“Şengal’e gönüllü doktor olarak gitmiş olabilirsiniz. Geri döndüğünüzde gördüklerinizin sessiz çığlığı kulaklarınızdan gitmez. Halep’teki yoldaşlarınızın ölüm haberini duyunca sesiniz, sözünüz sosyal medyada sıkışır, daha da içiniz yanar. Ya da Kobané’de yeniden kurulacak şehrin bahçelerinde filizlenecek bir çiçek dikmek istersiniz, çantanızdaki oyuncaklarla sınırı geçecekken karanlık bir patlama sizi bizden alır. Cizre’de şimdi hayatta olmayan insanların son görüntüsünü kaydetmenin acısıyla ekrana bakamayan biri olursunuz belki de. Ya da Mardin’de öğrencilerinizin birer birer kaybolduğu bir sınıfta hala ders veriyor olmanın anlamını ararsınız. Bitlis’te Ermeni bir kadının, “zaten bizim tüm aile de nezleden ölmüş…” cümlesine ne diyeceğinizi bilemezsiniz. Ankara’da ırkçılığın yerinden ettiği göçmenler için basın açıklaması yapacak 10 kişi ararsınız. Antep’te, İstanbul’da göçmenlerle dayanışmanın bir parçası olacakken fon yönetimlerinde ve metalaşmış acıların pazarlandığı sohbetlerde sıkışır kalırsınız, daha güzel bir dünyaya dair hayallerinizi kırmamak için oralardan da kaçarsınız. Selanik’te dayanışmanın işgal evlerinde bir anlığına umutlanırsınız. Ardından sözde solcu hükümet, o evleri “mültecilerin barınağı” bahanesi ile yıkarken yeniden başlamak gerek diye sayıklarsınız. Atina’da 7 katlı işgal oteli City Plaza Otel’e elektrik sağlamak için kalabalık olmanın cesareti ile yaratıcı yollar denersiniz. Sonra Zagrep’te iki kişi kalıp demir tellerin ötesinden içeriye sağlık malzemeleri atmaya çalışırsınız. Berlin Oranienplatz’da bir ağacın tepesini, Kreuzberg’de bir okulun çatısını işgal edersiniz, Her yerde aynı sorulara cevaplar ararken Steinbeck’in Bitmeyecek Kavgası’nda herhangi biri olursunuz.
Artıkişler Kolektifi – 2016 //
Savaşın, baskının, yokluğun ve yoksulluğun merkezinde başlayıp kuzeye ve batıya doğru ilerleyen göç haritasındaki bekleme istasyonlarından biri Selanik. Bugün Yunan polisi Selanik’e bir saat uzaklıkta Makedonya sınırındaki Idomeni kampının fiilen boşaltılması işlemlerini başlattı. Kampta kalan 10 bin civarında göçmenin çevre kasabalardaki askeri kamplara yerleştireceğine dair bilgi alıyoruz. Bu sayı, çevre kamplardan Idomeni’ye kaçan gruplar nedeniyle her geçen gün artmış. Bugünlerde kampla iletişim kurmak epey güçleşmiş halde. Gönüllü gruplar ve anarşist hareketin örgütlediği dayanışmadan aldığımız bilgiye göre Idomeni’ye her türlü ulaşım polis tarafından engelleniyor. Özellikle gazetecilerin içeri alınmadığını söylüyorlar. Görüntü kaydına izin yok. Polis boşaltma sırasında şiddet kullanmayacağı yönünde anonslar yapmış. Öyle mi diye sorduğumuz herkes kuşkulu gözlerle bakıyorlar. Etraftaki diğer kamplarda 10 bin ile 20 bin arasında göçmen kalıyor. En örgütlü göçmen grupları Kobané’li Kürt göçmenler, çoğunlukla birlikte hareket ettikleri ve ortak kararlar aldıkları söyleniyor.
Bir gün öncesinde eski bir işgal evi olan Orfonotrofeio’da düzenlenen NoBorder Kampı hazırlık toplantısındayız. Bir süre önce kapanan fakat göçmenlerle dayanışma amacıyla tekrar işgal edilen eski yetimhanede son beş, altı aydır 100 civarında göçmen kalıyor. Almanya, İsviçre ve Ukrayna’dan dayanışmaya destek olmak için kalan 6, 7 kişilik bir grup da var ve ev halkı için yemek yapıyorlar, ulaşım için araç sağlıyorlar, evin genel organizasyonuna yardımcı oluyorlar. Orfonotrofeio, 20. yüzyılın farklı dönemlerinde Türkiye’den zorunlu göçle gelen Rum ailelerin yerleştiği bir mahalle içinde. O nedenle mahalleliyle yeni göçmenler arasında bir duygudaşlık oluşmuş; evlerini bebekli ailelere açmışlar, çoğunlukla da eve yemek pişirip getiriyorlar.
Orfonotrofeio’daki yaşam kuralları anarşist hareket belirliyor. Antimilitarist, antipatriyarkal, şiddet karşıtı ve özgürlükçü kurallarla müşterek yaşam örgütleniyor. Ortak bir mutfak, kütüphane, inşaat halinde bir kafe ve çocuklar için oyun alanı, büyük bir avlusu ve bahçesi bulunan işgal evinde çok sayıda oda bulunuyor. Yunanca, Almanca ve İngilizce dersler veriliyor. Idomeni’nin kapanmasıyla kent merkezine yeni göçmenlerin gelmesi olası. Vio Me’nin (fabrika) de dayanışmayı büyütmek için neler yapabileceği üzerine tartışma sürüyor. Göçmenlerin fabrikaya alınması olasılığını konuşuyorlar. Öğrenci hareketi, dayanışmanın en önemli halkalarından biri. Göçmenler üniversitede yemek yiyebiliyorlar, üniversitede işgal edilen alanları daha etkin kullanmaları konuşuluyor. Şehirdeki diğer işgal evlerinin de göçmenlere açılması (Yfanet ve okul binası) konusunda herkes hem fikir.
Kentteki dayanışmayı büyüten en önemli etkinlik NoBorder Kampı 15-24 Temmuz’da kentin önemli merkezlerinde yapılacak toplantılar, etkinlikler ve konserlerden oluşacak. 5, 6 bin civarında ziyaretçisi olacağı bekleniyor. Türkiye’den göçmen dayanışma hareketlerden katılım bekliyorlar. Çoğunlukla Türkiye’deki koşullardan haberdar değiller. Hangi hareketler aktif pek bilmiyorlar. Anarşist hareketin örgütlülük hızı ve etkisiyle kıyaslanması zor olsa da etkili örgütler olduğunu söylüyoruz. Göçmen ekonomisi burada da oluşmuş, bir kısmı bundan yakınıyor. STK’lar ve uluslararası şirketler, insan kaçakçıları göçmen ekonomisinin baş aktörleri.
Selanik’te kent merkezinde göçmenlere yer yok, ekonomik krizle cebelleşen Yunanistan’da çalışma imkanları yok, o nedenle göçmenler kentte görünmezler. Türkiye’den Yunanistan’a geçen göçmenlere iki ülkedeki koşulları soruyoruz. Türkiye’de iş bulabildiklerini ama asla kalmayı düşünmediklerini söylüyorlar. Yunanistan’da tamamen parasız kalmışlar, iş bulamıyorlar ama dayanışma güçlü ve destek oluyor diyorlar. Fakat burası da onlar için bir geçiş alanı…
İki gündür boşaltılma süreci devam eden Yunanistan Makedonya sınırındaki Idomeni kampında bulunan gönüllülerden yaklaşık 3 bin göçmenin taşındığı haberlerini alıyoruz. Göçmenler boşaltılma sürecini protesto etmiyor, yeni kamplara taşınma işlemini kabul ediyorlar. Yeni kamplardaki koşulların da berbat olduğunu öğreniyoruz. Bir süre Idomeni’de kaldıktan sonra Orfonotrofeio’ya geçen göçmenler kampta kesinlikle insani koşulların olmadığını söylüyor. Pek çok çocuk kamptaki kötü koşullar nedeniyle hastalanmış ve hayatta kalamamış. Yerleştirildikleri yeni kamplardaki koşulların iyileştirilmesi yönünde hem Yunan hükümeti hem de STK’lar çalışma yürütüyorlar. Şu an bazı kamplarda içme suyu ve bebek maması yok, tuvalet yok. Çevirmen yok, temiz yemek bulmak imkansız. Birkaç gönüllü dışında hiç kimse içeri alınmıyor. Göçmenleri bu yeni hapishane benzeri kamplara yerleştiren Yunan hükümeti ve Syrizia’ya dair kaygılarımızı dayanışma hareketlerindeki aktivistlerle paylaşıyoruz.
Selanik’teki anarşist hareketinin önemli figürlerinden Socratis, seçimlerden önce Syrizia’nın göçmen politikası ve ekonomik kriz programı konusunda umut ve beklentilerin yüksek olduğunu fakat bugünkü durumda Syrizia’nın AB planlarına tamamen uymaktan başka hiçbir şey yapmadığını söylüyor. Bu durum göçmen dayanışma hareketlerinin güçlenmesi ve çok daha büyük boyutlarda örgütlülükler yaratılması gerektiğini gösterdi diyor Socratis.
Idomeni yakınlarındaki Oreokastro ve Selanik arasında merkeze dönmek üzere yola çıkmış küçük göçmen gruplarıyla karşılaşıyoruz. Kamptan kaçmayı başarıp şehre gelenler için yeni evlere ihtiyaç var. Selanik anarşist hareketinin muazzam kazanımlarından birisi olan işgal evi, 20 bin hektarlık alanıyla eski tekstil fabrikası Yfanet’te (yfanet.net) bir süredir devam eden çalışmanın bununla bir ilgisi olmalı diye umuyoruz. Yunanistan’daki sosyal merkezlerinse barınma ihtiyacını karşılayamasa da göçmenler için buluşma, eğitim, tartışma alanları olarak görülebilir işlevleri var. Selanik kent merkezinde bulunan Micropolis (Özgürlük İçin Sosyal Alan) böyle bir yer. Kent merkezinde sıklıkla göremediğimiz göçmen gruplarla burada karşılaşıyoruz. Fas üzerinden önce İzmir’e ve sonrasında Samos’a geçen Osman, Yunanistan’a sığınma talebinde bulunan çok az sayıda göçmenden birisi. Göçmen mücadelesinin öneminden bahsediyor Osman. Yunanistan’ın göç olgusuna duyarlı bir toplum olduğunu düşündüğümüzü söylüyoruz, bunun mücadeleye katkısı olduğu konusunda hemfikir olsa da, AB haklarından faydalanan herhangi bir Yunan vatandaşının, asla bir ilticacının psikolojisini anlayamayacağını söylüyor. Kamusal alanda yaşadıkları dışlanmadan, güvencesiz koşullara, travmatik süreçte tek çıkış yolunun devrim olduğuna inandığını söylüyor Osman: “Solution is revolution.”
Olympos Dağı’ndan, doğuya ve batıya uzanan yoksul mahallelerine, görkeminden pek eser kalmamış limanından, günün sonunda sakinleşen dalgalı kıyılarına kadar tüm Selanik’i görebildiğimiz Yfanet’in çatısındayız. İşgal hareketinin içinde yer alan Haris, eski tekstil fabrikasının acıklı hikayesinden yaratılan zaferi anlatırken bir yandan da her işgal evinin kısa veya uzun vadede mutenalaşmanın bir parçası olabildiğini belirtmeden edemiyor. Osmanlı’dan kalan bu fabrikada bir zamanlar, aralarında göçmenlerin de bulunduğu ortalama 1400 kadın işçinin, güneş görmeyen alanlarda, günde 12 saat, oldukça ağır koşullarda çalışmak zorunda olduğu, kadınların çocuklarını bu karanlık, soğuk, uykuya dalmamaları için patronlarının arada sırada ıslattığı ağır baskı ortamında büyüttüklerini öğreniyoruz. Yfanet’in avlusunda işgal hareketinin 10 yılını özetleyen posterlerin arasında bir tanesi dikkatimizi çekiyor. Selanik’in Yunanca’daki ilk harfinin altında ne yazdığını soruyoruz Haris’e. “Kentin Osmanlı işgalinden kurtarıldığı 100 yılı kutluyoruz. Kapitalizm, milliyetçilik ve patriyarkayla geçen 100 yıl. Artık Yeter.”
artıkişler – 2016 Selanik
Omar: Suriye’de hiçbir şeyim yok
Benim Suriye’de ailem yok. Hepsi öldü… Gideceğim bir ev yok. Evimiz de bombalandı…
Suriye’de savaş Deraa’daki olaylarla başladı. Ben o zamanlar 13-14 yaşındaydım. Deraa’da bir okulda özgürlük talebiyle öğrenciler yürüyüş yapıyorlardı. Sonra polis geldi, bu çocukları yakaladı ve onlara işkence yaptı. Çocuklardan biri bu sırada öldürüldü. Çocuğun yakınları bunun üzerine bir gösteri yaptılar. Polis tekrar saldırdı ve yine insanlar öldürüldü. Gösteriler Halep’e, Humus’a ve diğer şehirlere yayıldı.
Sonra her şey karıştı… Savaş büyüdü… DAİŞ ortaya çıktı. Suriye’de kalanların yiyeceği suyu yok, elektrikler kesik. Birçok insan Ürdün’e ve Türkiye’ye gitti. Birçoğu kaçakçılara para verip kaçmaya çalıştı, ama şimdi sınırda bekliyorlar.
Ben de 2015’te Suriye’den kaçmaya karar verdim. Önce Ürdün’e gittim. Sonra Türkiye’ye… Türkiye’de İstanbul’da kaldım, sonra İzmir’e geçtim. Oradan da botlarla Laros’a geçtik. Ardından orada kağıtlarımızı aldık ve Atina’ya gittik. İdomeni’de sınıra geldiğimizde ise sınır kapatıldı. Sonra Selanik’e geldim. Burada işgal evinde 4 aydır kalıyorum. Ben Almanya’ya gitmek istiyordum amacım Yunanistan’da kalmak değildi. Türkiye’den de Almanya’ya gidebilmek için yola çıktım. Orada bir akrabam var.
Suriye’de hiçbir şeyim yok. Geri dönmemin bir anlamı yok… Belki Almanya’da okuyabilirim ya da çalışabilirim. Burada 6 aylık bir belgem var. Ya buraya ilticaya başvuracağız ya da Türkiye’ye geri gönderileceğiz. Bazı kaçakçılar var Almanya’ya götürmeyi öneren ama çok para istiyorlar…
Natalia: Burada dayanışma ile yaşıyoruz
Burada göçmenler zor durumda, sıkışmış haldeler ve Yunanistan’dan başka bir ülkeye gidemiyorlar. Yunanistan’da sadece 2-3 aylığına geçici bir belge veriyorlar, bu da hiçbir şeye yetmiyor.
Ne kadar bilmiyorum, belki de on binden fazladır. Göçmenler burada sağlıksız koşullarda kamplarda yaşıyorlar. Türkiye’den gelirlerken bir çoğu gemide ölüm tehlikesi geçiriyor. Bazıları hayatlarını kaybediyor.
Yunan hükümetinin ciddi bir programa girmesi gerekiyor. Burada birçok çocuğun eğitime ihtiyacı var. İşe ihtiyaçlar var. Bir çoğu kendi uzmanlık alanlarında eğitim veriyorlar. Burada dayanışma ile yaşıyoruz. Herkesin ayrı bir mesleği var. Evin temizlenmesinden yemek yapmaya herkesin farklı bir görevi var ve işleri birlikte yapıyoruz. Hiçbirimizin çalışma izni olmadığı için çalışması mümkün olmuyor. Çoğu zaman komşulardan ya da başka organizasyonlardan yardım geliyor. Birisinin parası olursa ailesi için ya da ev için bir şey almaya çalışıyor. Bebekli çocukları burada kaldırmamaya çalışıyoruz. Onlar için buradaki Yunanlı ailelerden destek alıp evlerde kaldırmaya çalışıyoruz. Buraya 6 günlük bebeği olan bir aile geldi örneğin. Onları bir eve yerleştirdik.
Almanya’da bir arkadaşım Yunanistan’daki dayanışma mutfaklarında çalışıyordu, onun daveti ile geldim. Biraz sıkıntılı zamanlar yaşıyoruz, ancak Yunanlılar (Yunan hükümeti değil) destek veriyor çalışmalarımıza. Buradaki tuhaf bir durum. İnsanlar Yunanistan’a burada yaşamak için gelmiyorlar, bu nedenle sıkışmış haldeler.
Ben de göçmenim ama buradaki insanlardan daha iyi belki de durumum. Çünkü ülkeme geri dönebilirim. Ukrayna Avrupa’da bir ülke. Ama yine de evime dönsem ben de savaşla karşılaşacağım. Resmi bir savaş olmasa da bulunduğum yerde bir işgal var ve memleketime giremiyorum. Ukrayna hükümeti de resmen savaşta olduğunu bildirmediği için Yunanistan’a da iltica başvurusunda bulunamıyorum. Vize de alamıyorum.
Biliyoruz bir Suriye savaşı var ama başka ülkelerden de yüz binlerce insan var göç etmekte olan. Her ülke savaşta değil. İnsanların bir çok başka sıkıntısı var, siyasi veya dini baskı altında yaşıyorlar. Ekonomik, politik sorunları var. Özgürlük için geliyorlar başka ülkelere. Birçok insan yolda ölüyor. Birçok insan çocuklarının ölümünü bile göze alabiliyor. 20 yaşlarında bir genç sınırdan geçerken elektrik tellerinden dolayı akıma kapılıyor ve hayat boyu sakat kalıyor. Bu kaçakçılar için bir sektör yaratıyor. 2000 Euro karşılığında birini kaçırmak, ancak kötü insanların işidir.
Ben de 9 yaşındaki kızım Malia ile yaşıyorum burada. Onun için de büyük bir deneyim, çok seviyor burayı, pek çok kültürden insan var ve onun için bir öğrenme süreci, ayrıca burada 3 köpeğimiz var, onlarla oynuyor. Bizimle birlikte işler yapıyor. Burada çocuklu başka aileler de var ya da çocuğunu göremeyen anne babalar var, onlar Malia’da kendi çocuklarına olan özlemlerini gideriyor.
Gelecekte ne olacak bilmiyorum. Aslında kimse bilmiyor. Bunu düşünemiyoruz bile şu an. Bir gelecek planı yok, gelecek planı nasıl yapılır ki bu koşullarda. Sizin bir gelecek planınız var mı mesela?
Reza: İnsan azad bir şey, her şeyi yapabilir
Neden Avrupa devletleri Türkiye’ye altı milyar veriyor, neden savaş oluyor? Soru çok ama… Şimdi doğru olan ne, burada mülteciler ne yapabilirler? Bir yerde savaş oluyor, bir yerde birileri parayı götürüyor. Biz neden kendimizi anlatamıyoruz?
Dünya sonu olan bir şey… Neden bu işler yapılır, neden kaçakçılar var? Çok insan denizde öldü… Para gidiyor, mal gidiyor sonra da can gidiyor… Bu neden oluyor, hala bilmiyorum.
Türkiye’de çok yer gördüm. Yunanistan’da çok yer gördüm. Idomeni’yi de gördüm. Bazen şarkı yapıyorum, müzik dolduruyorum. Biliyorsun doldurmak nedir… Şu şarkımı yapsam burada, bir şey yapmış olacağım.
