu.

Abdurrahman’ın ona getirdiği yemeği fark etmedi bile. Adam ona acıyarak baktı. Karşısına oturdu. Dağınık saçlarına, gözlerine baktı. Onun bu halinden dolayı kendisini sorumlu tutuyordu. Hafize’nin kendisinden çok uzaklarda olduğunu anladı. Biraz bekledikten sonra divanın üzerine koyduğu tepsideki çorbadan bir kaşık alarak Hafize’ye uzattı. Hafize, uysal bir çocuk edasıyla kendisine sunulan çorbayı kabul etti.

Abdurrahman onu izlerken bir an geçmişe gitti. O gün yanında olmalıydım, doğumda bulun-malıydım diye düşündü. Onu yeterince koruya-mamıştı. Geçmişine lanet ediyordu. Onu hem ailesinden, hem ülkesinden koparıp getirmişti. Tam da Hafize’nin doğum sancısı tuttuğunda alıp götürmüşlerdi Abdurrahman’ı. Onu arkasından ağlarken bırakmıştı. Sonrasını Hafize hiç anlat-mamıştı. İki gün sonra geri döndüğünde Hafize kendinde değildi. Doğum yapmıştı ama bebeği görememişti. Doktorlar çok uğraşmıştı ama Hafize neler olduğunu anlatmamıştı. Abdur-rahman kendisine yönelik tehditlerin sıklaştığı bir dönemde karısını alarak İran’dan kaçmıştı.

Adam düşüncelerinden Hafize’nin sesiyle sıyrıldı. Hafize kendi kendisine konuşuyordu:

“-Ben gitmeliyim. Hava kararmadan sular yükselmeden gitmeliyim.” Abdurrahman onun neden söz ettiğini anlayamadı. Yapabildiği tek şey saçlarını okşayıp merhamet dolu bir sesle:

“-Yarın beraber gideriz” demek oldu.

Abdurrahman ne yapacağını bilemiyordu. Hafize gün geçtikçe içine kapanıyordu. Önceleri en azından onunla konuşuyordu. Artık ara sıra yalnızca kendi kendisine konuşuyordu.

Bir iki gün sonra Abdurrahman Mülteci ofisine gitmek üzere evden ayrıldı. Ofis kentin diğer tarafındaydı. Hafize’ye göz kulak olması için bir arkadaşları eve gelecekti. Hafize kocası gittikten sonra pencerenin önünde oturmaya başladı. Dışarıda güneşli bir gün vardı. Mahallenin çocukları erkenden sokağa çıkmış oynuyordu. Bir süre sonra kapı vuruldu. Gelen Kerime idi. Kerime onunla konuşmaya çalıştı. Hafize pek oralı olmadı. Kerime de mutfağa geçti. Hafize yeniden pencereden dışarıyı izlemeye koyuldu.

Çocuklar top oynuyordu. Üç yaşlarında kıvırcık siyah saçlı bir kız çocuğu köşede diğerlerini izliyordu. Kucağında oyuncak bir bebek vardı. Bir ara top kızın önüne geldi. Topu almak için eğildiğinde diğer çocuklardan biri hızla gelip topu onun önünden kaptı. Küçük kızın yüzündeki hayal kırıklığı Hafize’ye yansıdı. Bu arada içerden bir su sesi geldi. Su sesi artan bir şiddette kulaklarına ulaştı. Fırtınalı bir gün oldu. Sel oldu. Kabaran yatağından taşan bir ırmak oldu. Hafize pencereden bakarken o güne geri döndü. Kapıyı kırarcasına tekmeleyerek açan polisler, kocasının onların arasında iteklenir-cesine götürülüşü. Hafize gerçekle düş arasın-daydı. Bir sancı hissetti. Belinden gelen bu sancıyı tanıyordu. Hafize gittikçe oturduğu yerden koptuğunu hissetti. Sanki doğum sancısı sıklaştı. Terden saçları yapıştı. Ağrının etkisi ile gözlerinden yaşlar boşandı.

Hafize “gitmem gerek” diye haykırdı. Divanın üzerindeki küçük mavi yastığı eline aldı. Otur-duğu yerden kapıya yöneldi. Rüya içinde yürüyor gibiydi. Sokağa çıktı. Gözleri boşlukta ilerli-yordu. Arkasından kendisine seslenen Kerime’yi duymuyordu. O gecedeydi şimdi. Ara sıra kucağında taşıdığı yastıkla konuşuyordu:

“-Korkma bebeğim sakın korkma seni çok güvenli bir yere saklayacağım. Kimse seni bulamayacak.”

Kerime çaresizlik içinde onu izliyordu.

Hafize boş bir arsaya geldi. Ne yapacağını bilmeden sağa sola koştu. Bir ara yastığı göğsüne bastırdı. Sonra olduğu yere çöktü. “Sular yükseliyor, ırmak bebeğimi almadan onu bulmalıyım” diye ağlamaya başladı. Kerime ona yaklaşıp elini omzuna koydu.

Hafize durmadan tekrarlıyordu; “Duyuyor mu-sun sular yükseliyor. Bebeğim işte şu ağacın altında. Az sonra sular alır götürür onu.” Uzakta bir yerleri işaret ediyordu. Hafize birden ayağa kalkarak koşmaya başladı. “Onu kurtarmam gerek. Ayağı bir taşa takılıp düşene kadar koştu. Dizi kanıyordu. Kanı görünce ağlamaya başladı. “Bebeğim öldü. Onu kurtaramadım” diye haykırdı.

Hafize olduğu yerde uzun süre kaldı. Kerime onun yanına oturmuş onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir süre sonra Kerime Hafize’nin koluna girerek onu ayağa kaldırdı. İki kadın geride bir mavi yastık bırakarak yürümeye başladı.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Şehrin bu doğu tarafında evlerin ışıkları erkenden sönerdi. Uykudaki binalardan göğe yükselen dumanlar yaşlı bir adamın sigarasından çıkar gibiydi. Kesik kesik ve öksürür gibi.

Sokağın sonunda bulunan bahçe içindeki tek katlı evden belli belirsiz bir ışık sızıyordu. Evin sokak kapısının açıldığı uzun ve nemli bir koridorla ayrılmış iki odası vardı. Odanın birinde Bedri tek başına kalıyor, diğerinde ise Emir, eşi Reyyan ve üç yaşındaki oğlu Melih ile kalıyordu. Reyyan henüz uyumamıştı. Oğlunu izliyordu. Yere dörde katlayarak serdiği battaniyenin üzerinde üşümüş olabileceğini düşündü. Yattığı kanepeden kalkarak oğlunun yanına diz çöktü. Elektrik sobası yeterince ısıtmıyordu. Çocuğu alarak kanepeye yatırdı. Kendisi de battaniyenin üzerine oturdu. Elektrik sobasının kırmızı çubuklarını izlemeye koyuldu. Küçüklüğünde kış geceleri yanan sobanın çıkardığı sesleri dinlerdi. Şimdi ise burada soba yakmaları imkansızdı. Odun, kömür alacak paraları yoktu. Emir ile Bedri kaçak elektrik kullanmanın en iyi yol olacağını düşünüyorlardı. Reyyan onlara katıl-masa da oğlu için sesini çıkaramıyordu. Melih bir ara yattığı yerde kıpırdandı, yönünü değiş-tirdi. Annesi çocuğun tuvaletinin geldiğini düşü-nerek onu yavaşça kucağına aldı. Üzerine hırkasını örttü. Odanın kapısını açmasıyla içeriye rüzgarın girmesi bir oldu. Koridor çok soğuktu. Reyyan sol taraftaki tuvaletin lambasını yaktıktan sonra oğlunu kucağında tutarak içeri girdi.

Dışarıdaki soğuğun ne denli keskin olduğunu düşündü Melih’i tekrar kanepeye, babasının yanına yatırırken.

Kendisi ise yere oturdu yeniden. Sıcak günlerin hayalini kurdu. İçini ısıtacak olan güneşi düşündü. Baharı nasıl da özlemişti. Melih’in elinden tutup koşmayı. Sonra onunla birlikte parkta sallanmayı. Kim ne derse desin, o da bir çocuktu.

Reyyan battaniyenin üzerine uzandı. Kırmızı çubuklar ışıldıyordu. Gözleri yavaş yavaş kapandı.

* * *

Sabaha karşı itfaiye arabasının geceyi yırtan sesi ile sokakta bir koşuşturma başladı. Bahçe içindeki evi işaret ediyorlardı. Pencerelerinden bakan meraklı kadınlar birbirine sesleniyordu:

“-Ay nasıl çıkmış bu yangın?”

“-Ahmet Bey sabah namazı için kalktığında fark etmiş evden yükselen alevleri.”

“-Kaçak elektrik mi kullanıyorlarmış?”

“-Kısa devre mi olmuş?”

Diğeri :

“-Çocuğa bir şey olmuş mu?”

Reyyan bir sarsıntı ile uyandı. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. Vücudunda dayanılmaz bir sızı vardı. Bu beyaz önlüklü insanlar kimdi? Melih neredeydi, ya Emir? Sahi neden buradaydı? En son gözünün önüne, elektrik sobasındaki kırmızı çubuklar geldi. Evet evet yerde uyuyordu. Şimdi de rüya görüyor olmalıydı.

Ambulanstaki beyaz önlüklü adamın bir şeyler söylediğini duydu. Türkçe’yi tam olarak anlayamıyordu ama “yanık, birinci derece, ölen yok” sözlerini seçebildi güçlükle. Yeniden daldı.

Ertesi gün hastanede uyandığında yanında oğlu ve kocasını buldu. Kocası ona olan biteni anlattı. Bir süre tedavi olacaktı. Vaktinde uyanıp onları birer birer çıkaran Bedri olmuştu. Kendisi de yiyecek bir şeyler bulmaya gitmişti. Reyyan elini uzatmak istedi. Ellerinin, sonra kollarının sargılar içinde olduğunu gördü. Kefenlenmiş gibiydi.

