Gözüyaşlı Başbakanımız, Darfur konusunda Omar Al-Başir’i savunmak için: “Ben oraya gittim, soykırım falan görmedim. Zaten, bir Müslüman soykırım yapamaz,” demişti. Koskoca Başbakan’ı yalancı çıkarmak haddimize değil ama, işin aslını merak ediyorsa elimizde ilk elden tanıklıklar var şimdi.
Dünya haritasının kanayan yerleri çok, ama bunlar içinde en derin olanı belki de Darfur. Hem yayıldığı cografi alan, hem de bugüne kadar yaşanan insani dramın boyutları bakımından büyükçe bir yara… Neresinden bakılsa, 2003’ten bu yana sistematik biçimde 300 bine yakın insanın canına kıyan bir savaş makinesinden bahsediyoruz.
Rakamların ruhu yok, ayrıca bu tür vakaları istatiğe dökerek birbiriyle tartmak sıradanlaştırma riskini taşır her zaman, ama bazen algımızı sınamak için aritmetik kaçınılmaz oluyor: Sözgelimi, son Kürt isyanında 25 yılda işlenen cinayetlerin 10 katını sadece 7 yılda başarabilmiş bir devleti ve başındaki insanı kim takdir etmez ki! Bu başarıya imza atan Sudan yönetimi ile Türkiye’nin bugünkü hükümeti arasında su sızmamasına şaşmamalı o yüzden. Bütün dünyanın onu soykırımcı olarak tanıdığına bakmayın; Sudan’ın darbeyle iktidara gelmiş lideri Omar Al-Başir ülkemizde bandoyla karşılanıp kırmızı halıda yürütülen bir devlet adamı. Hatırlanacağı gibi, 2008 kışında en üst düzeyde ağırlandığı Ankara ziyareti sırasında, bir tek Anıtkabir’de kafasındaki başlığı çıkarmaması mesele edilmişti!
Sınır ötesinde 270 bin sığınmacı
Sudan’ın güney bölgesinde 25 yıl süren kanlı savaş yatıştıktan hemen sonra, 2002-2003’te bu kez batıdaki Darfur’da patlak veren isyanı ve onu kanlı bir şekilde bastıran Sudan ordusu ile Cancavid adlı devlet destekli milislerin işlediği kıyımları merak edenler internette bu konuda bolca bilgi bulabilir, burada o detaylara girmeyelim. Zaten savaşın nedenlerinden çok sonuçları önemli.
Darfur’un trajedisi, öldürülen insan sayısıyla sınırlı değil elbette. Aynı süre zarfında 2.5 milyona yakın insan, yani Norveç nüfusunun yarısı kadar bir kitle yerinden yurdundan oldu. Bunların çoğu Darfur içindeki kamplarda veya evinden ayrı yerlerde yaşıyor. BM rakamlarına göre 270 bin kadarı ise çareyi Çad’a sığınmakta buldu. Köyleri, evleri, tarlaları yakılmış, çocukları, eşleri tecavüze uğrayıp öldürülmüş, canını kurtarma derdiyle kendini sınırın dışına atmış bu insanların çoğu, Çad tarafındaki mülteci kamplarında yaşıyor bugün.
Bir kaç yıldır üzerinde çalıştığımız belgesel projesinin son çekimlerini yapmak üzere, buradaki mülteci kamplarından birindeyiz. Yol arkadaşım, Darfur’daki kıyımdan yıllar önce kaçarak kurtulmuş, şimdi Avrupa’da göçmen hayatı süren bir Sudanlı. Bundan 5 yıl önce İstanbul Yenikapı’da Afrikalı mültecilerin kaldığı daracık bir evde kurulan tanışıklık, bizi buraya kadar getirdi.
Darfur kökenli arkadaşımla, geride bıraktığı insanların akıbetini öğrenmek üzere bu kamplardan birine gelmeyi uzun zamandır tasarlıyorduk. Bu işin kolay olmadığının farkındaydık, ama doğrusu bu kadar zorlu olacağı da aklımıza gelmezdi. İşin maddi külfeti ve kampları denetleyen BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’yle (UNHCR) gerekli ilişkilerin kurulması bir yana, buraya ulaşabilmek için; öncelikle Çad vizesi için uzun bir uğraş vermek, Türkiye’de bu ülkenin diplomatik temsilciliği bulunmadığı için vizeyi almak üzere Paris’e kadar gitmek, ardından toplam dokuz saati bulan aktarmalı uçuşla N’Djamena denen dünyanın hem en yoksul hem de en pahalı başkentine ulaşmak, bürokratik engeller yüzünden burada birkaç gün mahsur kalmak, BM’e bağlı Mavi Bereliler’in üssünde güvenlik brifingini aldıktan sonra kimlik kartı çıkarttırmak, ardından pırpır uçakla önce ülkenin en doğusundaki Abeche kentine, buradan da 8 kişilik başka bir uçakla Goz Beida’ya ulaşmak gerekti… Darfur sınırında, Tanrının terkettiği topraklara hoşgeldiniz!