Burası mülteciye iyi değil, iş yok para yok, dil farklı. Başka memleketlere gitmek zor. Kaçakçı 1800-2000 euro istiyor. İş yok. Ya kampta ya sokakta kalacaksın. Ömrün hiç olacak. 10 sene sonra göreceksin, yine hiçbir şey yok, ömrün heder olmuş… Bu çok kötü.
Milyarlarca dolar çalanlar, başka insanların da yaşam hakkını çalıyor. Neden? Bunların hepsi hırs, para, yemek, sigara… Her yerde hırs var.
Devletler oyun yapıyorlar, normal insanlarla top gibi oynuyorlar. İnsan azad bir şey, her şeyi yapabilir… Biz devletleri çevirebiliriz, devletler bizim olabilir. Yoksa devletler her şeyi yapacak, bugün savaş, yarın savaş. Çok kötü.
Hepimiz Yunan toprağındayız, dikenli tel çektiler. Makedonya’da yok. Sırbistan’da kamplar var. Makedonya’da benim arkadaşımı 5 kere yakaladılar Yunanistan’a gönderdiler. Şimdi o da Idomeni’de, hiçbir yere gidemiyor.
İşte bu Ahmet Kaya’nın Ağladıkça’sı… Bunu çok söyledim Idomeni’de. Benimle beraber kalan bir yaşlı adam vardı, tar çalardı. Siz tar ne demek biliyor musunuz? Eee abi sonramız nasıl olacak?
Artıkişler – 2016 Selanik
Bir pasaportunuz ve Schengen vizeniz olması herhangi bir Avrupa ülkesinin havaalanında polis sorgusuna maruz kalmayacağınız anlamına gelmiyor. Berlin havaalanında Yunanistan uçağından indiğinizde kapıda mümkünse esmer tenleri ayırt etmek üzere bekleyen 3 polisle karşılaşıyorsunuz. Sizi değil de berikini mi seçecek diye ürkekçe beklerken önümüzdeki genç çocuğa doğru yaklaşıp onlarla mı birliktesin diye beyaz tenli Avrupalıları işaret ediyor. Hayır deyince yanına çekiyor. Biz geçip gidiyoruz.
Almanya’daki en etkin göçmen hareketi Devrimci Mülteci Hareketi ve Oplatz’tan (oplazt.net) arkadaşların medya toplantısına katılıyoruz. Hareketin uzun yıllardır içinde olan Bruno, en büyük sorunlardan birinin göçmenlerin kendi ülke hareketleri içinde gruplaşmaları olduğuna işaret edip medya araçlarının bunu kırmak üzere kullanılması gerektiğini tekrar tekrar vurguluyor. Burkina Faso’dan yaklaşık yirmi yıl önce iltica eden Bruno, göçmenlerin şimdi yaşadıkları ikinci sürgün yerleri olan kamplardaki koşullar o zaman da benzer zorlukta olduğunu söylüyor. İki yıl kentten kilometrelerce uzakta bir kampta kaldıktan sonra çalışma izni almayı başarıp önce Hamburg’ta sonra Berlin’de yaşamaya başlıyor. Göçmenlerin politizasyonu için çalışmaya ara vermemiş. Yakınlarda Brüksel’deki bir toplantıdan davet almış, ben gidemeyeceğim ama siz gitmelisiniz diyor. Sivil toplum kuruluşlarının sahte dayanışmalar örgütlediğini söylüyor. “Beni evimden alıp süper lüks otomobillerle bir iki saatlik toplantılara götürdüler, orada lüks otellerde konaklayıp yeyip içtikten sonra dönüyorduk”. Onlar da “dayanışma” diyor, ama sadece sözlerde. Kalpten söylemiyor yani…”
Oplatz hareketi, Oranienplatz’taki 18 ay süren meydan işgalinden alıyor ismini. İşgal hareketinin öncülerinden Turgay, işgal sırasında 100 kişilik bir grupla Almanya’daki pek çok başka şehre yürüyüş düzenlediklerini anlatıyor. Yolda gruba katılan insanlarla sayıları 500’e çıkıyor. Ama bu başka bir bölümün başlığı belki de…
Şehirdeki işgal binalarından biri olan eski bir ilkokula 200 kadar göçmenin yerleştirilmesi de meydan işgalinin kazanımlarından olmuş. Polisin birkaç baskını ve ev boşaltma çabası kısmen engellenmiş olsa da, baskın sırasında evden çıkmayı kabul edenler tekrar girememiş. Baskınlar sırasında direnen göçmenlerin yeni eylem biçimi türettiklerini de söylüyor Turgay: Çatı işgali.
Reboot FM’le aynı frekans üzerindeki We Are Born Free radyo istasyonunda program yapmaya başlayan Bino’nun söylediğine göre Oplatz hareketi göçmenleri epey güçlendirmiş. Hareketin doğuşuyla Almanya’nın güneyinde bir kasabada sıkışmış halde yaşarken kafileye katılıp Berlin’e geliyor. Kolonyal bir anlam ifade eden eski ismini (Patras Bwansi) değiştirip kendine Bino Byansi Byakuleka ismini vermiş. Kendi hikayesini anlattığı kitabına şuradan erişilebilir: http://www.mikrotext.de/books/patras-bwansi-lydia-ziemke-my-name-is-bino-byansi-byakuleka-double-essay/
Berlin’in özgürlük vadeden eski cazibesini yitirdiğini hissedebiliyoruz. Eski göçmenler ve yerlilerin tedirgin sohbetlerine katılıyoruz. Metro ve trenden, kent içinde gezinen polis gruplarından günlük yaşamda baskının kaygan biçimde, sinsice yayılmaya başladığına şahit oluyoruz.
Kreuzberg çevresindeki en büyük tehditlerden biri de kentsel dönüşüm. Çok uzun bir süredir eski göçmenleri de yerinden eden kentsel dönüşüm projeleri Kreuzberg’in çevresini sarmış durumda. Oranienplatz’ın yakınındaki Jakobstrasse üzerinde geçen hafta yapılan protestoların izlerini buluyoruz, yakılan arabalar, camları kırılmış lüks siteler, boya ve sprey izleri, utanç içinde penceresinden yabancılara bakan yeni yerliler..
Artıkİşler 2016 – Berlin
Almanya’da göçmen mücadele hareketlerinde yer alan Turgay’la, hareketin eylem, direniş ve işgallerle elde ettiği kazanımlardan ve son göçmen dalgasının etkilerinden konuştuk.
Artıkişler Kolektifi: Almanya’daki aktif göçmen örgütlerini nasıl tarif edersin?
Turgay: Bildiğimiz örgüt tarzı değil, Devrimci Mülteci Hareketi örneğin mültecilerin örgütlediği fiili bir sokak hareketidir. Refugee Movement ve Oranienplatz olarak biliniyor. Avrupa’da mekanın adıyla anılıyor hareket. O nedenle mekan önemli, mekanı kaybettiğin zaman siyasi etkisini yitiriyor. Oranienplatz işgalinde çadırlar önemliydi çünkü göçmenlere uygulanan izolasyonu kıran sembolik bir özelliği vardı. Polis saldırıp Oranienplatz’ı yıkınca ağaç işgal ettik, kadın arkadaş 5 gün kaldı ağaçta. İlk 2-3 gün su ekmek gibi ihtiyaçlarını vermedi polis. Bunun üzerine hemen karşı parkta 22 gün açlık grevi yaptık talepler belirleyip. Hukuken orada politik faaliyetlerimize devam edebilmemiz için iki çadır kurma hakkı verildi. Ama kurduğumuz çadır bir gece ateşe verildi.
Nasıl başlamıştı işgal?
Göçmenlere uygulanan ulaşım yasağı, yemek paketi, çalışma yasağı… Biz dedik ki bu yasakları tanımıyoruz. Eve Almanca’da ‘heim’ diyorlar ama biz, bunları izolasyon kampları olarak tanımlıyoruz. Hapishane gibi değil ama Avrupa’da öyle bir sistem kurmuşlar ki çok inceltilmiş yöntemlerle izole ediyorlar seni. Dışarı çıkman yasak değil ama ayda 40 euro para veriyorlardı biz kaldığımızda 2010, 2011’de. 15 euroluk da kuponlar var, onu veriyorlar. Sen nasıl çıkacaksın ki onunla, diyelim ki bir şehre gitmek istedin. Yasak ama gitmek istesen bile gidemezsin o parayla. Hem bu izolasyonu kırmak için hem de sokakta komünal bir hayat mümkün olabilir diye 1,5 sene değişik kültürlerden insanlarla bir arada yaşayabildik. Kış da geçirdik o çadırlarda. Devamlı orada kalmasak da, meydanı direnişin merkezi olarak kullandık. Ama orayla da kalmadık, sendikaları, partileri, konsoloslukları işgal ettik sınırdışı kararlarına karşı. 2012’den 2015’e kadar sürekli eylemlilikler devam etti. Önce lokalden başlayıp başkente taşıdık direnişi. Almanya çapına yaydık siyasal etkiyi. Sonra da merkezden durup yerellere otobüs turu düzenledik. Almanya’daki 18 mülteci kampına buradan otobüslerle gittik, her yerde eylemler yaparak. Mülteci kampının içinde, dışında, sokak işgalleri ve benzeri… Öyle yaydık yani. Sonra da bütün Avrupa çapına yaydık. Avrupa Birliği ülkelerinde mültecilerle ilgili yasalar aynı nüanslara sahip, mültecileri izole etmek, toplumdan dışlamak ve bunların gönüllü olarak geri dönmesini sağlamak ya da zorla sınır dışı etmek. O nedenle bu sınırlara karşı, frontex’e karşı Strasbourg’dan Brüksel’e yürüdük. Ondan önce bir delegasyon grubu oluşturduk ve Fransa’ya, Hollanda’ya, İtalya’ya gittik. Hem oralardaki mülteci gruplarıyla hem de anti-kapitalist hareketlerle görüşmeler yaptık. Sonra da bu gruplarla Strasbourg’da buluşup Brüksel’e yürüyüş yaptık.
Talepleriniz nelerdi?
Üç ana talep belirledik. Mültecilerin dolaşım yasağı ve mülteci kampları kaldırılsın, sınırdışılar durdurulsun. Dolaşım yasağı önce 30 kilometreyle sınırlıydı sonra eyalet dışına çıkma yasağı konmuştu. Mücadelenin sonunda dolaşım yasağı kaldırıldı mesela. Yemek paketi de kaldırıldı, aylık ücret vermeye başladılar.
Şu anda halen uygulanıyor mu?
Şimdi hepsi daha sert biçimiyle geri geldi. Şimdi daha kötü, sınırdışı uygulamaları var. Bazı ülkeler güvenli ülke ilan edildi; Balkan ülkeleri, Tunus, Cezayir, Fas, Afganistan, Türkiye, buralardan gelenleri hemen gönderiyorlar, diğerlerini de aşama aşama gönderiyorlar. Sonra o yemek paketi geri geldi. Her yerde mülteci kampları açıldı ve durumları insan hakları açısından bizim dönemimizden çok daha kötü. Şu an biz yeni gelen mültecileri örgütlemeye çalışıyoruz. 2013-14’teki dinamizmin şu anda olduğunu söyleyemeyiz. Fakat koşullar ne kadar kötü olursa olsun birileri örgütlemezse olmuyor. Kendiliğinden bir direniş olmuyor, birilerinin başlatması lazım. O yüzden biz direniş deneyimini yeni gelenlere dergiler, broşürler, filmlerle aktarmak istiyoruz, hem de yeni gelenlerle hazırlık toplantıları yapıyoruz. Çeşitli eylemler oluyor ama henüz öyle büyük bir direniş yok.
İltica süreci nasıl işliyor?
Dublin Anlaşması’na göre ilk parmak izin hangi ülkede alınmışsa oraya iade etme hakkı var. Herhangi bir AB ülkesinde parmak izin alınmamışsa burada iltica hakkına başvurabiliyorsun. Sonra seni bir mülteci kampına yerleştiriyorlar, ifadeni alıyorlar sonra bekliyorsun. Eskiden çok uzun zaman alabiliyordu, 3 yıl, 5 yıl hatta 20 yıl kampta kalan insanlarla karşılaştık biz burada. Hiçbir cevap alamamış. Biz mesela 18 yaşında bir çocukla tanıştık burada, mülteci kampında doğuyor ve hala orada yaşıyor iltica sürecinde… Sınır dışı edebilmek için yeni yasaları bu süreci daha hızlı sonuçlandırma biçiminde formüle ettiler. Almanya’nın genç nüfusa ihtiyacı var, bu hiç bitmiyor, o nedenle seçiyor. Kalifiye olanları seçiyor, çalışmaya istekli olanlara daha toleranslı. Çalışmaya hevesli olmayanları ya da kalifiye olmayanları direkt sınır dışı ediyor ya geldiği ya da parmak izinin alındığı ülkeye ya da Türkiye’ye. Toplu halde sınır dışı ediyorlar. Hemen hemen her ay toplu sınır dışılar oluyor.
Eski göçmenlerin dışlayıcı tavrından bahsetmiştin.
Eskiden gelip buraya yerleşmiş, işyeri açmış olanların çoğu yeni gelenleri istemiyor. ‘Bunlar geliyor, iş piyasasını düşürüyor, işte ne bileyim pisler…’ gibi şeyler konuşuluyor. Biz Oranienplatz’tayken burada sorunlar oldu özellikle Türkiye kökenlilerle. Bir kişi bıçaklandı mesela. Görüşmeler yaptık sonrasında, ‘nedir derdiniz’ diye sorduk? ‘İşte bunlar elleriyle yemek yiyorlar, zenciler geldi yerimizi işgal ediyorlar’ deniyordu. Ben de ‘eskiden bunu Naziler size karşı söylüyordu’ dedim. Eskiden barbar bunlar diyorlardı. Kadın resmi koyuyorlardı, işte bana dokunma falan. Şimdi de eski bakış açısı devam ediyor. Almanya’da ırkçılık bunun üzerinden yayılıyor, ‘bunlar çalışmıyor, devletten bedava geçiniyor, nasıl yaşanacağını bilmiyor’. Almanya’nın bazı eyaletlerinde mültecilere davranış kurallarıyla ilgili broşürler çıkardılar, eğitim falan yapıyorlar.
Eski göçmenlerle görüşmelerimizde ‘biz de sizden rahatsız oluyoruz dedik; güzel yemekler yiyorsunuz, güzel apartmanlarda oturuyorsunuz, duş yapıyorsunuz, kaşıkla yemek yiyorsunuz’. Şok oldular önce, sonra durumlarını anlattık; bu insanlar Libya’dan geliyor, orası bombalandı, insanlar ailesini, işini kaybetti. Bir süre sonra anlamaya başladılar keyfinden gelmediğini kimsenin. Bir kısmı sonra destek oldu, çay, yemek getirdi. Bunu diyalogla çözdük yani.
Türkiye’de de benzer bir durum var. Peki şu an göçmen nüfusu nedir Almanya’da?
Almanya’da şu anda 1 milyon olduğu söyleniyor göçmen sayısının. Türkiye’de göçmenlere karşı geliştirilen argümanlarla buradakiler çok farklı değil, ‘işimizi elimizden alıyor, piyasayı düşürüyor, devlet bunlara para veriyor, vergimizden yiyorlar’ gibi ama realite öyle değil. Almanya’da çalıştırılıyorlar mesela, kaldığın mülteci kampında saati 1 euroluk işler var, bulaşık, bahçe temizliği vs. Normalde saati 8,5 euro burada. Bir ekonomik yükten falan söz edilemez aslında Almanya açısından.
Kürt göçmenlere karşı tutum nedir?
Yeni yeni Kürt göçmenler gelmeye başladı. Mesela Ezidi Kürtlere daha açık, inanç baskısı gördüğü için daha hızlı transfer edebiliyor. Suriye’den gelenlere 1 yıla kadar toleranslı. Balkan ve Afganistan’dan gelenler öyle değil. Yaptığımız eylemlere Afganistanlı daha çok insan katılıyor, Suriyeliler daha az katılıyor mesela. Kavgalar da çıkıyor aralarında. Kürtlere saldırılar oluyor, Çeçen mülteciler Ezidi Kürtlere saldırdı en son mesela.
Siz nasıl örgütlendiniz bu parçalanmış gruplar arasında?
Daha önce politik mücadeleler içinde yer almış mülteciler vardı, biz birbirimizle konuşabildik. Kamptaki bir intihar olayı bizi etkiledi, orada kalan insanlar bu böyle olmaz dedik kendi aramızda, insanlar izolasyonla ölüyor. Erfuhrt’ta bir kamp yaptık ve Berlin’e yürüyüş fikri oradan çıktı. Parlamento burada, Berlin Almanya’nın merkezi. Ben Osnabrück’teydim, şehre 30 km uzak, Hollanda askerlerinin II. Dünya Savaşı’nda kullandığı bir askeri kamp. Bir insanla ya da medyayla diyalog kurma şansın yok. Yani oradaki sorunu anlatma şansın yok. Biz yine de orada çeşitli eylemler yapıyorduk ama lokal kalıyordu. O yüzden başkente yürüme fikrini geliştirdik. Bu eylem sorunun yeniden tartışılmasını sağladı, parlamento tartıştı, belediyeler tartıştı, sosyal hareketler tartıştı. İster istemez bir dinamizm oluştu.
Oplatz işgali nasıl sonlandı?
Oplatz, polis saldırıları ve ırkçı saldırılarla kırılamayınca içeriden bölme taktiğini uyguladılar, o etkili oldu mesela. Senatodan göçmenlere normal hayat vaadinde bulundular. İnsanlar o kadar zor şartlardan geçmişlerdi ki, kabul ettiler. Biz de mesela Türkiye’den bir milletvekiliyle görüştük. Berlin’de kalma hakkı ve oturum hakkı vereceğiz diye söz verdiler. İmzalı kağıt istedik, parlamentoya güvenmiyoruz dedik. Kağıdı vermediler, biz de bu kirli bir oyundur, meydanı terk etmiyoruz dedik ve parlamentoyu terk ettik. Diğerleri kabul etti bu sözü, 100’lerce kişi… Bunları önce apartmanlara yerleştirdiler şehirde ama uzun sürmedi, 3 ay sonra polis zoruyla hepsi boşaltıldı. Bunu kabul eden mültecilerden birisi mesela, Oranienplatz’ta kendine benzin döküp yakma girişiminde bulundu ama söndürdüler tabii… O zaman bizim haklı olduğumuzu gördüler anlaşmayı kabul edenler. İçeriden birileriyle işbirliği yapma metodu sömürgeci bir taktik. Bütün sömürgelerde böyle yapıyorlar. Bu sömürgelerde uyguladıkları taktiklerin aynısını uyguladılar burada Oplatz’ta da. Mesela bizim aleyhimize açıklamalar yaptırtıyorlardı göçmenlere.
Okul işgali nasıl gerçekleşti? Halen kalanlar var değil mi?