Kocası temyiz başvurularının kabul edildiğini söylediğinde Reyyan gerçekten yaşayıp yaşama-dığını sorguluyordu. Her şeyin bittiği yerde miydi? Temyiz, üçüncü ülkeye kabul, geri dönüş, idam. Kelimeler anlamını yitiriyordu. Uyumak, sadece uyumak istiyordu.

Nergis hastanenin bahçesindeki banka oturdu. Elinde tuttuğu zarfı yanına bıraktı. Bir süre hastanenin bahçesindeki insanları izledi. Onların çok ötesinde bir yere bakar gibiydi. Taşkent’te geçirdiği ameliyatı hatırlıyordu. Doktor ona kan-serli hücreyi tamamen temizlediğini söylemişti. Oysa şimdi yanında duran şu zarf tersini söylü-yordu.

Nergis bir yaprak misali savrulan hayatını düşündü. Üniversitede öğretim görevlisi olmak için harcadığı çabayı, sonra vatan haini ilan edilişini, kaçışlarını. Kocası Kerim’i, çocuklarını ve torununu. Onlara bunu nasıl söylemesi gerek-tiğini bilmiyordu. Onsuz ne yaparlardı?

Nergis önünden geçen anne ve çocuğa baktı. Çocuğun soluk benzi, yoksul giysileri ve yüzünde kağıt bir maske vardı. Onun için dua etti. Sonra ayağa kalktı. Eve doğru yürüdü.

Evdekiler onu merak içinde bekliyordu. İnat edip kimseyi yanında götürmemesine kızmışlardı. Kadın, kucağına atılan torununun saçlarını okşarken sakin bir ifadeyle doktorun söyledik-lerini söyledi. Sonra ekledi:

“-Doktor Kayseri’deki üniversite hastanesine gitmemiz gerektiğini söyledi.”

Kerim bu haberi bekliyordu. Kızı Nahide, anne-sinin yanına oturup omzuna yaslandı. Oğlu odadan çıktı. Damadı başını iki yana salladı. Eve bir hüzün dalga dalga yayıldı. Nergis tüm gücünü toplayarak;

“-Hadi bakalım ağlamanın sırası değil. Yarın sabahtan emniyete gidip bizi Kayseri’ye gönder-melerini isteyeceğiz. Sonrasını orada düşünü-rüz.” dedi. Sonra torununu annesine verip mut-fağa geçti.

Yemek pişirirken ertesi gün yapacaklarını zihninde toparlamaya çalışıyordu. Şayet emni-yetten izin alamazsa Ankara’yı arayacaktı. Sonra bir iki insan hakları örgütüne başvu-racaktı. Kayseri’de kalabilecekleri yer konusunda da bir şeyler yapmalı diye düşündü.

Ertesi gün Nergis kocası Kerim ile birlikte emniyete gitti. Görevliler tanıyordu kendilerini. Onları dinledikten ve raporu inceledikten sonra bir iki yere telefon ettiler. Onları bir süre koridordaki tahta sıralarda beklettiler. Sonra amirlerden biri ikametinin orada kalması şartı ile tedavi oluncaya kadar Kayseri’ye gidebi-leceklerini bildirdi. Orada da emniyete başvur-malarını da tembihledi.

O akşam yola çıkmak için hazırlandılar. Evde zaten çok az eşya bulunduğundan toparlanmak onlar için zor olmadı. Yalnız Nergis, oğlu Süleyman’ı ortalıkta göremedi. Çocuk geç vakit geldi. Annesinin “nerede kaldın?” sorusunun yanıtsız bıraktı. Kadın ısrar etti:

“-Seni merak ettim.”

Süleyman:

“-Merak edilecek bir şey yok” diye kestirip attı, sonra yan odaya geçti.

Nergis onun için kaygılıydı. Tartıştıkları bir gün Süleyman ona suçlayıcı bir şekilde:

“-Sizin yüzünüzden buralara geldik. Bize hiç sordunuz mu ‘gitmek istiyor musunuz’ diye?”

Kadın ilk defa o gün, yüzünde hayali bir tokadın patladığını hissetti. Suçluluk duygusu ile savunma iç güdüsü arasında gitti geldi. Ona verdiği karşılık;

“-Ama biz sizin için buralara geldik” oldu. Oğlu bu cevaba dudak büktü.

O günden sonra Nergis, tuhaf bir şekilde kendini suçlamaya başladı. Ailesini de beraberinde sürüklediği bu yolculuktan onları sağ salim kurtarmak için her kapıyı çaldı. Yüzüne kapa-nanlar, güler yüzle buyur edildikleri. Hayatının tek gayesi oldu bir başka ülkede sıfırdan başlayabilmek.

* * *

Kayseri’de bu kez bir dost eli uzandı Nergis ve ailesine. Onları bağrına basan bir dernek, evlerine eşya ve gıda getirip bıraktı. Nergis burada daha mutlu olacaklarına dair umutlar besledi içinde. Ailecek yeniden başlamanın heyecanını yaşayacaklardı. Lakin herkesin yüzündeki endişeyi görmezden gelemiyordu. Ona kırılacak bir vazo gibi davranan kocası, her an üstüne titreyen kızının endişeleri onu de esir alıyordu.

Doktorlarla görüştükten sonra Nergis’e bir ameliyat tarihi verildi. Kadın tüm hazırlıklarını bu güne göre yaptı. Sabah erken vakitte tüm aile hastaneye gittiler. Nergis elinde tuttuğu küçük çantayı yere bıraktı. Durgundu. Aklında bin bir düşünce vardı. Gerisinde bıraktığı hayat ona veda eder gibiydi. Önce küçük torununu kucağına aldı doyasıya öptü. Sonra bir vedalar zinciri, kızı, oğlu, kocası, damadı…

Nergis, hastabakıcının gösterdiği tekerlekli sandalyeye oturdu. Birbirine kenetlenmiş gibi duran ailesine gülümsedi. Sonra kapının ardında kayboldu. Saatler sürdü ameliyat. Dışarıda herkes tedirgindi. En çok da Süleyman. Boğazını sıkan bir el vardı sanki. Yerinde duramıyor kâh bahçeye çıkıyor, kâh koridorlarda dolaşıyordu. Annesine haksızlık yaptığını düşünüyordu. “Ah bir çıksın, ona en güzel çiçekleri hediye edeceğim” diyordu. Yarım gün boyunca bekle-diler. Bir süre sonra içeriden biri çıktı. Görevli doğruca Kerim’e yöneldi. Alçak sesle bir şeyler söyledi. Kerim’in yüz ifadesi değişti. Elini çene-sine götürdü. Başını öne eğdi. Onun bu halini gören Nahide babasının yanına koştu.

“-Ne olmuş baba?” diye sordu. Kerim onu epey sonra duymuş gibiydi;

“-Durumu kritikmiş. Yoğun bakıma alıyorlar.”

Bu yanıt karşısında bir şey diyemedi Nahide. Ya annesine bir şey olursa ne yaparlardı? Çaresizlik içinde ağlamaya başladı.

Üç gün sonra Nergis yoğun bakımdan çıktı. Gözlerini açtığında karşısında tüm ailesini gördü. Oğlu Süleyman elinde koca bir demet kır papatyası tutuyordu. Herkes gülümsüyordu. Söze ilk başlayan Kerim oldu:

“-Aramıza hoş geldin. Seninle daha çok yolculuklara çıkacağız.”

Nergis ona tebessüm etti. Ölüm ve hayat. Zihni bulanıktı ama yaşıyordu ve bu henüz görevinin bitmediği anlamına geliyordu. İçinden şükretti. Sonra gülümseyerek gözlerini yumdu.

Yüzünde patlayan tokatla sarsıldı. Yanağı alev alev yanıyordu. Ne olduğunu anlayamadan bir ikincisi geldi. Şaşkındı Fatıma. Zihnini topla-makta güçlük çekiyordu. Üçüncü yumrukla birlikte yere düştü. Burnundan kan damlıyordu. Canı yanıyordu. Az sonra sol böğründe bir sızı hissetti. Bu kez tekmeler ardı ardına böğrüne inmeye başlamıştı. Olduğu yere büzüldü. Koca-sını tanıyamıyordu Fatıma. Ona ne olmuştu da böyle canavar kesilmişti? Acı içinde kıvra-nıyordu.

Behzat çocukların araya girmesi ile geri çekildi. Odadan çıktı. Öfkesi hala geçmemişti ama evden çıkıp gitti. Kendisini tanıyamıyordu. Fatıma’ya on yıldır el kaldırmamıştı. Şimdi ne oluyordu? Fatıma da son zamanlarda üzerine çok geliyordu. Sürekli onu suçluyordu. Ailesini özlemişti, bunu anlıyordu. Lakin yapabileceği bir şey yoktu. İçkiye ihtiyacı var diye düşündü Behzat ve şehrin arka sokaklarındaki ucuz meyhanelerden birinin yolunu tuttu.

Fatıma’yı iki oğlu kolundan tutup kaldırdı. Kanepeye yatırıp yüzündeki kanı sildiler. Dokuz yaşındaki Seyit söyleniyordu:

“-Bir daha sana elini kaldırsın, karşısında beni bulur.”

Yedi yaşındaki Muhammed ise sessiz sessiz ağlıyordu. Annesini bu halde görmeye dayanamıyordu.