Elektrik yok, su bidonla
Sonunda Goz Beida kasabasının yanıbaşındaki kampa girip de insanlarla konuşmaya başlayınca, buraya kamerayla giren ilk kişiler olduğumuzu öğrenmek tuhaf biçimde önce pek şaşırtmadı; uzak bir gezegene düşmüş gibi hissediyorduk ne de olsa… Sonra düşününce, bu körlük karşısında dehşete düştük: Dile kolay 17 bin insanın yokluk içinde yaşadığı devasa bir mülteci kampı, bu çığırından çıkmış iletişim çağında, yedi yıl boyunca bir kez bile filme alınmamış, görüntülü medyaya konu olmamış!
Jabal Kampı sakinlerinin çoğu buraya 2003-2004 döneminde, yani Darfur’dan kaçan ilk sığınmacı dalgasıyla birlikte gelmiş. Kiminin ailesi orada kalmış, kimininki gözlerinin önünde öldürülmüş. Çoğu yola çıktığı günü dün gibi hatırlıyor. Darfur’a dair zihinlerine kazınan en son şey, genellikle bir katliam manzarası. Maruz kaldıkları bombardımanları ve Cancavid’lerin zulmünü anlata anlata bitiremiyorlar.
Şimdi ise 17 bin insan, çalı-çırpı ve toprak karışımı malzemeden yapılma barakalarda dünyadan yalıtılmış bir şekilde yaşıyor Jamal Kampı’nda. İki kilometre ötedeki Çad’lılarla da hiçbir insani alışverişleri yok; çarşıda konuştuğumuz yerliler kamptaki komşularından küçümseyici bir edayla bahsediyorlar. Kasabada aralıklı verilen elektrik, mülteci kampında hiç yok. Suyu kadınlar uzak yerlerdeki kuyulardan bidonlarla taşıyor. Yarı çöl bir arazide en büyük sorun yemek pişirecek odunu bulmak. Çoğunlukla, yine kadınlar odun toplamak üzere uzak yerlere gittiğinde, saldırıya hatta tecavüze uğrayabiliyor. Çocukların hemen hepsi beslenme yetersizliğinden mustarip. Ve öylesine çok var ki onlardan!
Uçaktan korkan çocuklar
Kampta ‘okul’ dedikleri alana yöneliyoruz, öğretmenlerle konuşmak için. Okulun bahçesinde 40 derece sıcakta, küçük bir ağacın gölgesine sığmaya çalışan minik çocukların görüntüsü uzun süre gözümün önünden gitmeyecek. Karşılarındaki “khavvaja”ya (beyaz adam) bakan faltaşı gibi açılmış gözleri de… Okul dedikleri, kömürlüğü andıran bir dizi sınıftan ve geniş bir kum-bahçeden oluşuyor. Küçük sınıfların öğretmenleri genelde büyük sınıfların öğrencileri oluyor. ‘Kadrolu’ bir öğretmenin aldığı ortalama maaş 30 Amerikan Doları, yani 40 küsur TL.
12 yaşında bir kız çocuğuna “Darfur mu daha iyi, yoksa burası mı?” diye soruyoruz; fazla düşünmeden, utangaç bir sesle kırk satırdan yana kullanıyor tercihini: “Burası daha iyi, çünkü burada uçaklar yok.” Elbette, yolcu uçağından bahsetmiyor. Hayatında bilgisayar görmemiş, ama son model askeri jetlerle tanışmış çocuklar bunlar.
Rakamların ruhsuzluğundan dem vurmuştuk: Bir düşünün, 300 bin ölü ne demek? Evine hasret 2.5 milyon insan ne demek? Sınır ötesinde bekleşen 270 bin mülteci kaç şehir eder? Çalı-çırpıdan mürekkep 17 bin kişilik bir getto gözünüzün önüne gelebiliyor mu? Yedi yıl boyunca elektriksiz yaşamak, suyunu uzaklardan bidonla taşımak, doğru dürüst kampın dışına bile çıkamamak yedi yıl boyunca, nasıl bir şeydir? Darfur’un hal-i pür meali işte bu.
Ne demişti gözüyaşlı Başbakanımız, Darfur konusunda Omar Al-Başir’i savunmak için:“Ben oraya gittim, soykırım falan görmedim. Zaten, bir Müslüman soykırım yapamaz.”
Koskoca Başbakan’ı yalancı çıkarmak haddimize değil ama, işin aslını merak ediyorsa elimizde ilk elden tanıklıklar var şimdi.
Necati Sönmez zezefilm@gmail.com
Kaynak: BİANET
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.