Çocuklar, kadınlar vardı, kışın kalmaları zor oluyordu meydanda. Okulu işgal ettik. 9 gün boyunca direndik ve işgali kazandık. O zaman belediye başkanı Mart sonuna kadar kalsınlar dedi ama o uzadı hep, çünkü sorun çözülmedi. Halen de devam ediyor. Polis boşaltmaya çalıştı, o zaman ilk çatı işgali gerçekleşti. Almanya’da yeni eylem formları oluştu göçmen hareketiyle, çatı işgali ve ağaç işgali gibi. Çatışmalar sırasında bir grup Romen terk etti binayı, şimdi sokakta yaşıyor onların bir kısmı. 300 kişi kalıyordu okulda, evsiz Almanlar vardı. Ortak yemekhane kurmuştuk, müzik yapıyorduk, dil kursları vardı. Mahkeme bizim lehimize karar verdi tabii belediye kağıt imzaladığı için.
Antoni Negri’nin dediği gibi kapitalizmin yeni hayaleti göçmenler mi, işçiler daha eski bir tehdit olarak mı kaldı?
Biz de işçiyiz aslında, göçmenler de potansiyel işçiler. Biz burada sendikalardan üye olma hakkı talep ettik. Çalışma hakkımız olmadığı için sendikaya üye olabiliyorsun ama bu hiçbir işe yaramıyor. Biz direnişe başlarken ‘refugee strike’ dedik yani mülteci grevi. Bu aynı zamanda bir sınıf meselesidir diyorduk. Çünkü herkes geldiği kolonyal yerlerin baskı ve sömürüsünden kaçıyor, buraya geldiklerinde de ırkçılıkla, kapitalizmle eziliyor, sömürülüyorlar. Biz de potansiyel işçi sınıfının içindeyiz ve sizinle sorunumuz aynı ve aynı yerde mücadele etmemiz gerek dedik. Sendika şubesini işgal ettik. Bruno dedi ya ‘hoşgeldin kültürü’nde problem var diye, bize ‘willkommen, hoşgeldiniz’ yazdılar önce. Biz binanın içinde kaldık tabii ve dedik ki bizi taleplerimizle ilgili yetkili biriyle görüştürün. Kabul etmediler ve sonra şöyle yazdılar, ‘Mülteciler hoşgeldi ama bizim evimizi işgal etmeye hayır’. ‘Burası bir sendika, eviniz değil, işçi sınıfını temsil etmeniz lazım, ne demek bizim evimiz. Bizim sorunlarımızla ilgilenmeniz lazım, biz de çalışma hakkı istiyoruz, sendikaya üye olmak istiyoruz’ dedik. O süreç boyunca mülteciler işçi sınıfı mıdır değil midir gibi tartışmalar yaptık ve sendikanın tabanındaki gruplarla da eylemler yaptık, hala da devam ediyoruz.
—
Oplatz hareketinin sitesi: http://oplatz.net/
Daily Resistance göçmen gazetesi: http://dailyresistance.oplatz.net/
Wearebornfree göçmen radyosu: http://wer.oplatz.net/
Tito’nun doğduğu kasabaya çok yakın, Yugoslavya düşüne çok uzağız. Zagreb’de bizi “söylediklerine göre” son yirmi yılın en büyük protestosu karşılıyor. Avrupa Birliği’ne üyeliğin krizleri çözmediği gibi yeni hükümetin uygulamaları Hırvat halkının damarına basmış. Binlerce insanı kentin meydanında buluşturan refleks, eğitim bakanlığının ders kitaplarına yönelik yenileştirme girişimlerine karşı oluşmuş. Böyle bir nedenle sokağa dökülmek bazılarını şaşırtıyor, en azından bizim temas ettiklerimizi… “Sadece ufacık bir neden olmalıydı” diyorlar, “bardağı taşıran bir damla”.
Yugoslavya kendi içerisinde göç dalgalarını, kısa veya uzun vadeli yaşamış halklardan oluşuyordu, sınırlar insanları yerinden etti. Balkan coğrafyasında yerinden edilen ve başka topraklara göç etmek zorunda kalan pek çoğunun halen hesaplaşmaları sürüyor, arada bir ortaya çıkıveren davalardan biliyoruz deniyor. Elbette yeni gelen göç dalgasını hoş karşılayacak bir halk yok. “Ne de olsa halen kapalı bir toplumuz” diyor Are You Syrious adlı göçmen dayanışma ağından Matija. Afganistan’dan dağları, ovaları yürüyerek ailesiyle göç eden Hasan’ın kent merkezine neden gitmek istemediklerini açıklamasına cevaben. Tramvayda, sokaklarda rahatsız edici bakışların arasında yürüyemediklerini söylüyor Hasan.
Balkan rotası açıkken Yunanistan, Makedonya, Sırbistan’dan sonra 700 bin göçmenin transit geçiş ülkesi olmuş Hırvatistan. Dublin anlaşmasıyla geri dönenler, Balkan rotasının kapanmasıyla kalanlar olmuş, bir süredir Zagreb’de ve civarında devlet gözetimindeki merkezlerde kalıyorlar. Are You Syrious, Zagreb merkezli bir dayanışma ağı. İnternet üzerinde örgütlenen grup, farklı kentlerdeki göçmen kamplarında gönüllü grupları organize ediyor. Aynı zamanda Zagreb’de ve kent çevresinde göçmenlerin hükümet gözetiminde tutulduğu iki ayrı kasabada ihtiyaçları gidermeye çalışıyor. Yaklaşık 400 civarında göçmen bu evlerde tutuluyor. Hukuki süreçten, sağlık giderlerine, entegrasyon ve sosyal ihtiyaçlarına kadar ellerinden geleni yapmaya çalışan onlarca aktivistten oluşuyor AYS. Zagreb’de göçmenlerin kaldığı Hotel Porin’in arkasında ufak ufak başlayan bir bahçe girişimi ve çocuk parkını anlatıyor Matija. “Buraya her gün geliyorum. Bazen sadece sohbet ediyoruz. Geçen haftalarda 350 kişi kalıyordu, şimdi bu sayı 170’e düştü. Son bir haftadır aileleri zorla, kentin 100 kilometre dışındaki kasabaya taşıdılar. Arap göçmenlerin iltica başvurularını reddetti Hırvatistan geçici hükümeti. Elimizden geleni yapıyoruz, özellikle burada kalmak isteyenler için. Arada sırada ortadan kaybolanlar oluyor çünkü genelde burada kalmak istemiyorlar, fakat buradan da geçiş seyrekleşti. Sıklıkla Sırbistan, Macaristan rotasını izliyorlar. İdomeni’nin kapanması ve Balkan rotasının bitişi göç dalgasını pek de değiştirmedi, bu en çok kaçakçıların işine yaradı, sınır köylerinden gruplar halinde geçişler oluyor. İnsan kaçakçıları Sırbistan, Macaristan sınır bölgesindeki telleri kesiyor ve göçmenleri tellerden içeri alıyor. Göçmenlerin tellere dokunması suç unsuru ve hapis cezası alıyorlar. Tellere dokunmadıkları sürece mülteci kabul ediliyorlar. Göçmenleri Hırvatistan’dan İtalya’ya ulaştıran kaçakçı sayısı çok yüksek. Yakalanıp buraya geri gönderilenler tekrar kaçakçılarla anlaşıp tekrar deniyorlar geçişi. Bosna-Hersek üzerinden geçiş göçmenler için direkt bir hat, fakat Bosna çok dağlık bir bölge, bu da büyük bir risk, o nedenle genelde önce Sırbistan sonra Hırvatistan üzerinden geçmeyi tercih ediyorlar. Burada bekleyenlerin yaşam koşulları diğer kamplara göre kısmen rahat. Özellikle İdomeni yakınlarındaki kampların hali çok kötü. O nedenle haftaya ben de Selanik’e gideceğim, gönüllü ihtiyacı çok yüksek orada.”
Zagreb’in 1,5 saat uzağındaki eski sanayi kasabasının girişinde, kapısında özel güvenliğin beklediği misafirhane görünümünde göçmenlerin kaldığı merkez. “Resmi belgeniz yoksa içeri giremezsiniz” diyor görevli. Arkaya dolanıp, tel örgülerin arasından önce birkaç kişiyle konuşuyoruz. Sonra giderek büyüyor grup. “Burası nasıl, yolunda mı her şey” diye soruyor Matija. “Yemekleri Porin’den daha güzel” diyorlar gülerek. Bunun dışında, ne sağlık hizmetleri, ne hükümetten başvurularına bir cevap.
Bekleyiş sürüyor…
http://areyousyrious.org/
https://www.facebook.com/areyousyrious
Atina’da sokaklar, özellikle dayanışmanın hissedildiği mahallelerdeki rengârenk duvar yazıları nerede olduğumuzu tekrar hatırlatıyor. Yazıların ve afişlerin çoğunluğu dayanışma üzerine… Macar yazar György Dalos’un “1985” isimli romanı, George Orwell’in “1984” romanının iyimser bir devamı gibidir. 1984’teki imparatorluklar bir işçi devrimi ile yıkılır, ancak proleterya da uzun süre iktidarda kalamaz. 1985 yılı bu yüzden belirsizliklerin ve kaosun yılıdır. Ancak insanlar umutludur, diktatörlük rejimi sonrasında birlikte yazılacak bir geleceğin belli belirsiz dili duvar yazılarıyla anlatılır romanda. Bu nedenle roman çoğunlukla duvar yazılarından ibarettir. Atina’da dayanışmanın mahallelerinde duvar yazılarını okumaya başladığınızda da bugünün Avrupa’sının iyimser görünümlü bir distopyasını görmek mümkün. Onlarca yazı içerisinde algıda seçicilik: “Berkin Elvan kardeşimsin” yazılamasının altında Alexis imzası var. Biraz daha ilerde aynı stickerlar her yerde: “Lady’s and Gentelman, Aleppo is Burning / Halep Yanıyor”.
Atina’da Victoria Meydanı’nın hemen aşağısında Avrupa’nın en iyi oteli City Plaza Hotel bulunuyor. 400 kişinin kaldığı otelde konukların yarısı Suriye, Irak, İran, Afganistan, Filistin ve Pakistan’dan çocuk göçmenler. Ekonomik ve Politik Sığınmacılarla Dayanışma İnisiyatifi’nin kararıyla birkaç ay önce işgal edilen otele sınırın kapanmasıyla kentin çeperindeki kamplardan şehre gelen göçmenler yerleşmiş. İhtiyaçlar, dayanışma hareketinin yürüttüğü kampanyalarla ve etkinlik gelirleriyle karşılanıyor. Otelin bulunduğu göçmen mahallesi sağcı grupların gösteri yaptığı meydana yakın bir bölgede. İnisiyatiften Olga, ilk zamanlar ırkçı saldırılar yaşandığını ama sonrasında dayanışmanın büyümesiyle saldırıların durduğunu söylüyor. Atina’da göçmen dayanışması hayli canlı. Kent sokaklarının herhangi bir köşesinde yeni bir göçmen işgal eviyle karşılaşmanız olası. “Atina’da çok sayıda boş ve terk edilmiş bina var, kriz sonrası sayıları artan boş binalarda şimdi çok sayıda göçmen kalabiliyor” diyor Olga. School 2 – 2o Filoxenio Prosfigon, Politeknik, Themistokleus üzerinde iki squat, Notara, Strephi Squat, School, Hotel Oniro, Dervenion, Cat’s Spirit, ve Steki Metastanon sosyal merkezi göçmenlerin kaldığı ve bir araya gelebildiği dayanışma alanları. Mekanların çoğunda video ve fotoğraf yasağı var.
En iyi bilineni, “Birlikte yaşıyoruz dayanışmamız kazanacak” mottosuyla City Plaza Hotel, hem ziyaretçileri, etkinlikleri ve kampanyalarıyla hem de mekan içerisindeki örgütlenme yapısıyla epey dikkat çekici. Çocukların türlü oyunları, neşeli çığlıkları ve koşturmacaları arasından ortak alana erişebiliyoruz. Otelin ziyaretçileri arasında kampanyaya da destek olan Sandro Mezzadra ile karşılaşıyoruz. EuroNomade üyesi, Brett Neilson’la ortaklaşa yazdıkları “Border as Method Or, the Multiplication of Labor” adlı kitabıyla da bilinen Mezzadra, City Plaza’ya “AB’nin Yeni Sınır Rejimi” adlı bir konuşma için gelmiş. Konuşmasında Avrupa Birliği’nin hegemonik sınır rejimlerinden göçmen ekonomilerine, emek ve işgücü ve dayanışma hareketlerinden bahsediyor. AB sınır rejimlerinin hareketliliğin kontrol edilmesi üzerine kurulduğunu söyleyen Mezzadra’ya göre bu rejimler, göçmenleri illegalize ediyor, bu nedenle sınırları marjinalleştiriyor ve bugünün sınır imajlarını kapı, duvar, tel örgüler, kamplar ve çadırlar etrafında oluşturuyor. “Bugün bu algılarla ve kontrol mekanizmalarıyla mücadele etmek gerekiyor. Sosyal hareketlerde çalışan insanların Fortress Europe/Avrupa’nın Surları imgesini eleştiren yaklaşımları da bu anlamda birleşiyor. Bugün Yunanistan’daki kamplar ve çadır imajları aslında Almanya’da ve diğer kuzey Avrupa ülkelerinde çalışan Yunan işçilerinin yaşam koşullarını hatırlatabilmeli. Dolayısıyla bugün göçmenleri bu sınır rejimlerinin kurbanları olarak gören ve sorunu tek boyuta/sınır sorununa indirgeyen yaklaşımlar oldukça tehlikeli. Avrupa’nın sınırlara ihtiyacı var çünkü hem göçmenlerin geçişini engellemesi hem de yeni sınır rejimlerini yeniden organize etmesi ve Avrupa vatandaşlığı etrafında yürütülen hiyerarşik hareketliliği sürdürebilmesi gerekiyor. Fakat göç hareketlerinin hegemonik sınır rejimini tehdit eden gücünü de görmek gerekli. Bugün dayanışma hareketleri açısından baktığımızda ihtiyacımız olan şey organik olmayan yapılanmalar yerine acil müdahaleleri içeren özyönetim biçimleri. Sınır rejimleri durmaksızın şiddet üretiyor ve bununla mücadele etme yöntemlerini dayanışmacı sosyal hareketler belirleyebilir. Göç siyasetini ele geçirmeye çalışan sivil toplum örgütleri ise konuyu depolitize ediyor”.
Mezzadra’ya göre göçmenler Yunanistan’da ne yapıyor sorusunun tek bir cevabı var: “Bekliyorlar. Peki bu bekleme edimini nasıl politize edebiliriz? Bunun etrafında oluşan ve oluşacak olan dayanışma hareketlerinin örgütlenmesi ve konuyu beraber tartışması gerekli”. Konuya kitabında olduğu gibi emek açısından da değinen Mezzadra, göçmen kamplarına emek gücünün geçirgenliği olarak bakarsak göçmenlerin yeni Avrupa proletaryasının belirleyici aktörleri olduğunu görebiliriz, diyor. “Bugün Cezayir’den Fransa’ya göç edenler artık büyük fabrikalarda çalışmayacak, bir işten diğerine geçecek ve çok büyük ihtimalle yeni Avrupa proletaryasını oluşturacak”.
Avrupa’nın en iyi otelinde bir oda rezerve etmek istemez misiniz? http://www.best-hotel-in-europe.eu/
http://solidarity2refugees.gr/refugee-accomodation-center-city-plaza/
Artıkişler Kolektifi, Haziran-Temmuz 2016
Atina Göçmen Dayanışma Hareketi’nden Olga ile konuştuk: “İşgal etmek bir amaç değildir, ihtiyacı olan insanların barınması için bir araçtır”
1990’lı yıllar, Yunanistan’a kitlesel göçün başladığı yıllar oldu. Çünkü daha önce, Yunan vatandaşları Kuzey Avrupa’ya ve Amerika’ya göç etmekteydiler. Bu nedenle Yunanistan’da göçten bahsettiğinizde önce Yunanlılar kendi göçlerinden bahsedildiğini sanıyorlar. Göç kavramının Yunanistan’daki halklar için çok derin, tarihsel bir belleği var. Ancak 1990’larda Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Balkan coğrafyasındaki değişimin sonunda göçmenlerin de Yunanistan’a gelebildiğine tanık olduk. Özellikle 90’lardan itibaren Arnavutluk’tan Yunanistan’a kitlesel bir göç başlamıştı. Bu dönemde çok sert bir ırkçılık ortaya çıktı Yunanistan’da. O zamanlarda birçok reformist gazetenin bile Arnavutlar hakkında çok rahatsız edici başlıklar attığını hatırlıyorum. 1990’larda “Arnavut olmak” hakaret gibi algılanmaya başlamıştı. Bu dönemde bazı yoldaşlarla birlikte göçmenlerle ve mültecilerle dayanışmak için bir grup oluşturmuş ve Excharhia’da bir sosyal merkez açmıştık ki bu merkez hala çalışmalarını sürdürüyor. Bu merkezde ücretsiz Yunanca ve diğer dil kurslarından, yasal destek masaları oluşturmaya kadar faaliyetler organize ederken, bir yandan da göçmenlerin sorunlarını politik düzlemde tartışıyorduk. Bir yandan da göçmenlerin kendi organizasyonlarını, kendi kolektiflerini oluşturması için çalışmalar yürütüyorduk. Bu nedenle sloganımız, “Varlığımız ancak bize artık ihtiyaç duyulmadığında anlamlı olur”du. Göçmenler ve mülteciler toplumdaki herkesle eşit haklara sahip olmalıydılar ve bizim onlar adına konuşmamızdansa onların kendi hakları için de mücadele edebilecek bir kolektif yapıya sahip olmaları gerekiyordu. Bu nedenle Yunanistan’da göçmenlerle yürütmekte olduğumuz mücadelenin böyle bir geçmişi var. Bu yaz Atina Irkçılık Karşıtı Festivali’nin 19. yılını düzenleyeceğiz. Her yıl 30-40 bin katılımcı bu festivale geliyor.
City Plaza Oteli dört farklı kolektif tarafından yürütülüyor. Bu işgal otelinin dışında bu amaç doğrultusunda ilk işgal evi Atina Excharhia’da 2015 Ekim ayında kuruldu. O günlerde de Victoria Meydanı’ndaki bu oteli hep görüyorduk ve otel hakkında bazı fikirler geliştiriyorduk. Sınırlar açıktı, insanlar burada sadece birkaç günlüğüne kalıyorlardı ve sonra yollarına devam ediyorlardı. Bu nedenle yerleşim burada çok da öncelikli bir sorun değildi. Bu yüzden önceliğimiz daha çok yemek temini ya da tıbbi destek oluyordu ilk dönemlerde. Göçmenlerin yolculuk rotasını takip ederek dayanışmayı sürdürmeye çalışıyorduk.
Ancak, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile anlaşması sonrasında sınırlar kapanınca, buradaki insanlar için kalıcı mekanlar oluşturmanın acil bir ihtiyaç olduğunu düşünmeye başladık. Bu aynı zamanda farklı bir politik söyleme de denk düşüyordu. Halen sınırların açılması ve herkes için dolaşım özgürlüğü için mücadele vermeye devam ediyoruz. Bununla birlikte, buradaki halkla da “artık burası bir geçiş alanı değil, insanlar burada bizimle yaşayacaklar” gerçeğini tartışmaya başladık. “Hoşgeldiniz” demek, sadece göçmenlere yemek vermekten ibaret değildir. “Hoşgeldiniz”, gelenlerin de sizinle birlikte bir yaşam alanına sahip olduklarını kabul etmek anlamına gelmelidir. Bunu kabul etmek de insanlar için kolay olmuyor. Herkes şunu söylüyor: “Zavallı göçmenler, çok zor durumdalar, onlara yiyecek vs vermek gerekiyor”. Bunu önemsiz görmüyorum, aksine bu farkındalık da çok önemli. Ancak insanlar halen mevcut toplum yapısının biraz değişeceği / değişmesi gerektiği gerçeğine mesafeli bakıyorlar. 50 bin göçmen, Yunanistan nüfusu ile karşılaştırdığımızda çok düşük bir oran. Anaakım medyada tarif edildiği gibi bu göçmen nüfusunun toplumsal yapıda dramatik bir dönüşüme neden olması pek mümkün değil.