Çektiği keder Fatıma’nın yüzüne yansımıştı. Henüz otuz sekiz yaşındaydı ve saçlarında aklar vardı. Pişmanlık içindeydi. İran’ı terk etmekle hata ettiğini düşünüyordu. Behzat’ı tanıyamı-yordu artık. Bulduğu işlerde uzun süreli çalış-mıyordu. İçki içmeye de başlamıştı. Fatıma bir süredir Behzat’tan ayrı yaşamayı düşünü-yordu. Ama bunu yapmak için gücü yoktu.

Fatıma üzerlerindeki kara bulutu düşündü. Yakalarını bırakmayan bir lanet olmalı bu. Utanıyordu. Çocuklarının yanında küçük düşmüştü. Kırılmıştı. Derin bir uykuya dalmak istiyordu. Bir daha uyanmamak üzere uyumaktı dileği.

Çocuklar annelerinin üzerine bir battaniye getirip örttü. Sonra bir süre ikisi de karşı kanepeye oturup bekledi. Fatıma eliyle işaret edip yanına çağırdı. Seyit koşarak geldi.

Kadın; “Artık yatın olur mu?” dedi zorla. Seyit annesinin elini tuttu. Sonra “Tamam anne, sen üzülme” dedi. Çocuklar bitişik odaya geçti. Fatıma uykuya daldı.

Behzat gece saat ikide geldi. Sarhoştu. Fatıma’ya bakıp bir küfür savurdu. Kadın gözlerini açtı. Sonra tekrar yumdu. Behzat karşı kanepeye geçip oturdu. Kendi kendine konuşmaya başladı. Fatıma kıpırdamadan yatıyordu. Uyanmak, onunla yeniden çatışmak demekti. Bunu göze alamazdı.

Behzat bir süre sonra olduğu yere uzandı. İçkinin etkisi ile uyuyakaldı. Fatıma kalkıp üzerine bir şey örteyim diye düşündü. İçindeki öfkeli yan “hayır” diyordu. “O buna layık değil”. Fatıma ilk kez bu sesi dinledi.

Sabah uyandığında vücudunun her yeri ağrıyordu. Behzat’a baktı bir süre. Sonra kalkıp çocukları uyandırdı. Onları okula hazırladı. Sonra da evi toparlamaya başladı. Bir süre sonra Behzat uyandı. Konuşmuyordu. Fatıma da onunla karşılaşmamaya çalışıyordu.

Behzat bir sigara içti, sonra çıktı. Fatıma bitkin bir şekilde kanepeye oturdu. Artık her şeyin farklı olacağını seziyordu. “Bir karar vermem gerek” diye düşündü. Şimdilik arkadaşının evine sığınabilirdi. Sonra da ailesinin yanına dönebilirdi.

Çocuklar gelene kadar evin içinde dolanıp durdu. Sonra çocuklar ve kendisi için bir çanta hazırladı. Kararını vermişti. Okuldan gelince çocukları alıp evden ayrılacaktı. Tedirgindi. Behzat’ın her an gelmesinden korkuyordu. Öğleyin kapı vuruldu. Gelen çocuklardı.

Muhammed kapıdan girer girmez annesinin boynuna atıldı. Fatıma onlara yiyecek bir şeyler hazırladı. Onlar yemeklerini yerken, Fatıma konuşmaya başladı:

“-Çocuklar ben geri dönmeye karar verdim. Birlikte buradan ayrılalım.”

Seyit peki anlamında başını sallarken Muham-med:

“-Babam ne olacak? O da bizimle gelecek mi?” diye sordu.

Fatıma bu soruyu beklemiyordu. Çaresiz;

“-Hayır, onsuz gideceğiz.”

Muhammed uysal bir edayla başını öne eğdi. Dün olanlar gözünün önüne geldi. Tam bir şeyler diyecekken vazgeçti. Sofradan kalktı.

Yemekten sonra üçü birlikte evden ayrıldı. Geride yalnızca Behzat’a yazdıkları not kaldı. Ankara’nın insan seline karışırlarken Fatıma’yı bir korku sardı. Bindikleri dolmuş onları Ulus’ta indirdi. Yeniden bir dolmuşa binerek Halime ile Mansur’un oturduğu eve ulaştılar.

Fatıma bütün gün boyunca çok az konuştu. İçinde bir şeyler kırılmıştı. Behzat’ı düşünü-yordu. Geçirdikleri onca zorluğu, paylaştıklarını silip atamıyordu. Şimdi ne yapıyordu? Yine de durumunu düzeltmezse ona dönmemeye kararlıydı.

Üç gün sonra Behzat geldi. Mahcuptu. Muham-med babasını görünce koşup sarıldı. Seyit ise tek kelime konuşmadı. Fatıma kanepenin köşesine sindi. İşte Behzat karşısında idi. Mansur ile Halime’nin önünde onlara yalvarıyor, af dili-yordu. Fatıma onun sesinin titrediğini fark etti. Ne yapmalıydı? Kalmalı mı yoksa onunla gitmeli mi? Ya yeniden içki içip onu döverse? Bunu göze alamazdı. Behzat yeminler ediyordu. Bir daha içki içmeyeceğine ve asla el kaldır-mayacağına.

Fatıma odadan çıktı. Bir süre yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Behzat’ı bu şekilde bırakırsa onun gittikçe bir batağa saplanmasından korkuyordu. Onca hatırayı silip atamıyordu. Öte yandan nasıl bu kadar kolay af edebildiğine şaşırıyordu. Fatıma diğerlerinin yanına geri döndü. Kırgın da olsa, yaralı da olsa evine dönmeye karar verdiğini açıkladı. Akşam çökerken dördü birlikte yola çıktı.

Gece yarısı kan ter içinde uyandı. Aralık duran perdeden sızmaya çalışan sokak lambasının ışığı, odayı belli belirsiz aydınlatıyordu. Bugün yine görüşememişti. Uzaklardan bir telefondu boş yere beklediği. Tam bir ay olmuştu o gideli. Soramamıştı nasılsın diye? Anlatamamıştı yaşadıklarını. Her gün takip edildiğini gizlemişti.

Yavaşça yatağın içinde doğruldu. Dağılan saçlarını eliyle topladı. Ensesi ter içindeydi. Dizlerini karnına doğru çekip başını dayadı. Gözlerini yumduğu anda kâbus görmeye başlıyordu. Tedirgin bir şekilde yataktan indi.

Odanın kapısını açarak koridora çıktı. Karşısında duran sokak kapısını kontrol edip çocukların odasına doğru gitti. Çocuklar yine üzerlerindeki yorganları ayak ucuyla itekle-mişlerdi. Anne şefkatiyle üzerlerine eğildi, yorganlarını düzeltti. Gözü halının üzerinde duran oyuncak silaha takıldı. Başını iki yana salladı. Oğullarının silahla oynamalarından nefret ediyordu. Oyuncağı alıp köşede duran sepete kaldırdı. Odadan çıkıp mutfağa geçti. O sırada kaynanasının sesini duydu:

“-Sen misin Feride?” diyordu.

“-Evet anne benim!” diye karşılık verdi.

Kadıncağız günlerdir yanlarında duruyordu. Yaşlı bir kadın onları ne kadar koruyabilirdi ki? Bir an önce bir şeyler yapmalıydı. Ama ne?

Mutfak masasına oturup önünde duran bardağa bakmaya başladı boş gözlerle. Tam o sırada sokak kapısı çaldı. Kalp atışları hızlandı. İşte yine gelmişlerdi. Gecenin bu vaktinde ne istiyorlardı onlardan?

Kaynanası sesi duyup yanına geldi.

“-Korkma kızım bize bir şey yapamazlar, onlar oğlumu arıyor.”

“-Şimdi ne yapacağız anne?”

Kapı daha hızlı vurulmaya başladı. Arkasından boğuk kalın bir erkek sesi:

“-Kapıyı açın arama yapacağız.” diyordu.

Feride başına bir örtü aldı. Yaşlı kadın kapıyı usulca açtı. Karşısında üç adam duruyordu. Üniformalı adamlardan sakallı olan;

“-Kusura bakma anne, bu saatte rahatsız ettik” dedi pişkin bir ifade ile. Diğer ikisi odaları aramaya başladılar.

Feride adamın kendisini süzdüğünü hissetti. Başını öne eğdi. Kendisini hiç bu kadar kapana kısılmış hissetmemişti. Kocası gittiğinden beri evlerini gözetleyen, kendilerini takip eden bu adamlardan bıkmıştı artık. Şu anda dünyanın her hangi bir yerine kaçmayı diliyordu.

Adamlar “Anne oğlunu bulmamız lazım. Yerini biliyorsan bize söyle!” diye ısrar ediyorlardı. Yaşlı kadın;

“-Ah oğul, ben bilsem burada durur muyum? Koşar giderim yanına” diyordu.

İri yarı sakallı olan bu kez Feride’nin yanına geldi. Tam karşısında durdu. Feride gözlerini yerden ayırmıyordu. Yumruklarını sıkıyor, içinden bin bir beddua ediyordu. Adam ona o kadar yaklaşmıştı ki, konuştuğunda Feride soluğunu hissedebiliyordu.

“-Kocan elimizden bir yere kaçamaz.” diye gürledi. Sonra ona doğru eğilip;

“-İstersen onu unutabiliriz ama bu sana bağlı” dedi. Feride karşısında duranın bir insan olama-yacağını düşünüyordu. Daha çok salyası akan bir vahşi hayvan olmalıydı. Bu duygular içinde titremeye başlamışken diğerlerinden biri gelip;

“-Efendim evde bir şey yok.” diyerek yanı başındaki bu devi çekip aldı.

Sakallı adam;

“-Ana kusura bakma, görev işte” diyerek kapıya yöneldi.

Onlar kapıyı çekip gitmiş, yaşlı kadın kapıyı kilitlemiş ama Feride yerinden kıpırdamamıştı.

