Uzun yıllardır konuşulan Mahmur mülteci kampı bu kez Türkiye’de çok önemli bir politik açılımın önemli bir paragrafı olarak gündeme geldi. Mültecilerin kendi ülkelerine dönmeleri için elbette o ülkede olumlu anlamda ciddi bir değişiklik olması, en azından bu değişikliğin ciddi adımlarının görülmesi ve bu değişme iradesinin o ülkeden kaçan mülteciler için inandırıcı bulunması gerekir. Aksi takdirde can güvenliklerinin tehdit altında bulunduğu iddiasıyla ülkeden kaçanlar niçin geri dönsünler? Bu nedenle bugün hükümet ve bu açılımda rol oynayan aktörlerin Mahmur hakkında önemli bir tartışma yürütmesi gayet normal. Muhtemelen Mahmur konusu başarıyla sonuçlandırılmış olursa açılım sürecinde de çok önemli bir köşe dönülmüş olacak.
Şüphesiz 12.000 civarı nüfusuyla Mahmur (ve kamuoyunda pek anılmasalar da Duhok’taki 5 ayrı yerleşim merkezindeki yaklaşık 5.000 Türkiye kökenli Kürt mülteci) sadece Türkiye açısından değil, dünya iltica tarihi açısından da küçümsenemeyecek sayıda bir mülteci kitlesini ifade ediyor. Çok dillendirilmese de yakın geçmişimizdeki Türkiye şartlarından “zulüm tehdidi” altında olduğunu söyleyerek kaçan bu nüfus aslında yalnız değil: Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra sadece 1995 yılına kadar 350.000 civarı Türkiye vatandaşı Avrupa ülkelerine sığındı. 1980-1999 yılları arasında ise Avrupa da dahil olmak üzere tüm ülkelere kaçan insan sayımız 579.510 oldu. Bugün ise geri dönenler ve bulundukları ülkelerin vatandaşlığına geçenler hariç olmak üzere 221.000 Türkiye vatandaşı başka ülkelerde halen “mülteci” statüsünde yaşıyorlar. Bu sayı ile bugün dünyada mülteci üreten ülkeler sıralamasında 9. sıradayız. Takdir edersiniz ki bu rakamlar göğüs kabartacak türden değil. Bu nedenle Ermenistan, Suriye, Irak ve Yunanistan gibi konularda “açılım” çabası içinde görülen hükümetin aynı zamanda kendi vatandaşlarından başka ülkelerde mülteci durumunda bulunan kişilerin sayısını azaltmaya çalışması gayet doğal olarak algılanmalıdır. Kuşkusuz başka ülkelerde “mülteci” statüsünde bulunan kişilerin “gönüllü” geri dönüşleri aynı zamanda menşe ülkede bir şeylerin olumlu çizgide değiştiğinin önemli ve “güvenilir” birer politik göstergesi olacaktır.
Ancak Mahmur’dan dönüşler kesinlikle sadece bir politik tartışma konusu olarak değerlendirilmemelidir. Konunun asıl olarak mülteci hukuku ve dolayısıyla insan hakları hukuku boyutu vardır ve bu aşamada bu alana da eğilmekte bir zorunluluk bulunmaktadır. Mülteci koruması ve hukukunun nihai hedefi kişinin kendini zulüm tehdidi altında görerek kaçtığı “menşe” ülkesine güvenli, gönüllü ve onurlu bir şekilde geri dönmesinin sağlanmasıdır. Ancak bunun sağlıklı olarak yapılabilmesi için de sürecin mülteci hukukuna uygun oluşturulması; yasal ve sosyo-politik zeminin hazırlanması, geri dönüş mekanizmalarının geliştirilmesi ve tüm bu sürecin şeffaf olarak en baştan yıllar sonrasına kadar “izlenebilmesi” gerekmektedir.
Biz mülteci hakları savunucusu insan hakları aktivistleri olarak konunun politik bir tarafı olmadığımız için Mahmur’daki mültecilere “dönsünler” veya “dönmesinler” diyebilme lüksünü kendimizde görmüyoruz. Bu, netice itibariyle mültecilerin kendi hayatları hakkında hür iradeleri ile vermeleri gereken en önemli karardır. Ancak eğer döneceklerse bunun uluslararası mülteci mevzuatı ve teamülü açısından bir yolu-yordamı olduğu ve buna riayet edilmesinin gerektiği konusunda ikazda bulunmak adına sesimizi yükseltmek sorumluluğu hissediyoruz. Aksi takdirde iyi niyetlerle yola çıkılmış bile olsa sürecin sağlıklı işletilemeyeceğini ve belki halihazırdaki durumdan daha kötü sorunların ortaya çıkabileceğinden endişe ediyoruz.