Bu “kabullenme” de aslında bir süreçtir, bugünden yarına değişecek bir şey değil… Bu oteli örnek alalım, burada 400 kişi kalıyor. Küçük bir köy nüfusu kadar… Böyle bir köyün de kendi dili, kendi alışkanlıkları ve geldikleri, büyüdükleri toplumun yapısı sonucu bir ortak alışkanlıkları olması ve kendi toplumsal yapılarını sürdürmeleri gerekir. Burada, bizimle birlikte yaklaşık 450 kişi yaşıyor. Birçok kişinin çok farklı toplumsal geçmişi var ve farklı hayat tarzlarını bırakıp gelmişler. Buraya ilk defa gelen her aileye ya da kişiye burasının nasıl yürütüldüğünü anlatıyoruz. Burada bir ücret ya da beklenti karşılığında insanların çalışmadığını, devletten ya da bir sivil toplum örgütünden destek almadığımızı, her şeyin dayanışma ile gerçekleştirildiğini ve kişilere özel bir uygulama yapılmadığını anlattık. Yani birlikte temizliyoruz, birlikte pişiriyoruz, birlikte yiyoruz, kolektif yaşamaya çalışıyoruz. Aynı politik düşünceden olmayan insanlara da bunu elimizden geldiğince anlatmaya çalışıyoruz. Bunu Somali’den gelen kadına anlattığımızda, birden heyecanlandı: “Yani askeri kamplar gibi değil mi?” Bu cevaba biraz moralimiz bozulsa da yeniden her şeyi anlatmaya çalıştık. Burada yaşayan bazı insanlar bizim “iyi insanlar” olduğumuzu düşünüyor, bazıları bu süreçten kesin bir kazancımız olduğunu düşünüyor. Burada kaç kişi, bizim tam olarak nasıl bir politik ve sosyal amaçla burada olduğumuzu, savunduğumuz hakları, müşterek yaşama dair düşüncelerimizi biliyor emin değilim. Geçenlerde iki göçmen arasındaki tartışmada biri, “buranın müdürü ile görüşmek istiyorum” dedi. Ona, uzun süre burada müdür olmadığını, burada bir hiyerarşinin olmadığını anlattık. Buraya gelen birçok insan hiyerarşinin kurumsallaştığı toplumsal yapılardan geliyorlar. Konuşma yapmak yerine toplantılar, forumlar düzenlemek, rizomatik ilişkiler oluşturmak çok garip gelebiliyor. Yani bir beceriye ve yeteneğe sahip olunca bunu bireysel bir ayrıcalık ve güç gibi kullanmaktansa bunu kolektif bir duyguyla paylaşmak gerektiğini söylemek ve bunun önemine insanları inandırmak pek de kolay bir şey değil. Bizim de bu konuda geniş bir deneyim ve birikimimizin olduğunu söyleyemem. Bu nedenle sürekli her kararı ya da uygulamayı defalarca tartıştığımız da oluyor. Ancak birkaç kişiyle, mesela Kobané’den gelen göçmenlerle benzer bir anlayış içinde olduğumuzu söyleyebilirim.
Kadına yönelik şiddet konusunda da net kurallarımız var. Bir erkek karısına ya da başka bir kadına şiddet uygularsa buradan atılıyor. Kadınsa burada kalabilir ya da erkekle beraber buradan ayrılabilir, bu onun tercihi oluyor. Fakat kadınla bu durumu detaylı biçimde konuşuyoruz.
Burada mücadeleye katılan ve aynı zamanda da bu koşullarda “bekleyen” insanlar var. Bu bekleyiş de özgürlüğe ulaşma sürecinin kendisidir. Yani bir çadırda bekleyerek değil, aynı zamanda hakları için mücadele ederek… Birlikteyken “gücümüz” olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Bu nedenle burada göçmenler, City Plaza Oteli’nin yönetimindeler. Otelin teknik sorunlarının çözülmesinden, göçmelerin anadilde eğitim görmesi için öğretmen teminine kadar her aşamada birlikte çalışıyoruz. Yani burada “biz burada sadece kalıyoruz” düşüncesinde değiller. Dayanışmadan insanlar otelin idaresinin her aşamasında göçmenlerle birlikteler. Bununla birlikte örneğin aşırı korumacı olmamaya çalışıyoruz. Bir göçmenin hastaneye gitmesi gerektiğinde onun elinden tutup hastaneye götürmenin bir yöntem olmadığını düşünüyoruz. Yolu ve yordamı tarif ettiğinizde, City Plaza’dan çıkıp bir hastaneye gidebilirler ve tedavi olabilirler. Elbette dil bir sorun iletişim konusunda… Ama artık burada yaşıyorsanız bir şekilde insanlarla iletişimi kendiniz kurmanız gerekecek. Şehri biliyor olmanız, yani kendinizi idare edebilecek olmanız da gerekecek. Çünkü artık bu toplumun bir parçası oluyorsunuz.
Bu işgal evi politik bir projedir. Belki de bir ay sonra burası olmayacak. Bu nedenle burası resmi bir “iltica” merkezi değil. Elbette burası tıbbi yardımdan eğitime kadar birçok konuda bir merkez gibi işliyor olabilir ama bunun ötesinde yasal iltica konusunda danışmaları için başka merkezlere insanları yönlendiriyoruz. Yunanca kursları konusunda insanlar sosyal merkezlere gidiyor. Burada Yunanca kursu vermiyoruz. Bu politik bir karar. Çünkü insanların dışarıya çıkması, sosyalleşmeleri, toplumla nasıl iletişime geçmelerini öğrenmeleri gerekiyor. Örneğin buradaki çocukları Eylül’de başlamaları için Cuma günü ilkokula kayıt olmaya götürdük. Sabah sekiz buçukta resepsiyonda buluşup çocuklar için gerekli belgeleri düzenleyip dokuz buçukta okula gitmeyi planlıyorduk. Oysa sabah sekiz buçukta onlarca çocuk çoktan hazırlanmışlar, çok güzel giyinmişler, okul çantaları ve ellerinde belgelerle bizi resepsiyonda bekliyorlardı. Hepsi “Okula gidiyoruz” diyerek neşe içinde yürüyorlardı. Komik bir durumdu çünkü Haziran ayındaydık ve aslında o gün okulun son günüydü. Ama o gün okula gidişimiz, tüm çocuklar için geleceğe yönelik bir umuttu. Yani belki bir-iki ay sonra buradan ayrılacaksınız, başka bir ülkeye gideceksiniz ama ayrılmazsanız da Eylül’de çocuğunuzu okula götürmeniz gerekecek. City Plaza’da nüfusun neredeyse yarısını Suriyeliler, diğer yarısını da Afganlar oluşturuyor. Afgan çocukların hepsi okula kayıt oldular. Suriye’den ve Irak’tan sadece birer çocuk okula kayıt yaptırdı. Bu aynı zamanda buraya nasıl baktıklarını ve aynı zamanda Avrupa Birliği politikalarının insanların yaşamlarını belirlemede ne kadar etkili olduğunu gösteriyor.
City Plaza Otel, 7 yıldır borçlarından dolayı boştu ve satılamıyordu. Bu nedenle her durumda burayı yasal bir statüye kazandırmamız mümkün değildi. Özel mülkiyeti bir işgal evine dönüştürmemiz bizim için de büyük bir risk. Ama burası boşaltılsa da boşaltılmasa da bu finansal değil, politik bir sorun. Çünkü buradaki 400 kişiye başka bir barınma olanağı sağlayamadan burayı boşaltamazsınız. Dolayısıyla bu belirsiz durumdan da faydalanarak burayı göçmenlerin barınması için kullanıyoruz. Bina, yasal olarak sorunlu olsa da sosyal ve politik anlamda bir avantajımız var. Burası elbette ki göçmenlerle dayanışmamızı göstermemiz açısından önemli bir yer ama aynı zamanda kapitalizm altındaki özel mülkiyetin ne anlam ifade edebildiğini de böylece tartışabiliriz. İşgal etmek bir amaç değildir, ihtiyacı olan insanların barınması için bir araçtır. O nedenle burayı bir işgal evi gibi görmektense burayı “Göçmenler İçin City Plaza Oteli” olarak tanımlıyoruz. Bir yandan da şu soruyu soruyoruz: Kullanımda olmayan özel mülkiyet, barınmaya ihtiyacı olan insanlar için kullanılamaz mı? Yani toplum için hangisi daha önemli, insanların barınma hakkı mı, yoksa kullanılmayan bir binanın mülkiyeti mi? Böyle durumlarda en azından kapitalizmin temel kanunlarına tırnaklarını geçirebiliyorsun ve “neden?” diye sorabiliyorsun… City Plaza Oteli bir çözüm değil, sadece nasıl olabileceğine dair bir örnek… İşgal evleri 50 bin göçmenin yerleşimi için asla kalıcı bir çözüm olamaz. Ancak bu bir örnektir. Dayanışma ile mücadele içinde olacağımızın bir örneğidir.
Burası, Victoria Meydanı, faşistlerin daha çok yaşadığı bir bölge. Burası uzun yıllar göçmenler için çok tehlikeli yerler oldu. Altın Şafak üyeleri yakalanana kadar göçmenler buradaki “güvenlik” elemanlarından korkardı. Buraya gecede 4, 5 saldırı oluyordu. O nedenle City Plaza’nın burada bizim için varlığı daha önemli çünkü şehrin herhangi bir yerinde faşistler tarafından kontrol edilen bir yer istemiyoruz. Bu nedenle City Plaza Oteli, göçmenler için barınma hakkının ötesinde özel mülkiyetin sorgulanmasından, dayanışmayı yaymaya ve faşizmle mücadeleye kadar genişleyen anlamlar içeriyor.
Pelin Tan –
Mardin’de müşterek pratikler, öteki pedagojiler
Scroll Down for English
1990’larda İstanbul’un bazı kent merkezleri göçmenler, kayıt dışı olanlar ve mülteciler için Avrupa yolculuklarından önce önemli birer duraktı. Bunlardan biri olan Tarlabaşı, özellikle Anadolu’dan zorunlu göçe tabi tutulan Kürt aileler, güvencesiz iş koşullarında çalışmak üzere Karadeniz bölgesinden gelen işçiler ve diğer sigortasız yurttaşların yoğun olarak yaşadığı bir yerleşim bölgesiydi. Afrikalı mülteciler ve kayıt dışılar ise bu bölgede kiraladıkları bir apartman dairesinin küçük odalarında sıkışmış bir halde birden fazla aileyle aynı odayı paylaşıyor, kadınlar emek sömürüsünün yüksek olduğu tekstil atölyelerinde kayıt dışı çalışıyorlardı. Hastanelerin mültecilerin tedavisini reddetmesi, siyahi kadınların sokakta tacize uğraması ve herhangi bir durumda toplumun mültecileri suçlu bulması kanıksanmış sosyal vakalardı. Türkiye’de henüz resmi mülteci kampları açılmamıştı ve bütün kayıt dışı insanlar, insan kaçakçıları aracılığıyla Bulgaristan ya da Patras’daki (Yunanistan) kamplara gitmeye çalışıyorlardı. Afrikalı mülteciler İstanbul’daki kent mekanlarının hayalettleri idiler; görünmezdiler. Bir keresinde içlerinden birisi bana Tarlabaşı’nın bir mülteci kampı, görünmez duvarlarla kuşatılmış bir getto olduğunu ve orada olduğu için kendini mutlu hissettiğini söylemişti.
Tarih 2014; Geceyarısı, Antakya’dan kalkan Cizre-Nusaybin gece otobüsündeyim. Beş çıplak ayaklı Suriyeli kadın, farklı yaşlardan on çocukla otobüse yetişmek için koşuyorlar. Saldırı altındaki Humus’tan kaçıp Antakya sınırını geçmişler; belki Nusaybin kampı onlara ev sahipliği yapacak.
Tarih 2015; 17 yaşındaki Suriyeli mülteci Muhammed, Mardin il sınırından Suriye’ye sınırdışı edilmeden önce iki günlüğüne yatacak bir yer bulmak için beni fakülteme kadar takip ediyor. Mardin Göç İdaresi’nin çaresiz müdürü yeni gelenlerle birlikte aşırı iş yükü altında ve bu genç adamı nerede ağırlayacağı hakkında bir fikri yok. Muhammed, Humus’tan kaçmayı başarıp Antakya sınırı yoluyla Türkiye’ye geçerek Taksim Meydanı’nda iş aradığı İstanbul’dan henüz döndü. Suriye’deki ailesi onun güvende olacağı ve eğitimine devam edeceği umudunu taşıyor. İş bulamadığı için Suriye’ye, Mardin Şenyuva kapısından çıkışını yapacak ve Suriye ordusuna katılacak çünkü Suriye’de hayatta kalmasının tek yolu bu. O sıralarda bir mimarlık öğrencimin ailesi İzmir’den Sakız Adası’na insan tacirleri ile anlaşarak kaçmayı planlıyorlar.
18 Mart tarihli AB-Türkiye Anlaşması mültecilerin ve göçmenlerin Avrupa’ya girişlerini önleme amacını taşıyor ve Yunanistan’ın sınırından giren herkesi Türkiye’ye geri yollaması bekleniyor. AB’nin bunun karşılığında mültecilerin ve göçmenlerin şartlarını iyileştirmek için Türkiye’ye üç milyon Euro vereceği konuşuluyor. Anlaşma ayrıca Türkiye ve Yunanistan’ı bu insanlık felaketinin etkisini azaltacak tampon bölgeler olarak tanımlıyor. Sözde insanlık kurtuluyor, kaçıyor ve hayatta kalıyor. Bölgeden bölgeye dokunarak, akışkan sınırlardan sürüklenerek, geçmişi terkederek, “yaklaşan” bir ikametgahı ortaya çıkararak.
Şu anda Türkiye’de 2,715,789 kayıtlı Suriyeli mülteci ve AFAD tarafından inşa edilmiş 25 organize kamp bulunmaktadır. Bu kampların büyük çoğunluğu 2012 ve 2013 yıllarında inşa edilmiştir. Diğer kamp örnekleri dayanışma grupları ve yerel yönetim kurulları tarafından yönetilen, kendiliğinden örgütlenmiş geçici yerleşkelerdir. 2013-2014’te Şengal ve Kobane’den Türkiye’ye kaçan Ezidi topluluklarına yönelik geçici çadır kampları, ağırlıklı olarak mevcut binalarda kurulan veya Mardin ve Suruç civarındaki ilçelerde kendiliğinden ortaya çıkan çadır kamplardı. Bu yerleşkelere insani yardım ve dayanışma amacıyla başta bölgedeki Kürt belediyeler olmak üzere dayanışma grupları ve pek çok uluslararası sivil toplum kuruluşu destek verdi. Mültecilerin pek çoğu kendi aşiretleri ve aileleri etrafında örgütlenmişti ve müşterekleşme pratiklerinin ihtiyaçlarına göre geçici tasarım çözümleri yaratıyorlardı. Örneğin, Mardin’in yakın zamanda inşa edilmiş yerel otogarı, belediye ve dayanışma örgütleri tarafından yeniden organize edilerek Şengal’den gelen 600 civarında mülteciye ev sahipliği yaptı. Kampın mutfağı topluluğun lider ailesinin gençleri tarafından çalıştırıldı. Gönüllü yerel öğretmenler Mardin’den gelen büyük çadır okulda eğitimin sürmesini sağladılar. Geçici ikametlerle böylesi bir yaşam biçimini yaratmak müşterek pratiklere dair farklı öz örgütlenme modellerine de imkan sağlıyor. Pek çok göçmen boş bir binayı işgal ederek ya da kendi imkanlarıyla barınarak ilçede yaşıyor. Bazı yurttaşlar kendi evlerini onlara açarak yardım ediyor. Örneğin, Mardin’in kamusal alanında küçük aşevi, ikinci el giysi ve diğer ihtiyaçların bulunduğu bir nokta haline gelmiştir ve buna benzer pek çok dayanışma amaçlı taban örgütlenmesi mevcuttur. Bu tip pratikleri “altyapı” olarak adlandırıyorum: müşterekleri harekete geçiren bir altyapı.
Başka bir sınır altyapısı da diğer pedagojileri müşterekler olarak ele alan bir bilgi paylaşım platformu olarak Sessiz Üniversite’dir .[1] Burası, ikamet statüleri yüzünden bilgi ve becerilerini paylaşamayan akademisyenlerin, diplomaları tanınmadığı veya başka bir nedenle akademiye yeniden dahil olamadıkları için bir araya gelen otonom bir bilgi paylaşım platformudur. Sessiz Üniversite’de eğitmen, sanatçı, danışman ve araştırmacı olan mülteciler, sığınmacılar ve göçmenler tarafından veya onlara yönelik olarak kurslar ve anahtar konulara dair spesifik araştırmaların yanı sıra, mülteci veya sığınmacı olmanın ne anlama geldiğine dair kişisel izlenimler gibi farklı yollardan bu platforma katkıda bulunurlar. Avrupa’da Sessiz Üniversite’nin şubesleri farklı inisiyatifler tarafından kuruldu. Şu anda Amman, Atina ve Midilli şubelerini oradaki yerel aktivist ve sanatçılarla başlatmaya çalışıyor. Böylesi zorunlu ve acil şartlar altında mültecilerin durumuna ve ihtiyaçlarına odaklanmanın daha öncelikli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca Sessiz Üniversite’nin Atina ve Midilli Adası’ndaki mülteci merkezlerinde yürüttüğü bazı toplantılarda, mültecilerin seslerini duyurabilmeleri için böyle farklı platformlara ihtiyaç olduğu kanıtlandı. Örneğin, Aralık 2015’te Atina’daki Steki mülteci merkezinde organize edilen meclise, Midilli’den henüz gelmiş olan ve insan kaçakçılarıyla İsviçre’ye gitmek için pazarlık yapan bir mülteci çift kısa süreliğine de olsa katılmak istediğini belirtmişti.
Gündelik hayat deneyimlerimiz, mülteci birliğine dahil oluşumuz ve alanların çelişkisi mekânsal kozmosumuzu etkiliyor. Bugün ve yarın; pedagojilerimiz dönüşecek, sığınağımızın anlamı değişecek, hareketlerimiz bütünleşecek; kolektiften bitimsiz yekvücut olmaya doğru gideceğiz. Yüzün etiğini kurmak ve korumak sadece “öteki” üzerinden geçmeyecek ya da deneyimleymeyeceğiz; ben ve öteki aynı öznenin parçaları haline geleceğiz.