Feride yaşlı kadının sesiyle kendine geldiğinde üşüdüğünü hissetti. Köşede duran koltuğa yığılırcasına oturdu. “Gitmeliyim buradan biran önce, gitmeliyim” diye kendi kendisine tekrar ediyordu. Yaşlı kadın kararlı bir sesle:

“-Kızım bir an önce buradan gidin. Korkarım ki sana bir kötülük yaparlar.”

İki kadın ne yapmaları gerektiğini konuşmaya başladılar. Son çare olarak kaçmak kalıyordu geriye. Bunu tek başına başarmak zordu. Bu nedenle Feride ağabeyine telefon ederek onu eve çağırdı. Hasan eve bir saat sonra gelebildi. Genç adam şaşkınlıkla olup biteni sordu. Feride ona kısaca her şeyi anlattı.

Hasan; “Araba garajda mı?” diye sordu. Ardından da çocuklarla ablasının bodrum kattan gizlice garaja inip arabaya binmelerini söyledi. Feride, ne olduğunu anlamayan uykulu çocukları hazır-ladı hızla. Yanlarına ihtiyaç duyabilecekleri birkaç parça giysi aldı. Çantasında duran pasaportlarını kontrol etti. Bu arada çalan telefon zili ile her biri olduğu yerde kalakaldı. Hasan temkinli bir şekilde telefonu açtı. Bir iki saniye sonra yüzü aydınlandı. Arayan eniştesi idi.

Telefonu Feride aldığında ağlamaklı bir sesle:

“-Biz senin yanına gelmek istiyoruz. Burada kalırsam öleceğim” dedi. Kocası telefonun diğer ucunda onu sakinleştirmek için beyhude uğraştı. Sonunda sınırda buluşmaya karar verdiler.

Üç katlı evin bodrumuna inen merdivenler oldukça dardı. Hasan ve çocuklar önden indiler. Feride kaynanasına yaşlı gözlerle sarıldı. Yaşlı kadın ak saçları kadar çok acı görmüştü. Her veda bir yaraydı onda. Lakin yine de dimdik ayaktaydı bunca sene. Feride’ye sarılırken ona “sabırlı ol” diyordu.

Feride bodrum kapısından aşağı indikten sonra kapı arkasından dualarla kapandı. Çocuklar arabanın arkasına oturmuşlardı bile. Feride de arkaya geçip ön ve arka koltukların arasına çöktü. Çocuklara da yanına inmelerini işaret etti. Hasan üzerlerine bir battaniye örttü. Arka kapıları kilitledi. Ve garajın kapısını açtı. Sonra arabaya binerek garajdan çıktı.

Bahçe kapısına kadar olan mesafe kısa idi. Bahçe kapısından caddeye çıkarken yoldan geçen arabaları kontrol etmek üzere durdu. Bu arada karşı binanın önünde bekleyen arabayı fark etti. Siyah otomobilin önünde bir adam ayakta duruyor, sakallı bir adam direksiyonun başında bekliyor, diğeri ise yanında oturuyordu. Ayaktaki kısa boylu adam sigara içiyordu. Hasan serinkanlı olması gerektiğini hatırlayarak bakış-larını yola verdi. Yolun boş olduğundan emin olduktan sonra arabayı sürdü. Aynalardan arkasına baktığında adamların ablasının evine doğru bakmakta olduklarını gördü. Hızla oradan uzaklaştı. Şehrin dışına doğru geldiklerinde Feride ve çocuklar battaniyenin altından dışarı çıktılar.

Sınıra en yakın şehirden otobüse bindiler. Hasan onları otobüs hareket edene kadar bekledi. Feride çocukları ile birlikte karmaşık duygular içindeydi. Öfkeydi kimi zaman yaşadığı, kimi zaman korkuydu. Hasretti biraz ve biraz da kaygıydı. Yine de umuda doğru yol alıyordu. İnanmak istediği tek gerçeklik buydu. Gitmek ile kalmak arasında yaşanan tercih. Gitmekti yapılması gereken. Yoksa… Kaybolmuş bir hayatı yaşayacaktı bir başına. Sonra umutları karartılacaktı. Ve solacaktı gün be gün.

Zor günler yine de gelecekti. Çaresiz bekleyişler sonra. Yine de “beraberiz ya aslolan bu” diyecekti. Hasreti gömecekti toprağa, öfkeyi de. Bir avuç mutluluğu paylaşacaktı. Bilmediği insanlarla bilmediği bir ülkede iyiliği dereceklerdi. Her şeyi yeniden öğrenecekti. Bunun için hiç pişman olmayacaktı.

Rabia elinde tuttuğu bebek patiklerini okşu-yordu. Oğlu Tahir’in patiklerini. Ne kadar zaman geçmişti üzerinden oğlundan ayrılalı? Bir asır belki. Bugün sesini duymuştu ya telefonda, başka ne isterdi ki?

“-Anne!” demişti, “anneciğim!”

Rabia kanadı kırık kuş misali. Kalbi pırpır ediyor, on yılda ne kadar yaşlandığını düşünüyordu.

Kıyıda dolaşırken ne zaman bir martı görse kanatlarına takılıp uçmak gelirdi içinden. Oğlunun, anne babasının yanına. Gel gör ki zincirliydi ayaklarından. Gitmek de, görmek de yasaktı ona.

Böylesi anlarda ağzında bir acı tat. Pişmanlık türküsü dilinde. Sonra kocasını suçlamalar. “Ben karısını burada bırakmış dedirtemem. Sonra geri nasıl dönerim?” demişti. Ya çocuğunu nasıl bırakırdı insan? Askerlerin çocuğunu elinden aldığı gün kıyametti. Yer ayağının altından kaymıştı. Her yer fırtına boraydı.

Rabia oturduğu kanepeden yavaşça kalktı. Pencerenin önünde durdu. Puslu gökyüzüne, çirkin görünüşlü çatılara baktı. Sonra karşı binada pencerenin önünde annesinin kucağında dışarıyı izleyen bebeği gördü. Kollarının bu sıcaklığa ne kadar hasret kaldığını fark etti.

“-Eşinizin tıbben bir sorunu yok. Bence bir psikiyatra danışın.”

Doktor bunu söylerken neden yüzüne bakma-mıştı. Gözlerindeki acı bu kadar mı derindi?

Rabia psikiyatrın söylediklerini hatırladı, kane-peye yeniden otururken.

“-Bilinçaltında çocuğunuzu kaybetme endişesi taşıyorsunuz. Çocuk sahibi olamayışınızın nedeni bu.”

Rabia onu sessizce dinlemişti. Bir ara başını kaldırıp bakmıştı adamın yüzüne. Hali vakti yerinde olmalıydı. Acı denizine yolunun düşmediği belliydi. Rabia derin gözleriyle ona bakarken yüreği haykırıyordu:

“-Sen bilir misin kapının tekmelerle açılmasını? Silah zoruyla bir gece yarısı sokağa atılmayı? Sonra suçlu gibi, yaralı bir kurt gibi köşe bucak saklanmayı? Kollarının arasından bebeğinin çekilip alınmasını? Sökülmesini yüreğinin tâ kökünden? Devrilmesini bir çınarın? Köklerinin yavaş yavaş kurumasını? Suyun yanında suya hasret kalmayı? Sesleri, sözleri sonra? “Bu da geçer üzülme” Ya da bir kedi yavrusunun mırıltısının, uzaklardan gelen bebek sesine karışmasını? Bilir misin bu boğaz kenti, bu dünyanın incisi dindiremez hiçbir acıyı? Köprüleri, gökdelenleri ne ki? Bir uçak kanatır yaramı.”

Rabia kapının zili ile tüm düşüncelerinden sıyrıldı. Gelen kocası Hasan’dı. Hasan gözlerinde bir parıltıyla ona bakıyordu. Adeta gülerek konuşmaya başladı:

“-Sana akşama kadar söylemeyecektim ama dayanamadım. Sonunda duaların kabul oluyor. Tahir’e pasaport vermişler. Bugün akşam yedi uçağı ile gelecek.”

Rabia olduğu yere çöktü. Zincirler çözüldü. Bir kuş gökyüzüne havalandı.”

Rabia kocasının söylediklerine inanamıyordu. Oğlunu, Tahir’i seneler sonra görecekti demek. Bağrına basıp onu doyasıya öpecekti.

Rabia hiçbir şeyi görmüyordu artık. Bir anne iç güdüsüyle oğluna hazırlayacağı yemekleri düşü-nüyordu. Sahi oğlu ne severdi; pilav, baklava, sarma? Yoo hayır, ne kadar da buralı olmuştu? Kendi yemeklerinden yapmalıydı. Ona havuçlu Doğu Türkistan Pilavı yapacaktı; yanına da patlıcan kızartıp bir de çay demleyecekti ki, oğlu yesin.

“-Ben gidiyorum, seni sonra havaalanına gider-ken alırım, saat yediye hazır ol.”

Rabia kocasının sesiyle kendine geldi. Heyecanla;

“-Tamam ben hazır olurum” dedi.

Kocası gidince doğru mutfağa geçti. Saate baktı öğleyi çoktan geçmişti. Bu sevinci birileriyle paylaşmak istiyor lakin korkuyordu. Ya Tahir uçağı kaçırırsa, ya pasaportuna el koyarlarsa? Boşuna evham yapıyordu. Oğlu gelecekti. Bulaşıkları bir kenara yığıp buzdolabından eti ve havuçları çıkardı. Sonra da dolaptan pilav tenceresini aldı. İşe koyuldu. Rabia bir rüyada gibiydi. Mekanik hareketlerle işini yaparken gözünün önüne Tahir’in yüzünü getirmeye çalışıyordu. Annesinin ona gönderdiği resimde esmer yakışıklı bir delikanlı görülüyordu. Ama yine de o kalabalıkta oğlunu kaybedebilirdi. Ya da oğlu onu tanımayabilirdi. Pilavı ocağa koyar koymaz salona geçti. Kapının tam karşısındaki dolabın çekmecelerinden bir beyaz kağıt çıkardı. Kağıtların yanındaki mavi tükenmez kalemi aldı. Büyük harflerle adını yazdı, altına “ANNEN” yazıp kağıdı kaldırdı. Evet böylece oğlu kendilerini daha kolay bulabilirdi.