Konu hakkında medyada çıkan birçok haberden ve hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalardan öğrendiğimize göre Mahmur’dan geri dönüşler hakkında uzun süredir Türkiye, Irak (merkezi hükümeti) ve ABD arasında üçlü görüşmeler sürmektedir. Ancak görüşme masasında mülteciler, mülteciler adına temsilciler, bağımsız STK’lar veya en önemlisi 60 yıla varan birçok coğrafyadan deneyimi ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) bulunmamaktadır. Mültecilerin bundan sonraki yaşam ve hayatları hakkında tabi ki sadece menşe ülke ve sığınılan ülkenin temsilcilerinin kafa kafaya vererek bir pazarlık süreci yürütmesine itibar edemeyiz. Bu son derece tehlikeli ve uluslararası mülteci korumasının tamamını sarsabilecek ve her zaman için olumsuz polemiğe açık bir durum oluşturabilir. Oysa 2004 yılında başlayan Mahmur hakkındaki görüşmelerde masada Türkiye ve Irak yanı sıra BMMYK da vardı ve aslında bir sonuca ulaşılmıştı. Ancak o tarihte görüşmeler sonunda varılan sonuç hiçbir zaman uygulanmaya konmadı. Bu kez –nedenini anlayamadığımız bir şekilde- BMMYK sürecin içine dahil edilmeden bir sonuç alınmaya çalışılıyor. Öğrenebildiğimiz kadarıyla görüşmelere Irak merkezi hükümeti adına katılan bir bakan görüşme konuları hakkında Mahmur’daki kampın yönetiminde söz sahibi olan Mülteci Komitesine bilgilendirme yapıyor. Ancak bu bilgilendirmenin ne kadar doğru, şeffaf ve geri bilgilendirmenin ne kadar düzenli ve sağlıklı yapılabildiği belli değil. Süreç, sivil toplum ve BMMYK’ne yönelik şeffaf işletilmediğinden bunu tespit edebilmemiz neredeyse imkansız. Özellikle Mahmur’un Irak merkezi yönetimi ile Kürt Federe Bölgesi arasında ciddi bir aidiyet tartışması konusu olduğunu bilmemiz bu konudaki kaygılarımızı arttırıyor. Basında çıkan haberlerden kamptaki mültecilere süreç hakkında tatmin edici bir bilgilendirme yapıldığına dair bir kaynak öğrenemiyoruz. Keza, mültecilerin de Türkiye’de son zamanlardaki gelişmeler ve dönmek isteyen kişilere vaad edilen teminatlar hakkında bilgi sahibi olduklarına dair hemen hiçbir açıklama ve yorum gelmiyor.
Esasen Mahmur’dan gönüllü, güvenli ve onurlu geri dönüşleri programlamaya çalışan bu müzakere sürecinin kamuoyuna açık, sivil toplum ve hele BMMYK ile işbirliği içinde götürülmesi bir “zorunluluk” olarak karşımızda durmakta. Hatırlayabildiğim kadarıyla bu kadar çok sayıda TC vatandaşı kitlesel bir mülteci grubunun Türkiye’ye kabulü benzeri tarihimizde başka bir tecrübemiz yok. Onca hazırlık sürecine rağmen –sadece 26 mültecinin Mahmur’dan dönüşünde olduğu gibi- olası pek çok problem ciddi krizlere neden olabilir. Oysa BMMYK’nın kuruluşundan itibaren yaklaşık 60 yıldır bu konuda geliştirdiği kılavuz ilkeleri ve her coğrafya ve topluluktan birikmiş ciddi bir tecrübesi var: BMMYK örneğin Vietnam, Kamboçya, eski Yugoslavya ve Afganistan’a geri dönüşlerde lider kuruluş sorumluluğunu büyük bir başarıyla yürüttü. Geri dönüşleri sağlıklı ve başarılı bir şekilde uygulamak isteyen bir hükümetin apolitik ve alanında uzman bu BM organından yararlanması gerekmektedir. Bu durum, şeffaf bir işleyiş nedeniyle yurt içinde ve dışında hem Ankara’nın elini güçlendirmekte hem de mültecilerin haklarının güvence altına alınmasının mekanizmalarını oluşturmak adına mültecilere güvence vermektedir. Gönüllü geri dönüşler hakkında BMMYK ile işbirliği konusu kanaatimizce 14 Aralık 1950 tarihli BM Genel Kurul kararı ve 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine göre hukuki bir zorunluluktur. Türkiye de BM’in kurucu üyesi, 1951 Sözleşmesinin hazırlayıcı ve yürütme komitesi üyesi olarak taraf bir ülke olmasından dolayı bu düzenlemelere uygun hareket etme sorumluluğu içindedir.
Türkiye’nin tüm bu düzenlemeler, BM’nin kılavuz ilkeler ve BMMYK’nin yıllara dayanan tecrübesine sırtını dönerek bu açılımı kendi başına gerçekleştirmeye ve başarmaya çalışması en basit değerlendirmeyle çok “tehlikelidir”; tüm bu süreç Türkiye hükümetinin ciddi olarak aleyhine sonuçlanabilir. Mülteciler ise böylesi şeffaf olmayan bir süreçten geçerek dönerlerse onları tam olarak neyin beklediği kesinkes belli olmayacaktır. Sürecin sivil toplum ve BMMYK gözetiminde işlemesi ise tüm taraflara güvence vererek rahatlatacak ve kazandıracaktır. Aksi halde ise büyük bir fiyasko ve düş kırıklığı ortaya çıkabilir. Bu ise sanırız olaya samimi ve insan hakları perspektifinden yaklaşan hiç kimsenin istemediği bir durum olacaktır.
Bu yazı 01–11–2009 tarihli Zaman Gazetesinde yayınlanmıştır.