“Ötekinin aşırı güvencesizliği olarak yüz. Ötekinin farkındalığı olarak barış.” Levinas.[2]
İngilizce’den Çeviri: Başak Altın
The Ethics of Face
Pelin Tan
In the 1990s, some of the urban centers of Istanbul were passages for migrants, undocumented and refugees. Especially, Tarlabaşı district, which was basically home for other Kurdish families of forced migrants from Anatolia, workers from Black Sea region and other precarious citizens who were under unsecure work conditions. African refugees and undocumented were living there generally in one flat as few families squeezed in small rooms. Women were working under illegal conditions of textile workshops where under a high labour exploration. Denying refugee patients in hospitals, harassing black women in public space and marking those refugees as criminal by public were common social cases in the streets. Official refugee camps did not exist that time in Turkey and all undocumented people were trying to go to a camp in Bulgaria or Patras (Greece) through human smugglers. African refugees were invisible in urban places in Istanbul. Once, one of them told me that Tarlabaşı is a refugee camp, a ghetto that is enclaved with invisible walls and he was feeling happy to be there.
It is 2014;It is midnight, I am getting the night bus of Cizre-Nusaybin from Antioch. Five barefoot Syrian women are running with ten different age children, catching the bus. They did run out from Homs under attack and crossed the border to Antioch; maybe Nusaybin camp will host them. It is 2015, a 17 year old Syrian refugee named Mohammed follows me to my department at the university to find a sleeping place for two days before he will be deported to Syria from the border of the Mardin city region. The helpless director of Mardin’s foreign migrant station is overloaded with new arrivals and has no idea where he can host this young man. Mohammed just came from Istanbul where he searched for a job in Taksim Square after managing to escape from Homs by entering Turkey via the Antioch border. His family is in Syria hoping he will be safe and can continue his studies. Now he will be returned to Syria to join the military as a soldier, since this will be his only way of surviving in Syria.Meanwhile, the family of my architecture student plans to take the boat from İzmir to Chios. The 18 March EU-Turkey Agreement seeks to prevent the entry of refugees and migrant to Europe; at the moment it is expected that Greece will send anyone who enters back to Turkey. The EU intends to pay three billion Euros to Turkey in order to improve conditions for refugees and migrants. The agreement also defines Turkey and Greece as the buffer zones for absorbing the humanitarian disaster. The human is escaping, running and surviving. Touching from territory to territory; drifting from fluid borders, leaving the past, carving for the “coming” dwelling. Currently, there are 2,715,789 numbers of registered Syrian refugees in Turkey and 25 camps organized, built by AFAD. These camps are mostly constructed in 2012 and 2013. Other examples of forms of camps are self-organized temporary dwellings that are managed by local solidarity groups and local administration bodies.In 2013 – 2014, temporary tent camps for Ezidi communities whom escaped from Shengal and Kobéne to Turkey were mostly placed in existing buildings or in self-initiated tent camps around the towns of Mardin and Suruç. The actors were the recent Kurdish municipalities, solidarity groups and several international NGOs intervene such dwellings through politics of humanitarian aid and solidarity discourses. Most refugees were self-organized around their tribes and families andwere creating ad-hoc design solution according to commoning practices. For example, the newly designed local bus station of Mardin hosted around 600 hundreds refugees from Shengal which was managed by the municipality and solidarity organization. The kitchen of the camp was run by the youth of the leader family of the community. Local voluntary teachers ran school made of a big tent from Mardin. Creating such a life form through everyday temporary dwelling widens up several self-organized modalities as practice of commons. Many migrants live in the town either they occupy empty building or shelter themselves. Some citizens help them to offer their house. For example, many solidarity grassroots exist in ta he public space of Mardin as form of little food place, places to find recycled clothes and other needs. I call such practices as “infrastructure”: infrastructure that operatesthe commons.
As another border infrastructure is The Silent University[1], which is a knowledge exchange platform of thinking of other pedagogies as commons. It is an autonomous platform of exchange where the teachers are academics, who can’t share their knowledge and skills due to their status of residence, because their degrees are not recognized or for other reason they can’t regain access to academia. An autonomous knowledge exchange platform by and for refugees, asylum seekers and migrants who as lecturers, consultants and research fellows contribute to the program in different ways – by course development, specific research on key themes as well as personal reflections on what it means to be a refugee and asylum seeker. There are few established branches of SU in Europe and we trying to initiate with the local activists and artists other SU in Amman, Athens and Lesvos. Most often we think in such an urgent and emergency condition refugees have more priorities upon their arrival or on their way. However, in the some assemblies that SU conducted in Athens and Lesvos refugee centers proved that refugees needs a modality of platform to voice themselves in different form like SU. In our Athens assembly in December 2015 at Steki refugee center; a refugee couple that just arrived from Lesvos and were negotiating with human smugglers in order to move Switzerland told us to participate in our assembly in such a short time.
Our everyday life experiences and involvement of refugeehood and conflict territories influences our constellation of cosmos. Our pedagogies will transform, the meaning of our shelter will change, our movements will get embedded, collectiveness to endless corporality.
“The face as the extreme precariousness of the other. Peace as awakeness to the other” Levinas.[2]
[1]Initiated by artist Ahmet Öğüt. http://thesilentuniversity.org
[2]p.24 Emmanuel Levinas and Richard Kearney, “Dialogue with Emmanuel Levinas,” Face to Face with Levinas, Albany, SUNY Press, 1986.
“Eğer Avrupa’da göçmensen, gelecekte ya 12 saat çalışmayı kabul edeceksin ya da isyan edeceksin”
Yaklaşık 10 yıldır Avrupa’da yaşayan siyasetbilimci ve aktivist Murat’la Avrupa’daki sınıfsal yapının son göç dalgası ile nasıl yeniden şekillendiğini konuştuk.
Son yıllarda yaşanan göç dalgasının Avrupa Birliği’ne etkisine baktığımızda genel olarak bir sistem krizi görüyoruz. Bu krizin de ekonomik ve politik boyutları var. Göçmenleri “sorun” haline getiren bu kriz, günümüzde daha da derinleşmiş görünüyor. Bir süredir zengin ülkeler kendi zenginliklerini diğer ülkelerle paylaşma konusunda farklı bir tutum içerisindeler. Avrupa Birliği’nin kıta zenginliğini kendi arasında bile paylaşması fikri bir idealden öteye gidemiyor. Yine zengin zengin, yoksul da yoksul olmaya devam ediyor. Bu dengesizliği de sağlama almanın yolu daha sıkı bir sınır rejimi oluşturmaktan geçiyor. Avrupa Birliği derken bir yanda da milli ekonomik bir sistem oluşturmaya çalışmak… Almanya, İskandinav ülkeleri İsviçre bunu yapıyor mesela… En başta da İngiltere bunu yapıyor. Şu an, İngiltere’nin referandumda oylamaya sunduğu şey “biz zenginliğimizi Avrupa ile paylaşmak istemiyoruz” düşüncesi. Bu da ortak Avrupa fikrini öldüren bir durum. Bu nedenle sınırlar daha önemli oluyor. Örneğin güvenlik boyutunu ele alalım. Bu göç dalgası yüzünden sınırda bir gedik oluştu. Bundan etkilenen ülkeler ciddi sınır kontrolleri geliştirmeyi ve göçmen politikaları konusunda da en sıradan durumlarda kabul edilebilecek insani durumları bile engelleyerek sorun gördükleri süreci aşmaya çalışıyorlar. Tek istenen kalifiye göçün gelmesi… “Savaş gibi nedenlerden etkilenmiş sıradan insanlar bizim için yükten öte bir anlam ifade etmiyor” deniliyor. Savaş mağdurlarına 20-30 yıllık bir yatırım yapmak gerekiyor çünkü… Onların çocuklarını eğiteceksin ki daha sonra o çocuklar eğitimli iş gücü olarak sana geri dönsünler.
Bu tür krizler aslında Avrupa Birliği’nde ekonomi, güvenlik alanlarında ve toplumsal yaşamda bir savrulmayı da gösterdiği gibi bir ihtiyacı da ortaya koyuyor. Avrupa’nın genç nüfusa ihtiyacı var. Bu genç nüfusta da en açık kaynaklar ne yazık ki bizim gibi savaş coğrafyasından kaçmış gelmiş insanlar. Son elli yıllık sürece bakalım, Avrupa’yı besleyen dinamik insan gücü Orta Doğu’da geliyor. Almanya’yı ve tüm Avrupa’yı önce Türkiyeli ve Kürdistanlı işçiler besledi. Kıtanın en ağır işlerini bu insanlar yaptı. Daha sonra savaş ve diğer krizler yüzünden bu göç devam etti. Hatta belki de ilk göç dalgası Avrupa için daha maliyetli olmuştu. Avrupa da zamanla göçmenleri kabul yöntemlerini kendisine göre geliştirdi ya da bu maliyeti düşürdü.
Medeniyetler çatışmasını da görmek gerekiyor. Avrupa kendi üstünlüğünü kaybetmek istemiyor. Doğuya doğru uzanan egemenliğini sürdürmek istiyor. Hem kültürel hem de ekonomik açıdan düşünsel hakimiyetini sürekli kılmak istiyor. Sürüp giden tüm bu tartışmaların da en temelinde de bu yatıyor.
Bugün Avrupa’da sosyal haklar konusunda yeni bir durum ortaya çıktı. “İşçi sınıfının hayaleti kapitalizmi sarsacak” cümlesi mevcut durumda başka bir aşamaya geçti. Mevcut düzende işçi sınıfı, kapitalizmi sarsacak güçte değil. Öte yandan mülteci “krizi” tek tek ele alındığında bazı ülkeler tarafından baş ağrıtan sorunlara yol açıyor. Güvenlik sorununa yol açıyor, toplumsal tepkiye neden oluyor, böylece bazı iktidarlar oy kaybına uğruyor. Ama bundan öte genel olarak kapitalizmin yaşadığı bir sorun var. Şu an Avrupa’da üretim düzeyi 20 yıl önceye göre yüzde 40 geriledi. Yani istihdam da yüzde 40 gerilemiş oldu. Bunun nedeni Avrupa’daki üretimin düşüşü mü ? Değil… Bu, Avrupa’daki üretimin Asya’ya kayması ile ilgili bir durum. Bu da Avrupa’daki sosyal dokuyu da tümden değiştirmiş oldu. Eskiden kalifiye bir işçiye ya da ustabaşına duyulan ihtiyaçtan öte, şu anda toplumun ya da devletlerin ihtiyaç duyduğu insan kategorisi değişti. Bugün Avrupa’da iyi bir ustabaşı olmak çok bir anlam ifade etmiyor. Ama yirmi sene önce üretken bir işçi ya da ustabaşı, bir işveren için çok önemliydi. Artık bu tür üretimler daha ucuz işgücünün olduğu alanlara kayıyor. Toplumsal yapı değiştikçe de farklı sonuçlar ortaya çıkıyor.
Galiba Marx bir de “devlet toplumunu” hesaplamadı. Kapitalizmi ayakta tutanlardan biri de devletin maaşlarını ödediği geniş bürokrasi çevreleri ve doğrudan devletle bağlantılı çalışan iş kolları… Bunlar dışında Avrupa’da çok güçlü bir üretim alanı kalmadı. Bunun dışında kalanlar, genellikle hizmet sektörüdür ya da günlük çalışmayla ihtiyaç duyulacak temizlik işçileri, yiyecek sektöründe çalışacak işçilerdir. Yüksek teknoloji ve maaş gerektiren işler de Avrupa’nın yerlileri tarafından tercih edilirken bahsettiğim diğer iş kolları çoğunlukla Avrupalı yerliler tarafından tercih edilmiyor. Herhangi bir Alman’ı ya da İngiliz’i düşünün, gidip temizlik işi mi yapacak? Bu tabir doğru değil tabii ki ama algı öyle olduğu için söylüyorum, ayak işlerini kim yapacak? Bunun için eğitimsiz, az ücrete razı bir iş gücüne ihtiyaç duyulacak. Mülteci akını bu ihtiyacı da karşılamış oluyor. Bir mültecinin Avrupa’daki yaşam standardı ile bir Avrupalının yaşam standardı arasında öyle büyük bir uçurum var ki… Ortalama bir Avrupalının maaşı kadar kazanabilecek mülteci oranı yüzde 10’dur, ki bu yüzde 10luk oran da bugünün koşullarında olacak bir şey değil, bundan 20-30 sene sonra gerçekleşebilecek bir durum. Geri kalan yüzde 90’lık kesim de sadece gelmiş olduğu ülkeden daha iyi koşullarda yaşadığının refleksi ile hareket edip daha iyi bir yaşam yaşadığını düşünecek. Aslında burada yaşanabilecek en kötü koşulları yaşıyor olacaklar, ama bunun farkına varması pek de mümkün değil ve hallerinden memnun görünecekler. Savaş gibi nedenler görünürde göçün nedeni gibi görünse de, ekonomik çıkarlar bu göçü sürekli besliyor.
Ancak bu nedenle gelenlerin de sonraki kuşakları, yani 60larda göç edip Avrupa’da bu kötü koşullarda yaşayanların çocukları bir sosyal patlamaya da işaret ediyor. DAİŞ’e sempati duyanlara baktığınızda bu kuşağı görüyorsunuz, ya da 1990’larda Paris’te araba yakmalar… Bu nedenle sistem kendi çıkmazını da oluşturuyor. Yani ucuz işgücüne ve dolayısıyla mültecilere ihtiyaç duyuyorsun, ancak bu insanlara uygun bir yaşam koşulu yaratmadığın için bu insanlar aynı zamanda sistemin tehdidine dönüşebiliyor. Bu çok belirleyici bir tehdit mi peki? Bence sadece günümüzde güvenlik açısından konuşulan bir durum bu… Ancak asıl karşılaşılacak kriz, üretim düzeyi ve sınıf çelişkisinin daha da derinleştiği bir dönemde ortaya çıkacak. Avrupa’yı biraz gezme fırsatım oldu. Birçok fabrika teker teker kapanıyor. En son sıra otomotiv sektörüne geldi, onlar da kapanmaya başladı. Son 3-5 yılda, Belçika’da Fransa’da binlerce insanın çalıştığı otomobil fabrikaları kapandı. Yeni iş alanları da açılıyor, ama bu işler, işçilerin sosyal güvencesini eskisi gibi karşılamaktan uzak işler. Böylece sosyal devlet de yavaş yavaş bitiyor. İnsanlar işsiz kaldıklarında çok daha kötü koşullarda yaşamaya başlıyorlar. Çünkü mevcut sistem gün geçtikçe sosyal haklarda kesintiye gidiyor. Bu kesintiye de gerekçe olarak yeni gelen mülteciler gösteriliyor, halbuki bu durum aslında Avrupa’da sınıfsal yapıyı da değiştiriyor. Bugün Avrupa’daki yeni alt sınıfın Avrupa’daki sosyal sistemi değiştirme ya da daha çok taleplerde bulunma şansı yok, çünkü artık iki ayrı dünya yaşanıyor Avrupa’da. Göçmenlere karşı zaten farklı bir kültürel yapıdan ve eğitim sisteminden gelmiş oldukları için bir mesafe var, bu da göçmenleri Avrupalılardan daha keskin bir şekilde ayırıyor.
Göçmenler henüz Avrupa’da sistemi tehdit edecek bir oranda değiller. Hesaplasanız yüzde 3-5 arasında değişen bir nüfus göçmenleri oluşturuyor. Dolayısıyla şu an için kontrol edilebilir ya da sadece potansiyel bir tehdit algısı söz konusu… O yüzden göç politikası çok bilinçli yürütülüyor. Mesela Kanada, ABD ya da Avustralya’nın göç politikası daha farklıdır. Daha çok mesleki beceriyi ya da beyin göçünü esas alan bir göç politikası izleniyor orada, onların da almış olduğu göçmen sayısı savaşları ya da diğer nedenleri de göz önüne aldığımızda Avrupa’dan daha az demek pek mümkün değil. Onlar da bu göçmen havuzundan ekonomilerini besliyorlar. Sadece coğrafi nedenlerden dolayı bu ülkeler daha tedbirli görünüyorlar. Özetle Avrupa’nın bugün içinde olduğu durum, hem bir kısır döngü hem de bir ihtiyaç…
Buna egemen toplumların reflekslerini de eklemek gerek. Bir Arap, Fransa’da Fransızların yemek yediği bir restoranda genellikle rahat yemek yiyemez, dışlandığını hisseder. Benzer bir hissi Türkiye’deki batı illerinde Kürtler de hissediyor. Ancak bu dışlanmayı kabul eden göçmen, kendi durumunu geldiği yerdeki savaş koşulları ya da ekonomik sorunlarla karşılaştırarak meşrulaştırıyor. Avrupa’da çalışma saatleri 6 saate düşürülmeye çalışılırken bir mülteci yaşayabilmek için gündelik işlerde 12 saatten fazla çalışmak zorunda kalabiliyor. Ancak aynı kişi geldiği ülkede 12 saat çalışmayı eziyet olarak görebiliyor.
Öte yandan Avrupa’nın güney ülkelerinde baş gösteren anti-kapitalist arayışların, ki bunlar anti-emperyalist politikalar değiller, ortaya çıkmasının nedenlerinde biri Avrupa’daki kapitalist sistemin klasik krizlerinin halen aşılamamış olmasından kaynaklanıyor. Güney’de eskiye oranla düşmüş olsa da halen sanayi kollarında kendisine iş bulan bir sınıf var. 20 yıl sonra Avrupalılar için güneyde de sadece beyin gücü ile yürütülen işler kalırsa burada ortaya çıkacak istihdam, insanların ihtiyacını karşılayamayacak durumda olacak. Bugün Çin, Hindistan ya da Türkiye ekonomilerinin büyümesi sanayinin ve ucuz iş gücünün bu coğrafyalara kaymasından kaynaklanıyor. Bunun toplumsal sorunları bugünlerde Avrupa’nın güney ülkelerinde hissedilmeye başlansa da 20-30 yıl sonra bu dönüşümün gerçek sonuçlarıyla karşılaşacağız. Bu dönüşüm Yunanistan’da, İtalya’da, İspanya’da, Portekiz’de hissedilmeye başlandı ancak henüz orta ve kuzey Avrupa’ya yansıdığını söyleyemeyiz. Örneğin Fransa ekonomik açıdan hem kendisini döndürebilen hem de kesintilere gitmek zorunda kalan bir ülke… Böyle çelişkili bir durumu günümüzde Hollanda’da, Almanya’da, Avusturya’da, İsviçre’de ve İskandinav ülkelerinde göremezsiniz. Ancak 20-30 yıl sonra bu ülkeler de bu tür ekonomik ve toplumsal krizleri durduramayacaklar. İnsanların taleplerini sistem karşılayamaz hale gelecek. Ya da devlet tüm toplumu besleyecek yeni mekanizmalar geliştirecek, ki bu da kapitalizmin mantığına uygun değil, yani kapitalistlerin kazandıklarını toplumun tüm kesimiyle paylaşacak halleri yok… Sosyal patlamalar asıl o zaman, yani gelecek kuşaklarda Avrupa’yı dönüştürecek. Hem iş koşullarının güvencesizliğinden hem de egemen toplumların kültürel reflekslerinden dolayı orta sınıfa yükselme hayali/ihtimali kayboldukça, gelecekte ya yine az ücretle ve güvencesiz koşullarda en az 12 saat çalışmayı kabul edeceksin, ya da isyan edeceksin… Çünkü gelecekte toplum da sistem de sana başka bir çözüm sunmuyor olacak.