Kağıdı unutmamak için ikiye katlayıp çantasına koydu. Yeniden mutfağa döndü. Bir iki saat sonra Rabia salondaki masanın üzerini yemek-lerle donatmıştı. Ortada kırmızı biber salatası, yanında patlıcan kızartması ve tencerede Türkistan Pilavı, oğlunu bekliyordu.

Havaalanına giderken Rabia ömrünün en heyecanlı gününü yaşadığını hissetti. Gelen konuk, onun bir parçasıydı. Daldaki çiçek, denizdeki kumdu. Gelen oğluydu.

Uçağın iniş saati geldiğinde yolcu yakınlarında bir hareketlenme başladı. Rabia ve kocası da ayağa kalktı. Yolcuların girdiği kapıda bir hareketlenme başladı. Rabia heyecanlanmıştı. Elindeki kağıdı havaya kaldırdı. Karşıdaki kıpırdanma içinde bir beyaz kağıt havaya kalktı. Bir güvercin uçtu. Duman dağıldı. Tahir elinde ismi yazılı bir kağıt onlara bakıyordu. Rabia binlerce şükürle koştu oğluna. Yollar birleşti. Irmak denize kavuştu.

Suların çağıltısı gecenin sessizliğini bölüyordu. Nehrin bu en dar yerinde bir pazarlıktır sürüyordu. Kadınlar çocuklarına sımsıkı sarıl-mış, soğuğa karşı onları korumaya çalışıyorlardı. Seyhan, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle bütün ailesini bir arada tutmak için kaçakçılarla pazarlık ediyordu. Karşı kıyıya geçmek için bütün parasını vermişti. Yanında dokuz yaşındaki oğlu Muhammed, arkasında iki aylık bebeğiyle gelini ve erkeklerin olduğu tarafta ise büyük oğlu Ahmet, umutsuz bir bekleyiş içindeydi.

Herkes bir anda gerilerindeki bir kadının sesiyle irkildi;

“-Yeter artık, dayanamıyorum” diyen kadın kucağındaki ikizleri bir çırpıda suya doğru fırlattı.

Arkasından da kendisi sulara atladı. Muhammed gözlerinde biriken yaşları kolunun tersiyle silerken önceki gün kendi yaptıklarını hatırladı. Üç gündür açtılar. Mayınlı bölgeden geçerken o da “dayanamıyorum” diye bağırmış, mayınlara doğru koşmuştu. İşte o an annesi onu belinden yakalamış, sarsıla sarsıla ağlarken bir yandan da dua etmişti. Aynı gün annesi, adeta servet harcayarak satın aldığı bir avuç unu, biraz suyla karıştırarak yoğurmuş ve onu, çalı çırpı ile tutuşturduğu ateşin üstündeki sacda pişirmişti. Ama bu ekmek, hiç de köylerindekine benze-miyordu.

Muhammed annesinin kendisini dürtmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kıyıda bir hareket-lenme başlamıştı. Uzunca bir halata bağlanan kadınları karşı taraftan çekiyorlardı. Seyhan’a da bir halat bağlandı. Gelini ona, oğlu da gelinine bağlandı. Nehrin ortasına geldiklerinde suyun akıntısına karşı koymak güçleşti. Seyhan, kendisini çeken ipe sımsıkı asılıyor, bir yandan da suların sesini bastırmaya çalışarak çocuk-larına sesleniyordu:

“-Korkmayın, bana sıkı tutunun.”

Bir ara ipin koptuğunu düşündü, ipi hisset-miyordu. Parmakları uyuşmuş, çok fazla su yutmuştu. Karşıdaki erkeklerin sesini duydu:

“-Biraz daha gayret, ipi sakın bırakma!” Ama o ipi çoktan bırakmıştı.

Şimdi bir yayla akşamındaydı. Cirit şenlikleri başlamıştı. Kocası haftalardır atını cirit için hazırlıyordu. Kucağında oğlu Ahmet, büyük bir hayranlıkla onu izliyordu. Sonra yün eğiriyor, hırkalar, patikler örüyordu. Elleri hiç acımı-yordu. Peki elleri şimdi neden uyuşmuştu? Bu uğultu ne zaman bitecekti. İnsanlar niye bağırı-yordu? Neden her yer kararıyordu?

Yine zamanı ve mekanı kaybetti. Seyhan kendi-sine geldiğine uzatılan hurmayı gördü ilkin. Kâbe’yi tavaf ediyordu. Orada hiç susamıyordu. Bir avuç hurma yiyip, biraz zemzem içiyorlar ve namaza koşuyorlardı. Oysa şimdi susuyordu. Burası çöl de değildi. Neredeydi Allah aşkına? Bu soruyu cevaplaması biraz zaman aldı Seyhan’ın. Yanındakilerin farkına vardı. Oğulları gelini ve torunu. Her birinin sırtında bir battaniye vardı. Seyhan ellerine baktı. Ellerini sarmışlardı ama kan lekesi belli oluyordu. Bir süre gözü azgın sulara daldı. Dudaklarında bir dua belirdi, hayra ve kurtuluşa dair.

Grup hareket etmek için ayaklandı. Daha yükseklere çıkmak zorundaydılar. Kar oralarda çok fazlaydı ve buna herkes hazır olmalıydı.

Nehirden ayrıldıkça suyun sesi gitgide azalmaya başladı. Önlerinde zifiri bir karanlık, meçhul. Zaman zaman kafilenin başındaki erkekler onlara el fenerleriyle yol gösteriyor fakat bu da çok yeterli olmuyordu. Ay ışığı, sık ağaçların arasından güçlükle seçiliyordu. Bir ara kurtların sesi çok yakından gelmeye başladı. Gruptaki herkes olduğu yerde donup kalmıştı. Asker-lerden kaçarken kurtlara yakalanmak! Bunu kimse beklemiyordu.

En önde giden ak sakallı, asker kaputlu Veysel, bir el işaretiyle herkesi susturdu. Bir avcı gibi bir süre geceyi dinledi. Kurtlar yeniden ulumaya başladığında sesin geldiği yönü işaret etti. Bu yön sol taraflarında kalıyordu, onlarsa sağ tarafa gidiyordu. Veysel köylerinin en iyi iz sürücüsüydü, yanıldığını gören olmamıştı. Veysel’in önerisi doğrultusunda yollarına devam ettiler.

Muhammed annesinin elinden sımsıkı tutmuştu. Neredeyse delikanlı olacaktı, korktuğunu belli etmek istemiyordu. Diğer eli yumruk. Bir ara ayağı tökezledi. Evlerinin önündeki taşlara takılıp düştüğü günler geldi aklına. Oysa artık o günler çok uzaktaydı. Düşüncelerinden sıyrılıp annesine ayak uydurmaya çalıştı.

* * *

Kampa ulaştıklarında öğle olmak üzereydi. Onları bir çadıra yerleştirdiler. Günlerden sonra ilk defa uyudular.

Seyhan sınırı geçip Türkiye’ye gitmek için tüm parasını kampa sık sık gelen adamlara verdi. Kara gözlü, kara bıyıklı, iri yarı adam onlara sabah erkenden hazır olmalarını söyledi. Seyhan büyük oğlu Ahmet’i ikna edememişti, çaresiz kendisi ve Muhammed gideceklerdi.

Kamptan erken saatlerde ayrıldılar. Bir yerden sonra araba değiştireceklerini söylediler. O sırada nasıl ve neden olduğunu bilemeden adamlar Muhammed’i arabaya bindirdiler, Seyhan’a ise, onu sonraki araba ile göndere-ceklerini, bunun için de boynundaki altın zinciri vermesini söylediler. Derken aynı anda bir el boynuna asıldı, bir el zinciri çekti, biri onu yere itti. Ayaklar, çamur, gözyaşı…

* * *

Seyhan için acı ve ıstırap dolu günler başladı. İri elleri olan kaçakçı tarafından kentin arka sokaklarında bir eve zorla götürüldü. Seyhan ağlamaktan yorulmuş bir halde “ne olur beni bırak kimseye bir şey söylemem” diye boş yere yalvarıp duruyordu. Kapıyı, neredeyse yetmiş yaşına gelmiş bir ihtiyar kadın açtı. Kadın dayandığı bastonu diğer eline alarak eliyle içeriyi gösterdi. Önlerindeki kadın neredeyse sürünür gibi hareket ediyordu. Ahşap evin tahtaları, eşyalar, içerideki küf kokusu yıllardır bu eve kimsenin uğramadığını söylüyordu. Seyhan’ı odaya aldıktan sonra kaçakçı ve yaşlı kadın kendi aralarında bir pazarlığa giriştiler. Kaçakçı cebinden bir tomar parayı çıkarıp kadının titreyen ellerinin içine sıkıştırdı. Ve boğuk bir sesle “Şimdilik sana hizmet eder, ben yiyeceğinizi yollarım. Zamanı gelince de uygun bir fiyata satarız.”

Adam gittikten sonra yaşlı kadın gelip Seyhan’ın karşısına oturdu. Seyhan başını kaldırıp baktı-ğında kadının kendisine mi uzaklarda gördüğü bir şeye mi baktığını anlayamadı. Ona “beni bırak lütfen” diye yalvardı. Yaşlı kadın tehdit dolu bir bakışla “Sanıyor musun ki, buna izin verirler? Her sokak başında adamları var. Burada bana bakacaksın ta ki….”

