Bir umut adası hikayesi ( II )

Yurdundan, evinden ayrılmış, ayrılmak zorunda kalmış herkes için yaşayabileceği, hayatını devam ettirebileceği bir yer bulma öncelikli işlerden biridir. Savaş sonrası durumda ise sığınacak yer arayan insan sayısı fazla ve sığınacak bir yer bulma daha zordur. Göç edenlerin sayısı yüzlerle, binlerle ifade edilemeyecek büyüklükte, her şey biraz daha zor ve yeni bir yaşamı kurmak oldukça güçtür. Anadolu’nun birinci dünya savaşından sonraki durumu da böyledir. Yaşar Kemal böylesi bir ortamda her şeyiyle insanlara hayat veren, Rumların sürgün edilmesiyle boş kalan adayı anlatır. Ada insanların sığınması için hazır bekler gibidir. Rumlar her şeylerini bırakıp gitmiş, her şey tam, adadaki tek eksik adaya renk verecek, hayat getirecek ve adanın yaşam sevinci veren havasından nasiplenecek insanlardır. Böylesi bir adaya Yaşar Kemal öyle insanlar yerleştirir ki onun deyimiyle ne Çin Maçinde ne Frengistanda ne Kafdağının arkasında ne de Kürdü Kürdistan’da onlardan iyisini bulamazsınız. Yaşar Kemal’in diğer kitaplarından da tanışık olduğumuz işinin ehli insanlar bir bir adaya gelmeye başlar. Her birinin başka bir hüneri vardır. Kimi en iyi at yetiştiricisi, kimi en iyi motor tamircisi, kimi en iyi balıkçı, kimi en iyi aşçı, kimi en iyi terzi vs.

Her birinin farklı bir kimliği vardır. Ama Rum’u, Çeçen’i, Kürdü, Türkü, Karadenizlisi, Alevi’si hayatlarını sevgi dolu bir ortamda, birbirlerine değer vererek geçirirler. Varsa bir sorun veya sevinç hepsini ilgilendirir. Sevinç de sorun da ortaktır. Kimlikleri, dilleri, inançları farklı olsa da birbirine benzer hikayeleri. Birbirlerini anlamaya dinlemeye açıktırlar.

Sıklıkla savaş üzerine konuşup içlerine işlemiş korkuyu, nefreti dökerler ortaya. Her biri yaşadıklarından ders çıkararak söyler söyleyeceklerini. Söyledikleri afaki değil tecrübeleriyle sınanmış olanlardır.

Savaşla ilgili söylenen ilgi çekici, etkileyici anlatımlardan biri şudur; “savaştan geriye kalmış her insan sakattır, yarı ölüdür. Savaşmış her kişi savaştan önceki kişi değildir. Yıpranmış, sakatlanmış bir kişidir. O kişiler ölünceye kadar mutlu olamaz, o pis dünyayı unutmak için böyle, kaçacak bir ıssız dünya ararlar.”

Yezidi kıyımından bahsederken şöyle der biri; “savaş en büyük suç değil miydi, o, daha dünyasına doymamış gencecik insanları zorla birbirlerini öldürmeye göndermek insan soyunun icat ettiği en iğrenç, en alçak, insan soyuna hiç yakışmayan, insanı insanlıktan çıkaran en büyük suç değil midir?”

Roman kahramanı Poyrazın aşık olduğu Zehra erkeklere sitemde bulunarak şöyle der; “ben kendimi bildim bileli bu erkekler hep harp ediyorlar, ölüyor öldürüyorlar. Köyleri kasabaları, şehirleri, dağı taşı yakıyorlar. Bebeleri, çocukları yakıyorlar. Yurtlarından yuvalarından ediyorlar insanları”.