Artıkişler – Haziran 2016 – Atina
Artıkişler Kolektifi, Oktay İnce – 2017 //
15-20 yıl önce Express Dergisi’nde Ankara haritasının nasıl algılandığına dair bir araştırma yazısı çıkmıştı. Yazı, şehrin farklı semtlerinden, dolayısıyla farklı sınıflardan gelen gençlerin şehrin haritasını nasıl çizdiğini ve şehri nasıl gördüklerini inceliyordu.
Aslında Ankara haritası, kuşbakışı bakıldığında kolaylıkla çizilebilecek bir şehir haritasıdır. Ankara, son yıllarda eklenen banliyöler ve kapalı siteleri saymazsak birbirini dikine kesen iki çizgi üzerine kurulmuş bir şehir… Yenimahalle-Altındağ hattından yani alt-orta sınıfın yaşadığı / yığıldığı evlerden başlayarak dümdüz bir çizgi çizersiniz, çizginin sonu orta-üst sınıfın Çankaya’sına uzanır. Bu çizgiye dik, başka bir çizgi çizdiğinizdeyse, Mamak’taki gecekondulardan başlayıp Emek ve Bahçelievler hattındaki üst-orta sınıf muhitlerde biten bir hat karşınıza çıkar. Bu iki çizginin kesiştiği yer de Kızılay Meydanı’dır. Cumhuriyet başkentine özgü monolitik bir yapıyla yüceltilir Kızılay Meydanı. Şehrin beynidir, aklıdır bu meydan. Bu yüzden tüm resmi ve ciddi binalar bu meydandadır. Ve yine bu yüzden, bu meydanın yarısında yürümek, durmak ya da oturmak yasaktır. Şehrin egemen aklı ve beyni sizden ciddiyet ve bilinç ister, geçerli bir nedeniniz olmadan meydanın devlet ve askeriye hattında bilinçsizce yürümenizin hiç bir anlamı yoktur. Gerçi Ankaralı da bu yasağı pek sorgulamaz, şehrin merkezindeki “yasak” sokakları yok sayar ve yolunu değiştirir.
Bu nedenle Kızılay Meydanı’nda devlet binalarının arasına yerleşmiş ufacık Güvenpark sınıflar arası kesişme/çarpışma alanına dönüşür. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “kondulardan gelip, her sabahın seherinde Güvenpark’ta birikenleri” anlattığı kalabalıklar, ya da Murathan Mungan’ın geyiklere ve yılanlara dair hikayelerinin saklandığı banklar, ya da Ethem Sarısülük’ün öldürüldüğü kanayan nokta… Hepsi, çevresinde yürüme yasağının olduğu, şehrin meydanındaki bu ufacık parkta kocaman devlet heykellerinin altında sıkışmıştır.
Express dergisindeki yazıya geri dönelim. Farklı sınıflardan ve semtlerden gençlere Ankara’nın haritası çizdirilir. Çankaya ve Bahçelievler semtlerinde yaşayanların, yani orta-üst sınıfın çizdikleri haritada alt-orta sınıfın semtleri Yenimahalle, Altındağ ve Mamak yoktur. Alt-orta sınıftan gelen gençlerse tüm şehri, yani Çankaya ve Bahçelievler de dahil olmak üzere neredeyse her yeri eksiksiz çizerler. Çünkü bu zengin muhitler, aynı zamanda alt-orta sınıfın her sabah işe gittiği yerlerdir. Ancak Çankaya ya da Bahçelievler’de oturan birinin, Kemal Burkay’ın Sonbahar’ı getirdiği Mamak’a ya da Ahmed Arif’in kar altında bıraktığı Altındağ’a bilinçli bir nedenle gitmesi ya da buralara dair detaylı bir bilgi sahibi olması beklenemez. Belki de bu yüzden bu şehir bu kadar katılaşmış haldedir ve sınırlar da sınıflar da bu kadar keskindir.
Dolayısıyla Ankara’da, örneğin İstanbul’daki gibi gizemli bir çöküntü alanına dönüşmüş Tarlabaşı, İzmir’deki gibi bir Kadifekale ya da Diyarbakır’ın Suriçi yoktur. Her semt, kutu gibi evlerden ibarettir. Bazıları büyüktür, bazıları ufacıktır ve sınıfsal ayrım dışında başka bir fark barındırmaz bu semtler. Bir sınıfsal çelişki ya da ilginçlik aramak için Ankara Kalesi’ni zorlarsınız en fazla, çünkü turistik Kale’nin çevresi hala gecekondulardan ibarettir. Ancak kaleye çıkarken de steril yollardan ve dış cephesi makyajlı evlerden geçerek şehre bakar, sonra yine aynı yollarda turistik alışverişinizi yapıp dönersiniz. Kuşbakışı bakmadığınız müddetçe adımlarınız, şehirdeki bilinçli haritada kaybolmanıza imkan tanımaz. Çünkü ortada kaybolacak bir gizem ya da karmaşa yoktur.
90’ların sonundan, elimizdeki küçük kameralarla Ankara’yı görmeye başladığımız günlerden bugüne dek, Ankara haritasının eksik yerlerini kendi yaşamlarımızla iç içe geçmiş başka yaşamları kaydederek tamamlamaya çalıştık. Oysa ortada tamamlanacak bir şey yokmuş. Ne kaydediyorsak kendi bilincimizdeki eksikliğimizi kaydetmişiz, sadece bu katı şehrin haritasının çatlaklarından sızan ışığa bakmaya çalışmışız.
Oktay’ın aynı mahalleden komşusuydu “Albay”. Yenimahalle’de döküntü bir barınakta çöplerin arasında asker üniforması ile duvarlara hayali haritalar çiziyordu. “İmam”, Altındağ’da yanmış bir konduda kararmış sakalıyla kameraya hepimizin kuşlardan geldiğini anlatıyordu. İmam kameraya “Demirin Gözü” ismini vermişti, aynanın yansımasını gösteriyordu objektife… Ankara’nın başladığı ya da bittiği Mamak’taysa kağıtçılar / geri dönüşüm işçileri vardı. Türkiye haritasının en eksik yeri Hakkari’nin Kotranıs köyünden göç etmiş yüzlerce insan, her gün şehrin kıyısındaki gecekondularından şehrin merkezine kağıda, plastiğe çıkıyordu. Albay da, İmam da hayatta değil artık, sadece kayda alınmış suretleri var. Kağıtçılardan da kaybettiklerimize adadığımız filmler kaldı geriye. Bir de kayıtları izlerken aldığımız bu notlar var, Ankara haritasının artığından kalanları izlerken kendimizle ve onlarla konuştuğumuz ve kendi bilincimizle hesaplaştığımız tasvirler…
*Yıkılmışı Tedarik / 2002-2016 / 110′
Albay’ın evi yok, yıkım için terk edilmiş eski Yenimahalle evlerinin birinden ötekine geçerek ikamet eder, başka birine taşınmışsa bil ki bir önceki yıkılmıştır.
Kamerayla bir delinin hayatına girdim. Şimdi filmi montajlarken onunla diyalog kurma çabası, “tek taraflı bir gözetleme değil, aramazda diyalojik bağ vardı”yı anlatma çabası… Adımı soruyor söylüyorum, bu kaydın olmasına seviniyorum. Beni kabul ediyor yaşamına. Tanıştık. “Merhaba…” Yıl 2002, ihtimal Yaz. Sonraki yıllarda bir gece bana türkü söyledi, ben talep etmeden. Beni sevdiğine yordum.
Eve alınan hiç bir şey dışarı atılamıyordu, öylece birikiyordu. Ortada fazla yoktu, çöp yoktu, bütün yiyecekler yenmiyor, hiç bir bulaşık yıkanmıyor ama her şey yeniden kullanılabiliyordu. Herhangi bir işlev kendisine nesneler arasından bir alan açıyor, kendini gerçekleştiriyor, böylece
düzen sondan bir önceki halini almış oluyordu. İşlevin salt bir yaşamda kalma faaliyeti olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir.
Ben vardım ya da yoktum, eşyalar arasında bir eşyaydım, konuşma işlevine lazım oluncaya veya ayaklarına dolanıncaya dek, ordaydım ama değildim.”Beni mi çekiyon?” dedi. İyi, çekme hakkında bir fikri var ve bu beni kurtarır belki. Davranışlarında değişiklik olacak mı? Bitleriyle konuşuyor beni unuttu. Anladım, bir kışlada yaşadığını düşünüyor. Kamera deliye işlemez, gerçekliğe karşı dayanıklıdır. Onunla film yapmanın avantajı bu…
Bir albayın apoleti kaç yıldızdır? O, beş yıldız kazıyor duvara. Sözlerinde hikmet arayıp filmi izleyeni illüzyona gark etmek değil de, belirli biricik bir zihin olarak, hepimiz gibi, kendi gerçekliğinin okyanusundan zaman zaman su yüzüne çıkmasını beklemek mümkün mü?
Unutuyor, o anda orda benim varlığımı. O anda orda yapmayı düşündüğü şeyi de unutuyor. Bana servis yapacaktı, ama uzun bir tabak çanak temizliği işine girişiyor. Kendisiyle konuşmaya geçiyor, yandaki binada yıkım ve kompresör sesleri… Sıra onunkine gelecek, huzursuz…
Bir yıl sonra, Haziran 2004. Albay barınağı değiştirmiş, bi yandakine geçmiş. Öncekinde yıkım başlamış ama orayı terk etmek istemiyor, gergin. traşlı, üstünde yeni üniforma… Ben de kamerayı değiştirmişim, Hi8’den D8’e geçmişim.
“Adın neydi unuttum” dedi bana. “Oktay”. Nerdeydim adımı unutturuncaya kadar? Bilmiyorum, aradan bir yıl geçmiş. Adımı duvarına yazıyor, yakın plan çekmişim hemen. “O benim adamım.” “Sizin değil.” Bakıyorsun, dinliyorsun… Dünyasının neresine yerleşmişsin anlamaya çalışıyorsun, çünkü senin bilincinde onun bir merkeze ihtiyacı var. Bütün sözlerini, davranışlarını birbirine bağlamaya çalışıyorsun. Peki neden bir düşünsel merkeze bağlansın ki? Üzerindeki üniformaya uygun olarak “asker kişi” olduğunu söylemek en kolayı…
“Bir adamın gölgesi bir fırçanın gölgesiyle bir arabanın gölgesini temizliyordu”. Bu hangi yönetmenin sözüydü? Ben Ulus Baker’den okumuştum. Yıkılan son evinin içindeyim. Duvarda Albay’ın çizimleri, üzerlerinde üçgen bir alanda güneş… Bir adamın gölgesi bir balyozun gölgesiyle bir duvarın gölgesini yıkıyor. Balyoz gölge ama kadrajdan düşen taş parçaları gerçek…
O zamanlarda kamerayı Albay’a niye vermediğime şaşırmıyorum, henüz öyle bir fikir oluşmamıştı bizde. Kameraları yeni almış, bunun iştahıyla dünyayı kaydederek yutuyorduk. Hem onun bende çekecek neyi olabilirdi ki? Ama eğer o da beni çekmiş olsaydı en azından yaptığım işe “diyalojik” diyebilirdik. Filmde Albay’ın suretinin görünmediği tek bir kare bile yok nerdeyse. Bu monotonluktan kurtulurduk belki.
Ben de parasızdım benden para istediğinde. O zamanın parasıyla 1 milyon verdim sembolik olarak. Bugünün 1 TL’si ediyor. Çünkü para kullanmazdı. Şimdi görüntüleri izlediğim zaman o parayı yıkım işçilerine evi yıkmasınlar diye vermeye çalıştığını farkediyorum. Bunun gibi bir çok davranışının evi yıktırmamaya yönelik plan ve düşünceler içerdiğini yeni anlıyorum. Evini bu yabancı istilacılardan kurtarmak için rüşvet dahil, memur dövdürmek, kelepçe vurdurmak, silahlı beklemek, hepsi aklından geçiyordu.
Özenilecek bir şey yok, delirmek kimsenin elinde değil, sadece o ihtimalin içine atabilir insan kendini. Bu başa gelen bir şeydir, ama gelen şeyi baş bilmez. Hiç bir deli kendisi için deli değildir o yüzden. Albay da zihinsel hayatına serbesti isterdi, ama fiziksel hayatının normal olmasını isterdi, sıcak bir çorba, ev, ve arkadaş özlediği gibi…
Peki bu kayıtlarda asıl mesele nedir? Albay, film boyunca bizim hayatlarımızdaki bilince dair bir şeyler diyor, sorup duruyor, bir yandan da bütün yemek ve çay sunumları boyunca kullandığı bardağı çanağı temizleyip benim için kabul edilebilir hale getirmek için uzun çabalar harcıyor.
Albay, filmini yapmaya başladığım zamanların çok öncesinde hayatını kaybetti. Bu yüzden montaj sırasında Albay’ı yavaş yavaş nasıl öldürebilirim diye düşündüm. Yavaş yavaş ve sonunda… Önce herkes artık yaşamayan birisinin geçmiş hayatından görüntüler izlesin ve en sonunda adamı sevsinler, acısınlar… Tam da yarın onu bulup ona yiyecek vermeye heves ederlerken onun artık ölü olduğunu, biraz önce dinledikleri türkünün “Ölü Adamın Türküsü” olduğunu öğreniversinler. Bizim onu nasıl adım adım öldürdüğümüzü, yoldan geçerken, trafiği kontrol ederken, duvarlara çizerken, kameraya çekerken, izlerken, sadece izlerken… Onun hep bir Ermeni olduğunu düşündüm. Kimseli kimsesizdiler, hiçlikten gelmişlerdi, hiç idiler…
O öldü, biz yaşaması için bir şey yapmadık. Kendi yaşamı onu öldürdü. Bir gün, ya bir kedi gibi zehirli balık ya da sokak köpekleri için toplu iğne batırılmış et parçası yiyecek ve bir köşede yanından geçenlerin ilgisiz bakışları altında kıvranarak ölecekti. Vicdan yapmayalım.
Filmin adını koydum:”Yıkılmışı Tedarik”. “Yıkılmışı Tedarik” doğrudan Albay’ın anlatımlarında geçen bir söz. “Ölü Adamın Türküsü” de olurdu ama ad bana ait, bir nitelemeye dönüşürdü. Filmin adı önemli, Albay’ın hayatını kapsıyor fikrimce, yıkılan hayatını tedarik etmekle geçen ömürsüzlük… (Yazı: Oktay İnce’nin “Yıkılmışı Tedarik – Kurgu Notları”ndan kısaltılmıştır.)
*Demirin Gözü / 2000 – 2010 / 50′
Adı İmam, lakabı değil. Adam kaldırımın ortasına sıçıyordu. Güpegündüz… Çankaya-Altındağ sınırına, Opera Köprüsü’nün Bitpazarı’na bağlandığı yere, eski Kültür Bakanlığı’nın arkasına… Makinem yoktu o zaman, fotoğraf çekip size göstereyim. Sıçıştaki asaleti yani… Yere bir şeyler çiziyordu bir taraftan. Görünmeyen birine kızıyordu. Gerçi belki de mecburdu. Dilenmez ve içki içmezdi. İhtiyacı olanı isterdi. İhtiyaç dediysem, acıktıysa yemek… Sık ishal olurdu. Önemsemezdi.
O gün onun yıkığında sabahlamıştım. Üstümde Allah var… Sabaha karşı aceleyle fırladı. Çıplaktı. Üzerine teliz hararlardan birini attı ve dışarı fırladı. Teliz onun peleriniydi. Güzel değil mi? Yalnızdı. Birisiyle konuşmak ona iyi geliyordu. Anlatacak çok şeyi vardı. Yalnızlığını çok sömürdüm. Kare kare fotoğraflar… Çok da acemiydim. Sonra ben fotoğraftan kameraya geçtim. O sadece bir yıkıktan ötekine…
Altındağ Çerkez Sokak’ın arkalarında, marul yıkanan varillerde banyo yaparmış geceleri, öyle derdi. On parmağında on yüzük vardı. Kendi imalatı… Yaz, kış şemsiyesi omuzunda… Başında kar maskesi bere… Sokakta ayaklı sanat eseri gibi gezerdi. Belindeki kirli çantada rüya yorumları
taşırdı. Bana da okurdu. Yıkığına kitap ağacı kurmuştu. Paralar yerlerde saçılıydı. Bozukluklar ya da beşlik onluk banknotlar… Bu paralar, kitaplar, topladığı bütün nesneler evde yaptığı enstelasyonlar içindi. Hayatı, mekanı, kendisi bir enstelasyondu. Nesnelerin, paralar da dahil, değişim değeri yoktu. Para verince çorba alacağını bilmezdi, ya da unutmuştu.
Fotoğrafını çekerken gözlerini kapatırdı. Gözlerini kapatınca görülmediğini düşünürdü. Beni görünce tanır, adımı söylerdi. Kardeşi Hasan Hüseyin’den söz eder, “sen boyda” derdi. Hoşuma giderdi. Kuşları beslerdi. Korkardı sanki onlardan. “Kuşlar heryerde bizi gözler” derdi. Tanrı gibi… Bir gözü tellerde ağaçların başında çatıda olurdu hep. Kuş yalnızca kuş değildi. Rüzgarda savrulan etek, sigaranın dumanı, uçuşan herşey kuştu. Uçmak gücün eylemiydi, kırıntılarla beslenirdi. Ceviz ağacı akıl ağacıydı. Dünyayı ceviz idare ederdi. Kangal’da hiç ceviz yoktu, Ankara’da çoktu. Dikmen’e ondan göçmüştü. Altmış yaşındaydı ya da yüz altmış. Aynalıydı. Ya da aynanın kendisiydi. Yüzüklerine, kullandığı nesnelere ayna yapıştırır, ayna kırıkları dikerdi. Ayna, kötülüğü geri yansıtır, onu nazardan saklardı. Ayna demirin gözüydü. Emin değilim ama öyleydi. Şapkasının arkasında mesela bir tane vardı, üçüncü göz, gerisini kollardı. Ruhundaki arıza, yansıyınca kaybolurdu. Buna inanırdı, öyle diyorum.
Şimdi nerde bilmiyorum. Son yokladığımda “Aşık Veysel’in kızı Sivas’a götürdü onu, bakacakmış” dedi esnaflar. Kutlu kişiydi onlar için. Onu yolda almayan bir dolmuşun kaza yapışını, ya da o gün rüyalarına nasıl girdiğini anlatırlardı. “Mutlaka bir fakülte bitirmiştir” derledi, bir önceki yaşamında. Kış sert geçince kaygılanırdım. Bir gecekonduda onunla yaşamayı çok istedim. Eryaman’daki kapıcı dairesinde bir ay kaldık birlikte. O Kış, 2002 miydi, çok sertti çok… Eksi 20 falan… Onu Altındağ Çerkez Sokak’tan aldım. Ölecek diye korktum. Eve, ondan önce bitlerini getirmiştim kaç kez. Onu kapıda donu da dahil, soydum. Bacağının arasını sökük tutardı. Caddeye sıçarken zaman kaybetmemek için. Bitlerle tek sorunu verdikleri kaşıntıydı. İmam sıcak suyla mutluydu.