Seyhan yapayalnızdı. Oğullarını düşünüyordu, torununu sonra. İçinden dualar taşıyordu lakin dudakları mühürlenmişti.

Yaşlı kadına yemek yapıyor, onu yıkıyor, ortalığı temizliyordu.

Bir gece kan ter içinde uyandı. Gördüğü kâbusun etkisinden kurtulamıyordu. Üç gündür açtı, kaçakçı uğramayalı bir ay olacaktı. Seyhan ne kadar süredir burada olduğunu hesaplamaya çalıştı. Neredeyse üç ay olmuştu. Yaşlı kadın para ve yiyecek gelmeyince ona karşı durmadan söylenir hale gelmişti. Ama yine de dışarı çıkmasına izin vermiyordu.

Ramazan ayının son günleriydi. Seyhan iyiden iyiye zayıfladığını hissediyordu. Bir gün kapı çalındı. Gelen orta yaşlı kadın, elinde bir tepsiyle odaya girdi. Ve doğrudan Seyhan’a yönelip yiyecekleri önüne koydu. Seyhan’ın dilinde binler şükür. Neredeyse kendi yaşlarındaki bu kadını hatırladı Seyhan. Ara sıra karşı pencerede gördüğü kadındı. Uzun bir süre dil döktükten sonra, Seyhan’ı bırakması için yaşlı kadını ikna etti.

Ve özgürlük…

Seyhan için yeniden yollara düşme vakti geldi. Kadın bir kaçakçının onu sınırdan geçirmesi, sığınma ardından bu koca şehre, İstanbul’a geliş. Bir fabrikada dikiş dikme ve oğlunu aramakla geçen günler. Nihayet bir gün geldi muştulu haber. Uzaklara ettiği bir telefon sonrasında aradığı izi buldu. Oğlunun yerini ve telefonunu vermişlerdi. Seyhan bu koca kentte, dev gemilerin geçtiği bu sularda vapura bindi karşıya geçti, Avrupa ile Asya’yı bir baştan bir başa dolaştı. Ve Aksaray’daki atölyeye geldi. Onca makine gürültüsü arasında, tozun dumana karıştığı bu yerde Muhammed’in sesini duydu. Anne yüreğiyle ona yöneldi. Muhammed kir pas içindeki saçlarını okşayan bu kadına doyasıya bakıp hıçkırıklar arasında ona sarıldı. “Anne” sesi makinelerin gürültüsünü bastırırken, yaralar birbiri ardına kapandı. Ana oğul; evliyalar, saraylar, köprüler ve umutlar kentinde yeni bir hayata yelken açtılar.

Emine, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle, hızla giden arabaların arasından karşı kaldırıma geçti. Lüks mağazaların arasına sıkışıp kalmış bu caddede gitmeyi sevmiyordu. Hayat hızlı akıyordu burada. O, şehrin bu tarafına gelmek zorunda kaldığı günler erkenden yola çıkıyor, gideceği yere olması gereken saatte ancak varıyordu.

Üzerindeki kahverengi hırka ve başındaki siyah başörtüsü onu yağan yağmurdan korumuyordu. Kolundaki siyah çantayı sıkıca tutmuş, hep karşıya bakarak yürüyordu. Bir köşe başından geçerken orada duran taksi şoförlerinin kendisine bakıp aralarında konuştuğunu fark etti.

Biri;

“-Bu zenciler de her yeri zaptetti. İstanbul’da nereye baksan onları görüyorsun.” diyordu.

Diğeri gülerek;

“-Valla gece karşıma çıksalar korkudan düşer bayılırım.” diye onu destekliyordu. Tedirgin bir şekilde yanlarından geçti. Buna bir türlü alışamamıştı. İnsanlar derisinin renginden dolayı kendisine tuhaf davranıyorlardı.

Bir arkadaşının sözleri aklına geldi. Arkadaşının küçük oğlu mahallede oynarken çocuklardan biri yanına gelip,

“-Siz hala aslan avlıyor musunuz?” diye sormuş.

Bazı insanların kendisini de ilkel insanlardan sandığına kaç kez şahit olmuştu. Emine bu düşünceler içinde yürürken gideceği binanın önüne geldi. Burası eski yapılı bir binaydı. Dar basamaklarından çıkarak 2 nolu dairenin kapısını vurdu. Kapıyı bakımlı bir kız açtı. Ona bir yer gösterdi. Emine çok iyi konuşamadığı Türkçe ile kıza teşekkür etti. Kız bir kapının ardından kayboldu. Geri geldiğinde elinde bir poşet vardı. Poşetin içinden birkaç tane ilaç kutusu çıkardı. Her birinin üzerine hangi hastalık için olduğunu yazdı ve Emine’ye uzattı.

“Doktor bey il dışında. Bunlar ilaçların, bitince yeniden gelirsin.” diyerek sekreter masasına oturdu. Emine elindeki ilaç kutularına şöyle bir göz gezdirdi. Sonra yavaşça ayağa kalktı. Teşekkür ederek kapıya yöneldi. Dar merdivenlerden yavaş yavaş indi. Yağmur dinmişti. Gökyüzü pırıl pırıldı.

Emine geldiği yolu geri dönmeye başladı. Gelirken indiği hafif yokuş gözünde büyüdü. Otobüse binmeyi düşündü. Kaldırımın kenarına çekilip çantasını açtı. Cüzdanına baktı. Yirmi bin lirası vardı. Parayı bozdurmaktan vazgeçti. Yürümeyi tercih etti. Bu arada sonraki günler düğme atölyesine gitmeye karar verdi. Bir hafta çalışırsa onu bir süre idare ederdi.

Bu koca şehirde çalışabildikleri tek yerdi bu atölye. Orada da çoğu zaman patron canı isterse para veriyordu. İtiraz eden olduğunda da,

“-Bir daha gelme yoksa polise haber verip seni hapse attırırım.” diyerek tehdit ederdi. Çoğu sesini çıkarmazdı. Sabah erkenden masanın başına oturup geç saatlere kadar çalışırlardı. Hiçbir güvenceleri yoktu. Tansiyonu yüksel-mediğinde Emine de onlar kadar çalışmaya gayret ederdi. Lakin bu onun için hiç de kolay değildi.

Emine yirmi dakikadır yürüyordu. Lüks mağazaların yerini birbirine yaslanmış eski apartmanlar almıştı. Sokaklar da tenhalaşmaya başlamıştı. Apartmanların arasından gözüken karşı tepede ise evler adeta çökmek üzereydi. Emine soluk soluğa kalmıştı. Bir ara durup derin nefes almaya çalıştı. O sırada yanından geçen arabanın camı açıldı. Bir kol uzanıp Emine’nin sağ elinde tuttuğu çantayı çekip aldı. Araba tozu dumana katarak hızla oradan uzaklaştı. Emine şaşkın, olduğu yerde kaldı. “Yardım edin” dedi kendi dilinde. Sağa sola koştu. Pencerelerden bakanlar oldu. Yabancı gözlerle süzdüler onu.

Emine çaresiz yürümeye davam etti. Aklına poşet geldi. İlaçları hatırladı. Yokuşu tırmanırken nefes nefese kaldı. Ensesinden bir ağrı yükseldi. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Beyni zonkluyordu. Toprak yolun kenarındaki akasya ağacının gövdesine yaslandı. Acılar peşindeydi. Sudan’da bir köy, kocasının ölüsü yerde. Ağıt yakan bir kadındı o gün. Sonra bir liman. Emine iki yüz kişi ile bir botta. Deniz tutunca kusmuştu tüm kederini. Sonra bu toprakları yurt edindi. Bir gün gitmekti dileği. Bir gün o sıcak Akdeniz ülkesine varacaktı.

Güçlükle doğrulan Emine ağır ağır evine doğru yürümeye başladı. Bir taraftan da polise gitmeli mi diye düşünüyordu. Sonra bu fikir ona komik geldi. Polise gitse polisin belki de yapacağı ilk şey onu sınır dışı etmek olacaktı. Emine bu düşünceyi kovalamak istercesine elini iki yana salladı ve kaderini yaşamak üzere yoluna devam etti. Bir süre sonra yeniden yol kenarındaki bir ağacın altına çöktü. Başını geriye yasladı. Elleri iki yana açılırken gözleri kapandı…

Özlüyorum…

Şehrimin orta yerinde bir gece vakti ıslık çalarak yürümeyi özlüyorum. Tanıdıklara selam vermek, onlarla konuşup sohbet etmek, köşedeki parka oturup sağa sola giden insanları seyretmek ve haklarında yorum yapmak istiyorum.

Bu hayatta düşünmenin de zararı varmış. İnsanlar düşüncelerinden dolayı da yargılanır-mış. Ne tuhaf değil mi; birilerinin düşüncesine karşı olduğu için susmamın beklenmesi? Aklım almıyordu, düşüncelerimi bastırmalı mıydım, yoksa söylemeli miydim? Bu karmaşık duygular içinde pencereden dışarı baktım. Aslında farklı düşüncelere sahip olan ve bunları bastırmaya çalışan yüzlerce insan gördüm. Hepsinin yüzlerinde şikayetçi bir hal ve üzerlerinde baskının getirdiği yorgunluk vardı. Susmalıydılar çünkü “olması gereken” buydu.

“Olması gereken”; neye göre? Kime göre? Hayatta bizim için oluşturulan rollere göre mi, çevrenin bize sunduğu imkanlara göre mi? Neden insanlar bir tek hayat profiline razı oluyor ve bir kişi de çıkıp “Ben artık böyle yaşamak istemiyorum” demiyor? Herkes halinden çok mu memnun? Hayır! Eğer hallerinden memnun olsalardı, bu kadar şikayetçi yüzü bir arada göremezdim. Benim sokaktaki insanlardan tek farkım, cesaretti. Ben susmayı değil, bedeli benim için ağır da olsa düşüncelerimi söylemeyi seçtim.