Hikayenin gizemli karakteri ve en iyi balıkçısı Nişancı Veli ise güzel kadınlardan birine bakıp iç çekerken “ insanoğlu güzelliğe böylesine hayran kalabiliyorsa, bu savaş ne, bu birbirini yeme, aşağılama, bu akan suya, uçan kuşa, yaprağın üstüne konmuş kelebeğe düşmanlık niye? Deli mi bunlar, deli mi? Bu yaşa geldim, çok savaşlardan, ölümlerden, zulümlerden, dostluklardan, sevgilerden, mutluluklardan, ölümüne sevdalardan geriye kaldım, şu insanoğlunu anlamadım gitti. Ne tuhaf, ne çılgın bir yaratık. Allah belasını versin” diyip anlam veremez böylesi güzelliklerin içinde yaşanan savaşlara.

Savaştan geriye annesiz, babasız kalan, bir başlarına yaşama mücadelesi veren çocukların da hikayesine değinilir kitapta. Onların hikayelerini okurken şuan yaşananları düşünmeden edemiyor insan. Bazı ayrıntıların farklılığına karşın temelde onlara yaklaşımdaki benzerlik dikkat çeker. Çocukların hikayesi baytar Cemil’in savaştan sağ kurtulup Van’a gitme, ailesine, sevdiğine ulaşma serüveni esnasında anlatılır. Sarıkamış’tan sağ dönebilen baytar Cemil ailesini ve sevgilisini görebilmek için Van’a gittiğinde savaşın mağdurlarıyla karşılaşır bir bir. Öncelikle ondan kaçan Ermenilere misafir olur. Ermenilerin yaşadığı korkuyu hisseder. Her an ölümle yaşama korkusunu. Boşaltılmış bir şehre dönen Van Cemilin görmek istemediği manzaralardan biridir. Cemil’in yolu bir gün savaşta ailelerini yitirmiş Ermeni, Kürt, Yezidi çocuklarınkiyle kesişir. Durum içler acısıdır. Çocuklar çukurlarda ölüme terk edilmiş haldedir. Mecali olanlar şehre girip yiyecek bir şeyler kapar kapmaz şehirden kaçıyorlar ve köylüler, kasabalılar atlarıyla silahlarıyla hayatta kalmaya çalışan çocuklara saldırıyor. Çocuklar sapanla, taşla karşılık verir. Sonraki manzara birçok çocuğun ölümü ve bazı kasabalıların yaralanması oluyor. Can havliyle kaymakama koşan Cemil kaymakamı görür görmez “Ölüyorlar, ölüyorlar, can cekişiyorlar. Yüzlerce çocuk bir çukurun içine sığınmışlar, hepsi çırıl çıplak, ölüyorlar” der. Bir türlü kaymakam oralı olmaz söylediklerine aldırmaz. Ve kaymakam sonunda ayağa fırlayıp “Siz o çocukların kim olduklarını biliyor musunuz zabit bey, onlar insan değil, çekirge sürüleridir. Onlar çocuk değil, her biri bir canavardır. Şu koca memleketi onlar yaktılar, yıktılar, köyleri, kasabaları talan ettiler. İnsanları öldürüp küçük kızların ırzlarına geçtiler. Onlar Ermenidir, onlar Kürttür, onlar Yezidi, onlar Keldani, onlar çingene, onlar yetmiş iki milletin veledi zinalarıdır. Dört kitapta katli vaciptir. Siz onları bilmiyorsunuz, iyi ki ölüyorlar, onlardan, o çekirgelerden, o insan suretiyle halkedilmiş gergedanlardan, kan içici canavarlardan kurtuluyoruz.”

Cemil duyduğu onca şeyin üzüntüsüyle kahvesini içmeden öfkeyle, telaşla çıkar kaymakamın yanından. Şehir meydanına gelip yardım ister. Ama yardım isterken şehir ölü sessizliğine gömülüdür. Kimseler umursamaz onu ve söylediklerini. Yanına yaklaşan yaşlı bir adam “öyle bakma yavrum, kendini yeme. Burada herkes ölümü kanıksadı. Neredeyse çocuk öldürenlere altın madalya takacaklar. En çok çocuk öldüren en büyük kahraman ilan edilecek. Bin atına da yavrum zabit git. Bende bir askerim, seni anlıyorum. On bir yıl askerlik yaptım. Girip çıkmadığım savaş yok. Savaşa girip çıkanların çoğu insanlıklarından çok şey yitirir, aklı bozulur, kanı kanıksar. Az bir kısmı da kana, öldürmeye düşman kesilir. Var git yoluna zabit yavrum, şu kana susamışlar sana bir şey yapmadan. O çukurdakilerin kurtuluşu yok. Netsek neylesek ölecekler, yavrum.”