Havalar ısınınca onu geri gönderdim. İki kez geri gelip pencereyi tıklattı. Evi çok sevmişti. Çünkü penceremin karşısında bir ağaç vardı. Kuşlar hep ona konardı. Onda Ulus Baker’i hatırlatan şey ne idi? Ya da Ender’i? Ender, dünya ile, nesneler aracılığıyla iletişim kurar. Hayır, dünya onunla iletişim kurar. Ulus, anlamı yerinden sökmekle uğraşırdı, yanlış mı hatırlıyorum? Yaşamayı çürük bir diş gibi söküp attı. İmam o çürük dişten bir yüzük yapardı. Ender o yüzüğün dünyayı yerinden oynattığını düşünürdü. (Yazı: Oktay İnce)
*Ateş ve Düğün / 2001 – 2012 / 24 video
İlk kez Kızılay’da Kotranıslılarla karşılaştığımızda 2001 yılının Temmuz ayıydı. Bir el kamerası ile kiminle buluşacağımızı bilmeden geri dönüşüm işçisi Rıdvan’ı bekliyorduk. Şehrin merkezindeki sokaklarda geri dönüşümün izlerinin ve meydanlarda biriken ve ayrıştırılan artığın hikayesinin peşindeydik. Belki de bir belgesel için ön hazırlık… Ulus Baker’in derslerdeki sözleriyle dolup taşan imajların teorik silsilesi ile deneye yanıla edindiğimiz pratik fikirler birleşince bir şeyler olur diye düşünüyorduk. Ancak mevzu, o zamanki aklımızı da pratiğimizi de sarsıp yeniden kurgulatacak boyuttaymış.
Hiç gelmeyen Rıdvan’ın yerine onun akrabalarından kâğıt toplayıcı bir çocukla yaptığımız ilk kayıt denememiz bizi bu geri dönüşümün ekolojik terimlerinden olabildiğince uzaklaştırıp gerçeğin çölünde bıraktı. Bir Ankaralı için “zorunlu göç” gibi kavramlar genellikle haberlerde -eğer ki haberlerinizi de kendiniz seçiyorsanız- görünür olabilecek kavramlardır. Zorunlu göçün ve yakılan yıkılan binlerce yerleşim yerinin izdüşümünü Ankara’da şehrin merkezi Kızılay’ın sokaklarında gördüğünüzde ise Ankara’yı ve Ankara’nın doğusunu haritada yeniden arama derdine düşüyorsunuz.
“Hepiniz Hakkârili misiniz?” sorusu ilk röportaj denemesinde, çocuklara sormak durumunda kaldığımız üçüncü soruydu. 1994’te yakılan Kotranıs Köyü sakinlerinin o zamandan beri Hakkâri’ye, Van’a, Adana’ya ve sonunda Ankara’ya göç etmelerinin bir sonucuymuş meğer Kızılay’ın kağıdınınve plastiğinin arkasında görünmez olan şey. Bizim içinse mevzu, bir el kamerası ile Ankara sokaklarındaki gezintimizin buzdağına çarpmasıydı. Ülke siyasetinin pencereden fırlatırcasına ya da ayrıştırarak çöpe attığı insan yığınına kendi görsel bilincini geliştirmekten çekinen bir kamera ile tanık olmak tek yapabildiğimizdi. “Bilinçsiz kamera”nın varlığı yine de tüm bu mevzuyu kendi ezberlerimizi bozarak anlamamıza imkân tanıyan tek araçtı. Ne de olsa “televizyoncu” değildik, öğrenci sayılırdık hâlâ. Hem zaten çekimleri de “öylesine” yapıyorduk. Pek de bilinçli sayılmazdık, sezgilerimizin, düşüncelerimizin ve hikayelerin peşinden gitmeye çalışıyorduk.
Albay da İmam da, tek başlarınaydılar. Hayatları Ankara haritasının kaybolan hatlarında bir yıkıntıdan diğerine gitmekle geçiyordu. Şehrin merkezi diyebileceğimiz Kızılay’a ya da daha ötesine dair nasıl bir algıları vardı? Kendi şehir haritaları yıkıntıların duvarlarındaki çatlaklar mıydı? Geri dönüşüm işçileriyse şehrin orta-üst sınıf mahallerinin herhangi sokağında karşınıza çıkabilirdi. Şehrin yürüyüş haritasını belki de en iyi onlar biliyordu. Her gün şehrin kıyısındaki Mamak’tan şehrin merkezi Çankaya’ya doğru, sokaklarda kağıdın ve plastiğin zenginleştiği saatlere denk gelecek yürüyüş hatları… Çankaya’da her gün ürün veren tarlalardı sokaklardaki çöp yığınları. Albay’ın ve İmam’ın kaldıkları yerde yıkılmış bir enstelasyon gibi duran eşyalara karşın kağıt toplayıcıların ardiyelerinde kağıdın ve plastiğin kalitesine göre istiflenmiş yığınlar… Agatha Christie romanı, Windows 95 kullanım kılavuzu, Çin Yemekleri kitabı, hepsi 3. hamur… Eğer bir antikacı herhangi birini tekrar dolaşıma sokmazsa gelecekleri yumurta kolisi olacak kitaplar ve ülke gündeminden ironik başlıklar sunan eski gazeteler…
Ramazan, kağıt ve plastik topladığı çekçekle Yenimahalle’ye kadar gelmiş, Albay’ın evinde Hakkari’deki köylerinin nasıl yakıldığını anlatmıştı. Ramazan, yaz sıcağında karanlık bir cinayete kurban gitmeden önce bırakmak zorunda kalmıştı geri dönüşüm işçiliğini. Ardiyesini belediye, polis zoruyla yıktığında Ramazan televizyon kameralarına bağırıyordu. “Zaten köyümüz yakılmış, buraya göç olmuşuz… Bizim daha ne yapmamızı istiyorsunuz?”
Hacı, zabıtanın kağıtçıların evden bile çıkmasına izin vermediği zamanlarda önce zabıtalara sonra da Oktay’ın kamerasına nüfus cüzdanını gösteriyordu: “Ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim? Bu zulüm bize reva mıdır?” İstiflediği kağıtları taşıdığı kamyonete binecekken şehrin merkezinde hız rekoru kırmaya çalışan bir arabanın altında can verdi.
Kaybolanlar, geri dönenler, tekrar başlayanlar oldu yıllar içinde. Bu şehir, öteki yaşamları mahalleleri resmi bellekte görünmez/hatırlanmaz hale getirecekse, sizi Albay’a ya da İmam’a dönüştürmeyi amaçlıyor. Tek başına ve sayıklama halindeyken “zararsız” olduğunuzu düşünüyor. Ama geri dönüşüm işçileri gibi kalabalıklaşıldığında mevzu değişiyor. Şehrin bilinci sizi zorla şehrin hiyeraraşik emek-sermaye haritasında Ankara’nın çeperinde bir kutuya sokmaya, kendi hayatınızın rotasını kendi başınıza çizmekte ısrarcıysanız da haritanın dışına atmaya çalışıyor.
2001’de Kotranıslılarla tanıştığımız zamandan bugüne dek bir el kamerası, defalarca onlarla birlikte şehrin artıklar arasındaki yürüyüş haritasını çizdi. On yıl boyunca kamera, Kotranıslıların arasında, düğünlerden ev sohbetlerine, her yerde elden ele dolaştı. Kayıtlarda, ardiyeler zorla boşaltılıp yakıldığında ateşi söndürmeye çalışanlar da düğünde halaya duranlar da aynı yüzler, aynı ellerdi. Çoğunlukla kimin hangi görüntüyü çekmiş olduğunu tahmin etmek bile zorlaştı. Bir şeyler söylemenin ya da planlamanın anlamsızlaştığı durumlar ise o an görünenlerin/yaşananların yüklü göndermeleriydi ve kameranın kişiliksizleşmesi de kolektif imajın temel kodlarındaki dağınıklığın aksine yarattığı bütünlüktü. Sanki ortada “sanatsal bir durum” söz konusuydu da, aramızda bir sanatçı yoktu. Niceliği yüksek atıkların arasında kaybolan Kotranıslıların durumunun nitelikli atığa dönüşmesi, her şeyin bir güncel sanat ürünü gibi göründüğü hazine gibi bir alanda, herhangi bir konsepte (mesela öteki), herhangi bir nesneye (mesela balyalanmış plastik yığınlarının şiirsel gösterisi) ya da herhangi bir kişiye (mesela sarı saçlı bir Kürt) yaslanarak üretilebilecek herhangi bir sanat eserinden tedirgin oluyorduk. Ortaya çıkacak “ürünün” kendisini, bulunduğu ortamdan ve kişilerden soyutlayarak hijyen bir alanda bambaşka bir görsel/işitsel alan yaratması “sanatsal” bir bilinci de beraberinde getiriyor. Görüntü, kaydı alınan kişiye bir daha geri dönmemecesine kendi sanatsal yolcuğuna çıkıyor.
Oktay’ın ardiye çekimlerinde söylediği bir söz geliyor aklıma: “Kamerayı şu plastik yığınlarına öylece atılmış bir demir parçası gibi düşünsek, oradaki o halin, o anın kaydını kendiliğinden yapsa…” Kamerayı kendi refleksif bilincimizden de özgür kılmak, kendi gördüklerimizin sınırlı bilincinden öte bir algının arayışıyla yaratılan her kadrajın, anlamaktan çok hissetmeye dayalı olması, bilincin doğal sansürünü de dışlıyor. Tercih yapmak zorunda değiliz; atıkların geri dönüşümü mü köylere geri dönüş mü? Her bir imgelem, her bir referans içinde bulunduğumuz fiziksel ve kavramsal çöplüklerde dağınık olduğu kadar, birbiriyle kördüğüm olmuş halde. Bu düğümü çözmek ya da atıkları ayrıştırmak yerine görüntüyü de bulunduğumuz noktanın bilincinden sıyırarak geri dönüşüme ya da yeniden paylaşıma sokmak gerekiyor.
Burada son sözü Ulus Baker’in söylemesi gerekir: “Çünkü bilinç bir seçmedir -her şeyi değil, işimize geleni seçme hallerimize ‘bilinçli davranış’ diyoruz… Dolayısıyla bilinç doğaya hâkim olmak şöyle dursun, onun azaltılması, eksiltilmesidir… Yani doğaya eklenen bir şey değil, onun unuttuğumuz bir anı, bir kısmıdır…” (Yazı: Alper Şen)
Jonathan Swift’in Güliver’in Maceraları (1726) dünya haritasında her gün yeni yerleri, yeni yolculuk rotalarını, yeni makinaları, yani yeni bir dünyayı keşfetmeye alışmış insanlığı kısmen alaya alsa da bilgi ve teknoloji ile dünyayı yöneterek ölümsüzlüğe ulaşan insanlığın cesaretinden övgü ile bahseden bir romandır. Güliver’in yolculuğu boyunca çektiği acıları ve sıkıntıları ise yine o dönemin bir başka gezgin karakteri Candidé (Voltaire-1759) ile karşılaştırabiliriz. Güliver’in yaşanabilir başka dünyalar arasında, yani devler ve cüceler dünyası arasında gidip gelirken zekası ve cesareti ile çözdüğü her soruna rağmen Candidé, hocası Profesör Pangloss’un dediği gibi “yaşanabilir dünyaların en iyisi olan dünyamızda” akla gelebilecek her türlü eziyete ve işkenceye maruz kalsa da “buna da şükür” diyerek sabreder ve en ağır işkenceler altında bile dünyamız hakkında iyimser ahkamlar kesmekten geri durmaz.
Bu iki romandaki kahramanlarımızın yolculuğu ise farklı “aydınlanmalarla” sona erer. Candidé, dünyada yaşadığı tüm eziyetler sonrasında hocası Pangloss ile Üsküdar’ın tepesinde yıkık bir kulübeye yerleşir. Hocasının -belki manzaranın da etkisi ile – “asıl şimdi yaşanabilir dünyaların en iyisindeyiz!” görüşüne ilk kez kibarca karşı çıkar ve önce kendi darmadağın bahçeleri ile uğraşmalarının gerektiğini savunur. Güliver ise yaşadığı tüm zorlu maceralar sonunda “yaşanabilir dünyasına” geri dönmek için ölümsüzlerin tuttuğu kapıdan geçmek zorundadır. Ancak ölümsüzler, kapıdan geçmesi için Güliver’den kendilerini şaşırtacak bir hediye isterler. Bunun üzerine Güliver, devler ülkesinde öldürdüğü bir arının iğnesini ölümsüzlere sunar. Donuk gözlerle ölümsüzlerin sözcüsü, bu hediyeye çok şaşırdığını ve sevindiğini söyleyerek hediyeyi -çoğu paketinden çıkartılmamış- binlerce hediyenin bulunduğu bir hangara koyar ve Güliver’in geçmesine izin verirler. Güliver kapıdan geçse de ölümsüzlerin tepkisizliğini merak eder. Aslında ölümsüzler, sonsuz zaman içinde herşeyi gördükleri için görme yetilerini yitirmişlerdir ve bu nedenle de aslında hiçbir şeye şaşırmazlar.
Bugünün dünyasında ölümsüzler kimlerdir? Belki de yanlış bir soru sorduk, kapıları kim tutarsa ölümsüzler de onlar mıdır? Batı’da herhangi bir yere resmi kapılardan geçerek gitmeye çalışırken, devler ya da cüceler ülkesinde yaşadığınız eziyetleri ispat etmeye çalışırken ölümsüzler sizden onları resmen mutlu edecek hediyeler isterler – ki böylece siz de ölümsüzlerin değer yargılarına ve otoritesine boyun eğin… Çünkü bir pasaport damgası sizi devler ülkesinin arılarından kurtaracaktır.
Atina’da bir parkta otururken bir adam elindeki poşette onlarca ekmekle yanıma oturup sigara istedi. Bir-iki kelime ile zor da olsa sohbet etmeye çalıştık. Afganistan’dan eşi ve 3 çocuğu ile kaçmış. Yunanistan’a gelmesi 2 yılını almış. Kısa bir sessizlikten sonra gömleğinin düğmelerini çözüp göğsünden karnına inen derin bir yara izini gösterdi, “Taliban” diyebildi sadece. Ölümsüz değilim ama ölümsüzlerin jestlerini taşıyor olabilirim. Şaşırdım ya da üzüldüm, bir başka deyişle orada kendi rahatımın çaresizliği içerisinde ne tür tepki vermem gerekiyorsa onu verdim.
Akademisyen Dicle Koğacıoğlu “çok fazla acı var” diye bir not bırakmıştı ölmeden önce… Gazetelerde “kalp krizi gibi akıl krizi de vardır” gibi ölümsüzlere yakışacak yorumlarla süslü ölüm haberi kaldı geride. Kadın cinayetleri, Tuzla tersanesindeki iş cinayetleri ile ilgili çalışmalar yapıyordu son zamanlarında. Mesleği gereği yaşanan acıları bilinçli bir bütünlüğe dökmesi ve acılardan yola çıkarak bir üst yorumda, değerlendirmede ve analizde bulunması gerekiyordu. Candidé’deki gibi bir tür Profesör Pangloss olması gerekiyordu: “Burası yaşanabilir dünyaların en…” Bu üç noktayı, “zor, tehlikeli, heyecanlı vs…” gibi bilimum sıfatlarla size seviye atlatacak kanaatleri bilgilerle pekiştirerek doldurmanız gerekir. Ancak eğer acıyı bilinçli bir forma dönüştürmezseniz, metalaştırıp bir kitaba, filme, esere ya da sizi kapıdan geçirecek herhangi bir şekle sokmazsanız, bir de bunun üstüne kapının varlığını ve kapının ardındaki ölümsüzleri sorgularsanız sınır kasabasında hayatına son veren Walter Benjamin’le kader ortaklığınız ortaya çıkar: Bir tür akıl krizi…
Geri dönelim, en azından arılarla dolu devler ülkesi Afganistan’a dair ölümsüzlerin belleğinde neler kaldığına bakmaya çalışalım. “Afgan Kızı” dendiğinde aklınıza Vikipedi tabiri ile “keskin bakışları ve yeşil gözleriyle” Şarbat Gula’nın fotoğrafı geliyorsa ölümsüzlerin belleği sizde de az-çok var demektir. Fotoğrafın çekilme aşamasını ve sonrasını Vikipedi şöyle tarif ediyor: “…1984 yılında Pakistan’da bulunduğu mülteci kampında Steve McCurry tarafından (Şarbat Gula’nın) fotoğrafı çekildi. Gula, kamptaki okulda öğrenciydi. Afgan kadınların fotoğraflarını çekmek konusunda zorluklar yaşayan Steve McCurry, eline geçen fırsatı iyi değerlendirdi. Gula, fotoğrafı çekildiğinde yaklaşık 13 yaşındaydı… 2002 yılının Ocak ayında, bir National Geographic ekibi Gula’ya ulaşabilmek için Afganistan’a gitti… Fotoğrafın göz irisinin biyometri teknolojisi ile incelenmesi sonucu Şarbat Gula’nın bulunan kişi olduğu kesinleşti. Daha önce ya da sonra hiç fotoğrafı çekilmeyen Gula, 1984’te mülteci kampında fotoğrafının çekilişini tüm canlılığıyla anımsıyordu. Seksenli yılların sonunda evlenen Gula üç çocuk annesidir. Gula’nın hikâyesi National Geographic’nin 2002 Nisan sayısında yayımlandı, kendisini konu alan bir belgesel de 2002’nin Mart ayında yayınlandı. Kasım 2016’da Pakistan’a yasadışı yolla geçiş yaptığı için yakalandı ve sınır dışı edilmesi kararlaştırıldı.” ( tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Earbat_Gula )
Devler ülkesinin arıları ile yaşamaya mahkum Şarbat Gula’nın fotoğrafı tarif edilirken ölümsüzlere hediye edilebilecek kelimeleri sıralayalım: “keskin bakışlar ve yeşil gözler”, “Afgan kadınların fotoğraflarını çekmek konusunda zorluklar yaşamak”, “eline geçen fırsatı iyi değerlendirmek”, “ Fotoğrafın göz irisinin biyometri teknolojisi ile incelenmesi”, “kendisini konu alan bir belgesel”. Bu kadar uğraştan sonra artık Şarbat Gula’nın kendisine ait olmayan görüntüsü, ölümsüzlerin hangarında herhangi bir yerde asılmış bir fotoğraf olmayı hakediyor ve Steve McCurry’e sınırlarötesi bir şöhret kazandırıyor. Şarbat Gula’yı da devler ülkesine hapsediyor.
Vikipedi’nin “keskin bakışlara” dair yaklaşımının da, tam olarak ölümsüzlere yakışacak türden olduğunu söyleyebiliriz. Şair Ceyhun Tuna’ya “şiir yazmak meğer ne kadar anlamsızmış” dedirten bir başka keskin bakışların sahibi Ceylan Önkol’u Vikipedi’de aramaya kalkıştığınızda karşınıza ölümsüzler kapısından bir tür red gerekçesi çıkıyor: Önce bir kullanıcı “Ceylan Önkol” maddesini ve sayfasını hazırlamış, ancak bir süre sonra madde ve sayfa ölümsüz moderatörler tarafından “Madde 6: Kayda değer olmayan kişi” gerekçesi ile silinmiş.
Adorno’ya göre Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıkmış. Ancak herkesin de Auschwitz’i kendineymiş. Buna rağmen eğer Güliver ya da Profesör Pangloss olmak isterseniz her daim bilgi ile süslediğiniz bilinçli kanaatlerle ölümsüzlerin kapısında gevezelik yapmanız ve Auschwitz’lerde kayıt cihazlarıyla gezinirken sizi ölümsüz yapabilecek “elinize geçen fırsatı iyi değerlendirmeniz” gerekir.