Şimdi yollardayım. Tanımadığım, bilmediğim ve üzerinden hiç geçmediğim yollarda… Düşüncelerimi söylediğim için şehrimi terk etmek zorunda kaldım. Bir çeşit göç ya da sürgün…. Doğduğum, büyüdüğüm ve her gün havasını içime çektiğim bir şehirden ayrılmak o kadar zor ki. Önce kabul etmek istemedim. Sonuna kadar direnecektim. Sonra anladım ki, ruhumun özgür kalması için bu şehri terk etmem şart. Bedenimi alıştırırım tutsaklığa da, ruhumu alıştırmak benim için imkansızdı.

Terk etmeleri hiç sevmem; terk edilmeleri de!.. İnsanın kalbi daralır. Çok fazla söylenecek söz yoktur. Ya da vardır da içinde tutarsın. Olan olmuş, bir şey söylemenin anlamı kalmamıştır. Sana düşen, sadece arkana bakmadan gitmektir.

Bir ay dört gündür yollardayım. Ve artık son yolculuğum olsun istiyorum. Bir yerde huzurlu bir şekilde kalmak, uyumak ve yemek yemek istiyorum.

Bekleyiş… Hayatla mücadele değil de, bu bekleyiş yoruyor insanı. Her şey bir an önce olsun istiyor insan. Bir an önce bir yere yerleşmek istiyorum artık. Öyle kötü bir duygu ki bu, bazen ilticadan ağır basıyor. Göçerken insan sevdiklerini bir yerlerde bırakıyor. Onları bir daha görüp göremeyeceğini bilmeden beklemek var ya, işte asıl o öldürüyor insanı.

Bu yolculuk diğer seyahatlerime benzemiyor. Daha çok otobüsle yolculuk yapardım. Giderken burukluk ve birkaç gözyaşı, gelirken ise hasret ve kavuşma hissederdim. Gidişler ne kadar acımasızsa, dönüşler de o kadar coşkulu, sevinçli…

Bu seferki yolculuğum, tek başıma birkaç eşyayı sırt çantama doldurup, arabama atlayıp her şeyden ve herkesten kaçtığım seyahatlere de benzemiyor. Bu gidişin tuhaf ve insanı acıtan bir yanı var. Hayatımın yönünü çizemiyorum. Ne insanları ne de binaları şehrime benzemeyen yerlerden geçiyorum. Dillerini bilmiyorum, anla-mıyorum. Kendimi çok yalnız hissediyorum. Bu şehirlere ait olmadığımı biliyorum. Tıpkı çalış-tığım gazetedeki masamın üzerinde duran minyatür kaktüs gibi. Ne kadar zorlamıştım onu, sadece ışıkların aydınlattığı, hiçbir yerden güneş almayan ofiste yaşatmak için. Sonunda yaşatma çabalarım onun felaketi oldu ve öldü.

Soğuk kamyon kasasında bunları düşünürken kamyondan sağa sola doğru sert bir manevra, sonra da acı bir fren geldi. Kamyonun tekeri patlamıştı. Gece yarısıydı ve etrafta kimseler yoktu. Kamyonun kasasından teker teker atladık. Soğuktu ve zifiri karanlıkta tek görülebilen karşı dağlardaki beyazlıklardı. Gözlerim aynı kamyo-nun köşesinde annesiyle oturan zeytin gözlü Somalili siyah çocuğa takıldı. Daha 7-8 yaşlarındaydı ve eminim bu göç onun fikri değildi. Üç gündür sıtma tutmuş gibi titriyordu. Alnından, gözlerinden akan yaşlar kadar masum terler akıyordu. Ten rengimiz farklıydı. Yaşımız ve düşüncelerimiz de farklıydı belki, bilmiyorum. Bildiğim tek şey vardı; ölüm her insan için vardı ve ölümün soğuk yüzü hep aynıydı. O gece küçük çocuk son kez gözlerini kapattı. Onun göçü buraya kadardı.

Kamyonun tekeri tamir edilmişti. İki buçuk gündür aynı kamyonun arkasında yolculuk yapıyordum. Burada yaklaşık otuz kişi daha var ve hepsinin de bir hikayesi… Korkularını, umutlarını ve umutsuzluklarını da alıp kaçmışlar ülkelerinden.

Her gece olduğu gibi bu gece de soğuk geçiyor. Kamyonun soğuk demirleri bizi tir tir titretmeye yetiyor. Öğlen vakitleri bazen sıcaktan nefes bile almakta zorlanıyoruz. Hava karanlıksa ve etrafta kimsecikler yoksa, bazen bir benzinlikte çıkma şansımız oluyor. İşte o benzinliklerden birin-deyim. Arkadaki eski ve bakımsız tuvaletine girdim. Çıkışında bir yazıyla karşılaştım. Hayatımın üç cümleyle böyle özetleneceğini bilemezdim.

Anladım ki olması gereken hayatların olduğu dünyada benim gibilerden milyonlarca var…

“Sevdiklerimi en sevdiğim şehirde bıraktım.

Şimdi bilmediğim bir şehrin karanlık yollarında yürüyorum

Ve yanımda bir tek sen ol istiyorum”

Hatice son zamanlarda daha az uyuyordu. Koridorda bir gürültü duysa kulak kesiliyor, ayağa kalkıp kapıya yaslanıyordu. İşte yine sokak kapısı açıldı. İçeri girildi, ayak sesleri merdi-venlerde. Üst katta bir kapı açıldı ve yavaşça kapatıldı. Hatice, derin bir nefes alarak yatağına döndü. Bu evde altı aydır oturuyordu ve bir türlü alışamamıştı. Yerde yatan kızına baktı. Mihriban altı yaşında kıvırcık siyah saçlı bir kızdı. Uyurken ne kadar da güzel görünüyor diye düşündü Hatice. Sonra köşedeki sehpanın üzerinde duran sigara ve kibriti aldı. Sigarayı içerken bir yandan da düşünüyordu. Ya geri gelirse, ya onu kızından ayırırsa. Kocası Hüseyin altı ay önce oturduğu yeri bulmuştu, burayı neden bulamasın.

Hatice sigarasının dumanını tavana doğru üflerken, evden kaçışı birden gözünün önünde canlandı. O gece Hüseyin sarhoştu. Gece çok geç gelmiş ve Hatice’yi dövmüştü. Hatice o uykuya daldığı sırada küçük kızını da alarak evden ayrılmıştı. Onun yüzünü görenler acıyarak bakıyordu. Gözü morarmış, kolu çatlamıştı. Sığındığı yerde de buldu kocası onu. Gerisi dayak, tehdit ve kaçış yeniden.

En son bu sokağa geldiğinde umutlandı. Yeni bir hayat kuracaktı. İki katlı sarı badanalı bu ahşap ev onu kurtaracaktı. Kızı, evin önünde durduk-larında;

“-Anne rengi ne kadar da güzel” demişti. Beş oda vardı evde. Her birinde bir aile. Hatice’ye alt katta merdivenin arkasındaki bu odayı vermişlerdi. Bir kanepe, bir şilte. Annesinin İran’dan kendisine gönderdiği parayı saklamıştı, onunla da elden düşme bir televizyon alabilmişti ancak. En çok da kızı izliyordu. Oyun arkadaşı olmadığı için vaktinin çoğunu televizyon karşısında geçiriyordu küçük kız.

Hatice özellikle akşamları odasını terk etmiyor, diğerleri ile sadece gündüz görüşüyordu. Tedir-gindi. Tanımadığı insanlar gelip gidiyordu. Kadın onları pencereden izliyordu. Korkuyordu, en çok da çocuğu için. Parası da gün geçtikçe azalı-yordu. Çaresizlik içinde kıvranıyordu. Ya ülkesine geri dönecek ya da tekrar izini kaybet-tirecekti. Geri dönme fikri onda eski acıları uyandırdı. Henüz sönmemiş küllerin her an yeniden canlanmaya hazır olduğunu hissetti.

Bir gün eski bir arkadaşı Hüseyin’in hala onu aradığını, kızını kendisinden alacağını ve İran’a geri götüreceğini söyledi. O günden sonra bir korku aldı Hatice’yi. Sigaraya sığındı. İçtikçe daraldı, daraldıkça içti.

Hatice elinde biriktirdiği sigara küllerini pencereyi açıp dışarı attı. Bir şeyler yapmalıyım diye düşünüyordu. Gece ilerledikçe kararlılığı arttı. Yeniden kaçacaktı.

Sabaha doğru oturduğu yerde uyuyakaldı. Küçük kızı kendisini sarsarak uyandırdığında gün çoktan ağarmıştı. Hatice korku içinde uyandı. Bir an kocasının geldiğini sandı. Neden sonra hala akşamın düşüncelerinin etkisi altında olduğunu fark etti. O gün ne kendisi dışarı çıktı, ne de kızının çıkmasına izin verdi.

Hatice kapıya kim gelse “hastayım açamam” diyordu. Ev arkadaşları onun zaman zaman odasına kapandığını bildiklerinden ısrar etmi-yordu. Oysa Hatice içeride yol hazırlıklarına başlamıştı yeniden. Gizlice kaçacaktı bu evden. Arka sokaklarda bir arkadaşının yanına gitmeyi planlıyordu. Gün içinde birkaç kez kendisiyle telefonla görüşmüştü.