Hikayenin güzel tarafı ise yaşanan bu zulümlere, haksızlıklara rağmen, insanların yeni bir yaşamı beraber kurabilmeleridir. Bu anlamda Bir Ada Hikayesi yaşananların gerçekliğini, acımasızlığını, zulmünü unutmadan yaşamayı bilme, Yaşar Kemal’in bütün kötülüklere, olumsuzluklara rağmen umudu var etme, yaşatma hikayesidir.

Yaşar Kemal bunun için adayı öyle tasvir eder ki bu tasvir çoğu kitaptaki cennet tasvirinden daha etkileyicidir. Ada öyle bir adadır ki en iyi şeftaliler, incirler, narlar, zeytinler, bağlar orda yetişir. Adanın balı başka hiçbir yerde bulunmayacak türden bir baldır. Bütün doğa insanı hayran bırakacak güzellikte, evler düşlesen o kadar olur denebilecek cinstendir. Adadaki insanlar ise bütün bu güzelliklerin değerini bilen, koruyan ve bir arada yaşamayı bilenlerdir. Ayrıca para onlar için kutsanan bir şey değildir. Birbirlerinin yerine harcama yapar ve bundan bir rahatsızlık duymazlar. Adada yetişen eşi bulunmaz şeftali, zeytin, incir, narlardan kazanılan paranın bir kısmı bütün adadakilere dağıtılır diğeri ise ortak harcamalar ve gerekli durumlar için saklı tutulur. Her şey olması gerektiği gibi hatta olması gerekenden daha iyi anlatılır bu hikayede.

Yaşar Kemal Bir Ada Hikayesi kitap dizisiyle savaşın, yerinden edilmenin nelere mal olduğunu çok açık bir şekilde anlatmakta ve bununla yetinmeyip bu kadar iç karartıcı, yürek burkan duruma karşın güzel bir hayatın kurulabileceğini, yaşananlardan ders çıkarılması gerektiğini, şaşırtıcı deniz bilgisini de yansıtarak yazarlığının yetkinliğiyle ifade etmektedir.

Böylesi güzel bir kitabı okuduktan sonra gene o bilindik, özellikle göç açısından ibretlik dünya haliyle karşı karşıya kalmak rahatsızlık verici. Ama tam da bu ibretlik durum karşısında yaşanan zorluklara, sıkıntılara rağmen beraber yaşamayı bilen ve birbirini anlayan insanların hikayesine ihtiyacımız var. En önemlisi de onların gözünden yaşananlara bakmaya ihtiyaç var. Yani günümüzde olduğu gibi göç konusunda uzmanlaşmış insanların, kurumların, örgütlerin oturup, düşünüp göç edenler hakkında karar vermelerine değil de göç edenleri anlamak için onlara kulak vermeye. İhmal edilenleri Yaşar Kemal gibi bir edebiyatçının duyarlılığından, deneyiminden, bilgisinden yansıyan kelimelerle okumak hem yaşananların gerçekliğini hem de buna karşın umutlu olmayı öğretiyor. Bizim de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu değil mi zaten!

Kısa bilgi: Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikayesi kitap dizisi dört kitaptan oluşmaktadır. Ancak henüz dördüncü kitap basılmış değil. Basılan kitaplar şunlardır;

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1)

Karıncanın Su İçtiği (2)

Tanyeri Horozları (3)

Read Previous

Story of an Island of Hope (II)

Read Next

Mülteci-Der ile röportaj