Oktay İnce, Alper Şen
Ne işimiz vardı ki orda diye başlasam, doğrudan bir aşağılama haliyken zaten vize istemek, konsolosluklarda sanatçı olduğumuzu, ülkelerine girince oraya kazık çakıp kalmayacağımızı, “vallahi billahi ülkeme geri dönerim işte eski vizelerim ispatı olsunlar” uğraşına değecek ne var ki? Vize alabilince seviniyoruz, hatta 6 aylık, istemeden vermişler, dayanılmaz olan böylece kendimizi aşağılamamız. Yeni bir ülke göreceğiz, başka türlü düşünen insanlar, “belki etkileriz, belki etkileniriz, düşünme gücümüz, hitap gücümüz artar”, belki bir bakış açısı orda bizi bekler…
Yolculuk elbette sadece bizim değil gerçekte imajların yolculuğu. Görüntü ve ses kopyasını aldığı hikâyelerin, şimdi artık öykü olmuş, geçmiş olmuş, bellek olmuş, bizim çağrılma sebebimize bakarsak “archive” olmuş olayların yolculuğu. Onlar olmasa biz köyümüzden bile çıkamazdık, görsel hikayeler çerçisiyiz: Sırtımızda yükümüz bu, kendi yükümüzün eşeğiyiz yad ellerde, ki aslında bizi taşıyan imajlar, biz onların yüküyüz.
Yakın Plan Huzursuzluğunda Görüntü Okumaları
Bir görüntü zamanla bir arşive nasıl dönüşür? Geçmişin görüntüsü ile bugünü konuşmanın dili arşivden geçiyorsa nedir hatırlanması gereken? Kopenhag’da Sanat Akademisi’nde, Angela Melitopoulos’un “arşiv” sınıfında yaptığımız atölyede önce kendimize sorduğumuz iki soru vardı. Cevaplarını okulda ve sokakta izleyerek/kaydederek vermeye çalıştık.
Dünün görsel dili ile bugünü konuşmanın, hatırlama görüntülerini sunarak bir anlamda yeniden üretmenin anlamı bugünün sembollerinin pratikte üretildiği anlarda ortaya çıkıyor. Diyarbakır Sinanköy’de 2005’te ağaya karşı ayaklanan köylülerin eylemlerinin kayıtlarını izliyoruz. Kaydı yapan köylülerden Mecit kısa bir süre sonra jandarma tarafından yakalanıyor, kamerası elinden alınıyor ve kaset çıkartılıp buruşturuluyor. Ancak jandarma görüntüleri tam olarak bozamıyor. Çizikler ve şeritler içerisindeki görüntülerde jandarma tarafından dövülen, yaralanan insanları görüyoruz. Karşıda jandarmalar bir toprağın başında sıra sıra bekliyor. Köylüler bağırıyor, ağlayanlar ve taş atanlar arasında gidip geliyor kamera. Bir süre sonra ses de bozuluyor. Karıncalanma, ardından tekrar yaralı bir beden görünüyor manyetik çizikler içinde…
Oktay’ın, jandarmanın kasedin manyetik şeridini buruşturması hareketini tarif eden elleriyle sanat akademisinde rektörlük yapmış insanların portrelerindeki el çizimleri… İkisi de sanatsal bir el uğraşının tasviri: Jandarmanınki parçalamaya ve yok etmeye dayalı, ancak tam olarak yok edemeyip, aksine görüntünün etkisini artırdığı için “güncel sanatçı yoktur, güncel sanat vardır.” diyebileceğimiz bir çalışma… 1800’lerde Sanat Akademisi’nde rektörlük yapmış birinin portresinde ise eller bir palet ve fırça tutuyor. Çizmiş olduğu manzara resmi ise yine bir bellek sanatçılığını barındırıyor. 1800lerin Kopenhag’ı… Renkler keskin kullanılmış. Kopenhag resimlerindeki bu aşırı renk doygunluğu ve sürekli göz dinlendiren perspektifler nerden gelir sorusu geliyor akla. Jandarmanın yarattığı başarısız imha girişimi ise dayak sahnelerini yok edememiş. Aksine resmin üzerine plastik griden güzel şeritler ve karıncalar atarak görüntünün yok edilmeye çalışıldığını istemeden de olsa sanatsal bir dille ifade etmiş.
Görüntü ve bellekle kurulan ilişki, birbirine uzak iki bellek algısının nedenli/nedensiz ilgisini anlama çabası… Yani neyi hatırlıyoruz, neyi hatırlatacağız? 2011’deki İnsan Hakları Film Festivali’nde “Lice Günlükleri”ni sunan Ersin, izleyicilere uzun süre kadrajı yan yatmış ve binaların bir detayında sabitlenmiş bir görüntü izletti. Kameranın önünden insanlar geçiyor koşturarak. Ses baskın, patlama, çığlık içinde. “Kamera sanki düşmüş..mü? Evet düşmüş, kameraman nerde acaba?” sorusu akılda gidip geliyor. İzlenen görüntülerde salonda bir kısım “buranın neresi olduğu anlaşılmıyor?” huzursuzluğu baş gösteriyor. Bir eleştiri geliyor:”Ya arkadaşlar, biraz sinematografi ya… Şöyle kamera bir ilerlese kalabalıkta, genel bir çevreyi görsek, tamam orada bir eylem var anlıyoruz ama…”
Profesyonel – amatör ayrımının ötesinde, Ege Berensel’in tabiriyle: “ezilenleri göstermek/ezilenlerin safında yer almak” arasındaki aniden kalınlaşan ayrım bu huzursuzluğun ve eleştirinin nedeni. Bir görüntünün sinematografik değeri/bellek değeri arasında farkedilen ilişkisizlik… “Hakkari’den Ankara’ya Kağıtçılar” belgeseli’nde kamera, belgeselciden kağıtçıya geçtiğinde bu değişimin anlam kırılması kendi sinematografik ezberimizi bozamayacaksa görüntü üretirken, film yaparken bir hiyerarşiden her zaman bahsetmek ve uygulamak zorunda kalacağız.
Kopenhag’da derste bir düğün kaydı izliyoruz arşivden. Omuz planda, omuzlarını ritmik bir halde oynatan erkekler kadınlar geçiyor birer birer kameranın önünden. Her birinin yüzü ciddi ya da dalgın, uzaklara bakıyorlar. Uzun süre genel planı göremiyoruz. “Bu bir Kürt halayıdır” bilgisi izleyiciye tatminkar bir şekilde gelmedikçe bir eksiklik ve sabırsızlıkla çatılan kaşlar… Oysa birkaç dakika sonra bu halayı daha geniş planda görecekler. Geniş plandaki mekan ve topluluk bilgisini beklerken geçen yakın plan yüzlerini bilgi eksikliğinden dolayı tedirgin izlemenin dikkatsizliği… Oktay tedirginliği farkedip kaydı ileri alıyor. Genel planda “Bu bir Kürt halayıdır” bilgisi geliyor. İzleyicilerde bir rahatlama, bilgiyi aldığını onaylayan jestler… Tekrar başa dönüyoruz. yüzler şimdi mekan ve zaman bilgisiyle yeniden tanımlanabilir. Fakat bu tanımlama bilinen tariflerle gidecek bundan sonra… “Bu bir Kürt halayıdır” bilgisini vermeden önceki anlatımın rahatsız edici, ancak kaydedeni ve kaydedileni yakın planlarla zaman-mekan cenderesinden kurtaran metafora elveda demiş olduk.
Devamındaki sokak eylemleri videolarında izleyicilerin bir kısmı çıktı. Görüntüleri çok “sert” bulduklarını söylediler. “Bizden sokağın görsel belleğini istemiştiniz, bizim oralarda da sokaklar böyle ama” desek de bir anlam ifade etti mi bilemiyorum.
Genel Plan Rahatlığında Uygarlık Okumaları
İzleyicilerin, “öyleyse biz de size bizim sokakları gösterelim” teklifi ile Kopenhag sokaklarına çıktık. Kopenhag’ın merkezini saran, “royal” olarak tanımlanan kraliyet simgeleri ilk karşımıza çıkan… Şehre gelince kral ve kraliçenin huzuruna çıkmış gibiyiz. Şehirde- özellikle merkezinde- karşımıza çıkan bir tacın çevresinde şekillenen bir imgenin bisikletçi tabelasından restorana kadar her türlü farklı varyasyonunu görüyoruz.. Sorduğunuzda bu simgenin aslında bugünün Danimarka’sında pek bir anlam ifade etmediği söyleniyor. Danimarka ve Danimarka gibi diğer İskandinav ülkelerinde iktidar ilişkileri, bir sembol ve o sembolün taşıdığı anlamlardan çok iki kişi arasındaki sınıfsal kültürel farklardan oluşuyor(muş). Yine de bir kutsanmışlık var sanki bu çevresinde gezindiğimiz taç sembollerinde. Ya da sıradanlaşmış bir simgenin özellikle uygarlığın yakın doğusundan gelmiş bir yabancı için çağrıştırdığı onlarca imgeyi düşünmeden geçmek zor …”her yerde tac var, çok garip” mırıldanmamızın kendisinin garip olduğu yorumuna karşı aklıma Türkiye’ye gelen turistlerin her yerde gördüğü Mustafa Kemal resimlerinin/heykellerinin çokluğuna dair kurdukları ironik/sanatsal anlatım geliyor. Yabancı olmak, çevremizdeki simgelerin kodlarını tepkisel ya da övgüselliğin dışında yorumlamaya imkan tanıyor olsa gerek.
Şehirde bu “royal” simgelerini süsleyen / besleyen şeyler de genellikle resimler ya da heykeller. Şehrin merkezinde gördüğümüz tüm resimlerde ve heykellerdeki detaycılık, anlatım zenginliği ve Oktay’ın betimlemesi ile gücün temsiliyeti olarak ellerin işlevsel kullanımı… Durup dakikalarca bakacağınız ve size bir şey öğretmeye hevesli resimler ve heykeller… İlk öğreneceğiniz şey ise tarih. Ülkenin siyasi ve kültürel geçmişinin köklerine indiriyor birçok resim ve heykel. Askeri temsiliyetlerse Orta Çağ’daki heykellerde kalmış. Genelde at sırtındaki bir kral/komutan dışında savaş, zafer, kan, gözyaşı simgelerine pek rastlayamadık, belki de rotamızda değildi. Ya da “artık bunlara ihtiyacımız yok” aşamasında bir toplumla karşı karşıyayız. “Beni bilimle, felsefeyle anla” diyen bir şehir var karşımızda. İlk anladıklarımızsa yine bir yakın doğulu yabancı tepkisi: Zenginliğin ve ihtişamın detaycı ağırlığı… Şehrin sokaklarında ciddi ve sessizce izliyoruz birçok resmi ve heykeli incelerken. Bizim sokaklar gibi değil kesinlikle, üstelik sanki birileri sus ve saygılı ol demiş… Zamanın yeşil pası sanki daha da zenginleştirmiş bir çok heykeli. Hangi heykelin altında buluşulur, hangi heykelin çevresi kalabalıktır sorusuna henüz bir cevap bulabilmiş değiliz.
Şehrin en şık yerlerinde gezinirken birden doğanın içine düşüyoruz. “Christiana” isimli bir bölge… 70lerde anarşistlerin bölgedeki eski bir askeri fabrikayı ve çevresini işgal edip bir daha da çıkmamasıyla oluşan bir yer zamanla bir komün yaşam alanına dönüşmüş. Toprağın her hangi bir mülkiyeti yok. “Geliyorsunuz ve yerleşiyorsunuz, bu kadar basit” deniyor. “Basit olmayan şey ne, neden bu kadar boş?” diye sorduğumuzda ise aslında bir mülkiyet varmış ama hikaye karmaşıkmış cevabı geliyor. Christiana, “ütopya burası da değilmiş” dedirten, anarşizmin neo-liberal bir şehirde ancak yasal esrar ticaretiyle ayakta durduğunu hissettiren bir yer. Derdimiz de anlamak değil aslında, burada gördüklerimizin bize ne düşündürdüğü… “Atık, atıl kalma, çöpe dönüşme, geri dönüşüm” kavramlarının geldiğimiz yerdeki olanca politikliğine karşın buradaki nesnelerin zorlamayla yan yana gelmişliği, sıkıntının ve iyi kafanın sanatsal dili gibi bir şey mi desek, ya da bir şey demeden pas mı geçsek…
“Beni bilimle felsefeyle anla” sözünün devamında bir de “tarihle yargıla” sözü vardır. “Christianshavn” isimli meydan bu yargılamanın yapıldığı yer olsa gerek. Şehirde gördüğümüz onlarca detayla ve açıklama ile dolu heykele karşın bu meydanda isimsiz ve genel hatlarıyla yapılmış heykeller var. Bir Danimarka kolonisi olan Grönland halkından insanlar tasvir edilmiş heykellerde. Diğer meydanlara oranla bu meydanda kendine özgü bir kalabalık var.
Okuldaki öğrencilerden birinin tabiri ile Danimarka kültürüne entegre olamayan, kültürel asimilasyonda kaybolan ve bunun hezeyanlarını bu meydanda içki içerek yansıtan bir Grönland ahalisi doldurmuş meydanı. Aynı öğrenci, Avusturalya ve Amerika yerlilerinin yaşadığı asimilasyonun bir başka örneği olarak tanımlıyor bu durumu: “Beyaz adam işgal ettiği yerdeki yerlinin aklını ve duygularını içki ve silahla satın alır.” Meydanın ülkenin sömürgeci geçmişine karşı bir günah çıkarma çabası ile yapıldığı söyleniyor. Yanımıza yaklaşan bir Grönlandlı üzerine basarak “Danimarkalıyım aslında” diyor, ardından babasının Danimarka’ya 3.000 kilometre uzaktaki Grönland’da tüfek kullanma lisansı olduğunu, Grönland’da istediği her hayvanı vurmaya hakkı olduğunu söylüyor. Hiç Grönland’a gitmemiş. Aslında oralıymış, “ama Danimarkalıyım ben de” diyor tekrar üzerine basarak. Babasının tüfeğinden bahsediyor gururla yeniden. Heykelin yanında oturan başka bir Grönlandlı ise bir oyuncak uçağı çalıştırıyor.
Şehirde aradığımız ama bulamadığımız simgelerin tüm duygusal ağırlığı birden üzerimize yığılıyor bu kez. Grönland’ın zengin doğal kaynaklarının ve fakir halkının Danimarka parantezine alınması gördüklerimizin hissettirdikleri… İsimsiz heykeller arkalarındaki büyük binalara dekor, gururlu duruşlarıyla sömürgeci geçmişin vicdan temizliği, heykellerin altındaki mermerse memleketlilerine sığınak olmuş bu meydanda. (Alper Şen)
Küçük Kamerayla Arıza Kayıtları
Görüntülerin şiddet dozu Kopenhag’da sanat öğrencilerine ağır geliyor, bu hem devletin şiddeti, hem görüntünün. Bize olağan gelen onlar için değil. Bazı şeyler bu açının içinden seyrediliyor. Burada göstersek dönüp bakılmayacak, belki başında 1 dakika harcanmayacak görüntüler, hikayeler;” ilginç, enteresan, farklı” noktasına yerleşiyor ilk anda. “Biz aslında kültürel olan farkı sömürebiliriz, bakın ne kadar enteresanız, farklıyız, size benzemiyoruz, ne biz, ne ülkemiz.” Onlar, kolonyal ülke çocukları, dünyanın neresi kaşınsa uçağa atlar senden önce varır bakar, hatta yaşar. Gezi’ye bakın bir de. Dükkan senin… Bizde mal çok, satacak dükkan yok. Veya şimdi olduğu gibi, olayı ayağına çağırır. Bilenlerin anlatımıyla, sosyal devletin düz yollarında bir boşluğu dolduruyoruz, olay ihtiyacını karşılıyoruz, televizyonla bir anlamda aynı işi görüyoruz, seyrettiriyoruz.
Kameranın sokağa çıkması, ele düşmesi, çoğumuz için hala haber üretebilir ama bir estetik üretemez. Vertov’ dan beri ve şimdi video devrinde, bununla baş edildi. Estetik yerine etki. Etki, yalnızca düşünülebilecek, kurulabilecek bir şey değil, yakalanabilecek bir şey de. Bizler sokakta, elimizde video ile etkinin avcılarıyız. Zanaatımız bu, ilkine sanat deniyor. .
“Christianshavn” da, biz üçüncü dünyalılar buluşup oynaşırken dostlarımız felç olmuş halde bizi izlediler ve orada o insanlarla nasıl görüntü çektiğimizi merak ettiler. Yalnızca Fabian’ın girişimi Grönlandlılar’ın kendisine “kamerayı kapat” uyarısına kadar sürdü. Kamerayla onları taciz edebilmiş olmaktan memnuniyetimizi ifade için yazmıyorum tabii bunu, o arada araştırılacak bir şeyler var. Dersin ki Zimmel’in yabancısı: Yabancı’ya her şeyi anlatırız ama komşuya asla! Dedik ki, tenimizin rengi, Grönland’ı koloni yapanların rengi değil. Dil bilmiyoruz, kekeme İngilizce, onlar gibi… Kamera küçük, TV değil turistik, ve konuşanın elinde değil. Sadece çekmiyoruz konuşuyoruz. Hatta soru soruyoruz, bu önemli. Soru sormak bir eksikliği, cevap gücü bir yüceliği barındırır. Bunu onlara bahşediyoruz. “Bu heykel kim, kral mı”? Kimse onların atalarını merak etmediyse ya… “Hunter” diyorlar. Herhangi bir avcı, şehrin diğer heykellerindeki gibi “o kral, şu filozof” değil… O meydandaki 3.Dünya, kendi hikayenin bir parçası olduğunu için Denmark, “enteresan” olamaz. O herhangi bir heykelde sen de varsın. Sensin. Sen, sen ol.
Miriam, “aynı bizim ülkemizdeki gibi” deyip durdu, bizim görüntüleri izlerken. Eritre’liydi. Katmerlisini görmüştü. Sanatını burada icra ederse, kendi ülkesinin hikayelerini tükettirdikten sonra düşeceği boşluktan,” bu hikaye ortak hikayemizdir”le çıkmaya çalışacak belki. Köprü… Kültürel melezleşme… Otantik ama… Corridor X.
Montajlanmış, yapılandırılmış tam bir video gösterseydik, bu “enteresan”lığın ötesine geçilebilirdi tabii. Angela’nın “narrative structure” dediği ve bizde eksik olduğunu söylediği şeyi konuşmaya başlasaydık. “Orada ne yaşandı”dan ‘biz nasıl anlattık”a geçiş… Ham görüntülerin içindeki hikayeye odaklandık. “Sinanköy’de ne yaşandı?” “Hakkarili kağıtçıların başına getirelen ne?” Bu bir political correction… Attım, ama şöyle: Görüntünün, o görüntüyü bize emanet edenlere geri dönme zorunluluğu, düsturu, sonra “Efendim birbirini takip eden iki imajın aralığında olan biten” diye başlayan söz. Ödümüz kopuyor görüntünün nesneleşmesinden, kendi öyküsünden tümüyle kopup başka bir anlatının kadavrasına dönüşmesinden..
Christiana girişinde “Gel, ne istiyorsan yaşa ama fotoğraf çekme” gibi bir tabela var. Köy bölümünde ıssızlık görüntüleri kaydettik. Burda görüntü çalamayız, zira onlar düşman değil. (Oktay İnce)