Akşam çöktüğünde kapılar birer ikişer kapan-maya başladı. Hatice sessizce kızının elini tutarak kapıyı açtı. Kalbi heyecanla çarpıyordu. Sanki Hüseyin kapının arkasında tüm gün onu beklemişti. Sanki kapıyı açtığında hemen üzerine atılıp kızını elinden alıverecekti. Bu düşünceler içinde korkarak başını koridora uzattı. Üst kattan gürültülü konuşma sesleri geliyordu. Hatice bir eline çantasını aldı, diğeri ile de Mihriban’ın elini sımsıkı tuttu. Parmak uçlarına basarak sokak kapısına yöneldi. Aklında “Neden hep kaçmak zorundayım?” isyanı, gözleri korku içinde kapıdan çıktı. Karanlık, şehri esir almıştı. Hatice duvar diplerinden yürümeye başladı. Arada bir uzaktan bir ıslık sesi geliyordu. Sokak köpekleri önlerinden koşarak geçti. Mihriban’ın bembeyaz kesmiş yüzünü fark etmedi bile.

Ana caddeye çıktılar. Yarım saat daha yürüyüp buluşacaktı arkadaşı ile. Kızını zaman zaman kucağına alıyor, yorulduğu yerde bırakıyordu. Araba lambaları gözlerini alıyordu. Nihayet buluşma yerine ulaşmayı başardı. Arkadaşı yoktu görünürde. Önünde beklediği mağazanın gölgesine çekildi. Görünmez olmayı diledi. Sokaktan geçenlerin kimi dilenci sandı, kimi laf attı. Hatice karşı caddedeki arkadaşını görünce sevinçle ileri atıldı. Kadın Mihriban’ı sevgiyle bağrına bastı. Yeniden karşıya geçip ara sokaklardan birine saptılar.

Şehir yavaş yavaş uykuya çekildiğinde iki kadın ve bir çocuk ay ışığında yürüdüler. Sokaklar, evler geçtiler. Eski köhne bir evin önünde durdular. Hiçbiri, gecenin karanlığından yararla-narak onları izleyen gölgeyi fark etmedi. Onlar eve girerken, Hüseyin köşedeki sokak lambasının önünde durdu ve sigarasını yaktı.

Bugün günlerden Cuma. Türkiye’ye geleli beş yıl oluyor. Tam beş koca yıl geçmiş. Yaşıyoruz öyle mi? Her gün gözlerimin önünde eriyor Kerim. Bizden koptukça kopuyor. Bir köşede öylece oturuyor tek kelime etmeden. Biliyorum kavgası kendisiyle ama ya biz? Ya çocuklar; bir gülüşünü esirgediği?

Bugün küçük İlyas koltuk değneğini yere düşürünce çok korktum. Çocuğa bağıracak, şimdi kopacak kıyamet diye. Oysa o sustu. Taş kesildi. Bir eliyle kesik olan sağ dizini yokladı. Zavallı İlyas kapıdan koşarcasına çıktı.

Ah Kerim! Ne sen sorumlusun bundan, ne ben!. Bir şarapnel parçası hayatımızı altüst eden. Olsun yine de yanımızdasın, sağsın. Yetmiyor değil mi böyle yaşamak? Kükremek istiyordun bir aslan misali dağlarda. Savaşmak istiyordun ataların gibi. Burada kapana kısılmış gibisin. Burada bağlı elin kolun. Bir adadasın; gemilerin yakılmış. Tutsaksın…

Ben nasılım sormuyorsun. Özlüyor muyum ders verdiğim sınıfı, evimi, bahçemi? Sormuyorsun ne hissediyorsun diye. İpleri kim kopardı? Hangi lanetli el dolaşıyor üzerimizde.

Bugün beş yıl oldu yola düşeli. Bir uçaksavar, bir tank. Silahtı her yer, savaştı yer gök. “Dön geri desem, dönemezsin. Git hadi savaş onlarla desem, dilim varmaz. Onurun hala seninle. Dimdiksin bunu unutma desem; sedasını bulmaz. Giden bir bacak, geride kalan bir ömür; anlasan.

Bu kent bize de gülecek bir gün. Beş yıl nasıl yaşadıysak, yaşarız bundan sonra da. Biliyorum kolay değil unutmak. Kalkmalısın oysa. Koltuk değneğine dayanıp, bizlere tutunup yürümelisin yeni baştan. Bir gülsen, güller açacak küçücük yüreklerinde çocukların. Okşasan başlarını, göz-lerine kuşlar konacak. Çekildikçe köşene, kaç-tıkça bizden buz tutuyor dağ taş; küsüyor bahar.

Ben nasıl dayanıyorsam sen de dayanmalısın. Beni bir başıma bırakma bu diyarda. Yalnız ve çaresiz. Tut ellerimi haydi. Tut ki eski günlerdeki gibi yürüyelim yine. Bu hayat tek kişilik oynanan bir oyun değil. Beni, çocukları oyunun dışında tutma. Beş yıl sonra da paylaşmak her şeyi. Sonra bir beş yıl daha. Neden olmasın?

Elif, ona ikram edilen çayı yudumlarken boğa-zına bir şeyler takıldı. Çay bardağını iki avucunun arasına aldı. Almira’nın gelmesini beklerken odada bakışlarını gezdirdi. Kendini muhasebeye çekmeye başladı. Nasıl bu kadar kendi dünyasında kaldığına, nasıl burada yaşayan insanlardan habersiz olduğuna hayret etti. Almira, kızı ve kocası ile bir bodrum katında yaşıyordu. Ülkesini terk edeli üç yıl olmuştu. Kocası, kısa süreli bulduğu işlerde çalışıyordu fakat bu da yeterli olmuyordu.

Elif kapıdan girdiğinde kesif bir küf kokusu ile karşılaşmıştı. Evde küçük kız ile karşılaştığında nasıl bu şartlarda yaşadığına hayret etmişti. Ve oraya nasıl eli boş geldiğine. En azından çocuğa bir şeyler getirmeliydi. Bir daha gelmeli; onlar için bir şeyler getirmeliydi. Almira bir süre sonra odaya geri geldi. Elinde bir tabak, içinde de bisküviler vardı. Tabağı Elif’in yanına bıraktı. Sonra karşısına geçip yere diz çöktü. Kızı da gelip annesinin kucağına oturdu. Küçük kız ara sıra öksürüyordu. Ve öksürürken zorlanıyor, yüzü kıpkırmızı kesiliyordu. Elif söze nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu. Tedirgin bir halde;

-“Bana biraz kendinden bahseder misin?” dedi ama hemen ardından da pişman oldu. Yaşadıkları ortadaydı. Bir de ona tekrarlatmak ne kadar anlamsızdı. Daha Almira cevap vermeden yeniden konuştu.

“Biz arkadaşlarla sizin için neler yapabilece-ğimizi tartıştık. İzin verirseniz, size yardım etmek istiyoruz.”

Almira’nın Türkçe’si çok iyi değildi ama onu anlıyordu. Karşısındaki kadına minnetle baktı. Yalnız kendini kötü hissetti. Çocukluğu ve gençliğini hatırladı. Varlıklı bir ailede, refah içinde yaşamıştı. Sonra önce babasının idam edilmesi. Kaybedişleri her şeylerini; sonra kocasının siyasi suçlu olarak aranması, yıkımları beraberinde getirmişti. Kocasının peşinden buralara kadar gelirken geride bırakmıştı her şeyi. Ve şimdi karşısında oturan bu kadın, “izin verirsen sana yardım edebiliriz” diyordu. Sevinç ve ezilmişlik arasında gitti geldi bir süre. Konuşamadı; yalnızca tebessüm etti.

Elif bu tebessümü “evet” olarak yorumladı. Bir heyecan ve bir telaşla vedalaşıp evden ayrıldı. Sokağa çıktığında derin bir nefes aldı. Sonra arabasına binerek oradan ayrıldı.

Ertesi gün Elif, beraberinde iki arkadaşı ile geldi. Arabadan kilim, yastık, battaniye gibi eşyaları indirdiler. Sonra Elif eve girerken iki kadın markete alışverişe gitti. Elif Almira ile konuş-maya başladı:

“-Bunlarla şimdilik idare edin. Hafta sonu sizin için bir ev bakacağız.” dedi.

Almira’nın gözleri doldu. “Bunu hak ediyor muyum?” diye düşündü. Elif onun daha fazla kendisi ile baş başa kalmasına izin vermemek için çantasından çıkardığı öksürük şurubunu uzattı. “Doktor olan bir arkadaşımız var. Ona sordum bunu önerdi.”

Almira kendisini rüyada gibi hissediyordu. Kuş uçmaz kervan geçmez bir çölden farksız olan evinde canlanma olmuştu. Her yerde çiçekler açmıştı sanki. Kocasının buna ne kadar şaşıracağını düşünüyordu. Bunlara anlam veremiyordu.

Aylar sonra ilk kez karınlarını tam olarak doyurdular. Kızları oyuncaklarla oynadı. Ve bir aile olduklarını hatırladılar. Almira artık kocasını suçlamıyordu başına gelenler için. Kocası her fırsatta ona kızmıyordu. Bir umut yayılmıştı o bodrum katına.

Elif o hafta epey aradıktan sonra bir ev bula-bildi. Ev sahibi ile anlaştıktan sonra evin içine eşyaları yerleştirmek için arkadaşları ile işe koyuldular. Herkes elinden geldiğince bir şeyler getirmişti. Kimi çocuğunun oyuncağını getirdi, kimi çeyiz sandığından çıkardığı havluları. Elbirliği içinde bir şeyler ortaya koymanın mutluluğunu yaşadılar. Sonra evin yeni sahiplerini almaya gittiler.

Almira oturacakları yeni eve girdiğinde mutlu-luktan gözleri doldu. Ona elini uzatan bu insanlara karşı mahcup oldu. Her birine ayrı ayrı teşekkür etti. Yalnız olmadığını hissetti. Onca acı ve yoksulluğun geride kaldığına sevindi. O akşam kızının öksürmeden rahat bir şekilde uyumasına şahit oldu.