“Kaçak göçmen” dedik “insan” çıktılar

00kacakSon yıllarda basında ve genel olarak kamuoyunda kim olduklarına bir türlü karar verilemeyen, ancak son dönemde artık “kaçak göçmen” olduklarına hükmedilen önemli bir insan nüfusu var.

Taner Kılıç’ın yazısı

 

Çoğu zaman ve halen de bazı yazılarda kendileri için mülteci, sığınmacı, göçmen, kaçak ifadeleri terminolojik anlamından farklı farklı yerlerde ve genellikle rastgele kullanılsa da artık bu kesim için bu tabirin resmi yetkililerden sonra genel anlamda kamuoyu tarafından da revaç bulmaya başladığını söyleyebiliriz. Gerçi akademik çevrelerde ve hukukçularda konunun halen tartışılır boyutta olduğunu, üstelik bu kişilerin kendilerinin bile kendilerini tanımlamakta başarılı olmadıklarını belirtmemiz gerekiyor. Ancak alanda çalışan sivil toplum ve insan hakları örgütlerinin “düzensiz hareket halindeki yabancılar” olarak gördükleri bu kesim artık son durum itibariyle “kaçak göçmen” olarak damgalanıp haklarındaki pazarlıklar ve sözleşmelere konu birer eşya gibi değerlendirilmeye başladılar. Bizlerin ise böylesi bir algının zihinlerimize yerleştirilmesine izin vermeden önce buna ilişkin gardımızı acilen almamız gerekiyor. Buna göre daha yakın zamanlara kadar siyasi ve ekonomik göç olgusu ile tarihi son derece iç içe olan bir toplum olarak “kaçak göçmen” kavramına ve bu kavrama yüklenen negatif değerlere oldukça ihtiyatlı yaklaşmamız gerekmekte.

Onları denizlerimizdeki derme çatma teknelerle boğulduklarında, kara sınırlarımızı geçmeye çalışırken uğradıkları felaketlerde, kaza yapan kamyon kasalarından yollara saçıldıklarında veya konteynırlarda havasızlıktan öldüklerinde ve küçücük izbe evlerde onlarcası saklanmaya çalışırken yakalandıklarında görmeye, duymaya alıştık. Artık maalesef ancak çok sayıda öldüklerinde haber değerleri olabiliyor. Bununla birlikte son dönem kulağımıza çalınma nedenleri bunlardan başka: Başbakanın bu yıl içinde iki kez ziyaret ettiği Yunanistan’da belki de en çok bu insanlar hakkında haberler yapıldı. Zaten ciddi bir ekonomik kriz ile uğraşan Yunanistan bir süredir artık kendisinin tek başına baş edemediğini açıkladığı “kaçak göçmen sorunu” hakkında hem Avrupa Birliği (AB)’ni hem de insan kaçakçılığı ile yeteri düzeyde mücadele vermediğini düşündüğü Türkiye’yi göreve çağırıyordu. İşte bu insanlar yapılan konuşma ve değerlendirmelerde Türkiye’ye kısmi “vize muafiyeti” teklifi (veya her ne kadar küçültücü bir ibare olsa da bu alanda daha çok kullanıldığı haliyle “havucu”) karşılığında iade alınması istenen “çürük mal” rolüne reva görüldü.

Yunanistan ile Türkiye arasında geri kabule yönelik 2001 yılında imzalanan protokol uzun yıllardır Yunanistan’ı tatmin eder bir işlerlikle yürütülmedi. Üstelik mevzuat olarak görece yeterli bir iltica prosedürü olsa da fiilen –dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir istatistikle- ancak binde bir oranlarında mülteci statüsü tanıması ve son derece kötü alıkonma koşulları uygulamasından dolayı birçok kişi için Yunanistan da sadece bir transit ülke işlevi gördü. Ancak ne var ki Dublin Sözleşmesinden sonra Yunanistan üzerinden geçen her sığınmacının Avrupa ülkelerinden tekrar Yunanistan’a gönderilmeleri ile Yunanistan bu alanda ciddi bir krize girdi. Zaten ülkedeki çok sayıdaki Arnavut göçmenle de uzun süredir başı dertte olan Yunanistan insan kaçakçılarına oldukça ağır cezalar vermek, ülkedeki koşulları bu insanlar için olabildiğince ağırlaştırmak, Ege Denizindeki adalardan ve Trakya/Evros Bölgesinde Meriç üzerinden zorla yasadışı sınır dışı işlemleri yapmak gibi fiili çözümler oluşturmaya çalıştı. Ancak bir kısmını insan hakları savunucuları olarak bizlerin de bulgulayıp raporlamayı başardığımız bu yöntemlerin uzun süre kullanılamayacağını gördü ve geri kabul anlaşmalarına işlerlik kazandırılmasının hayati önemine sarıldı. Bunda da en kuvvetli hamisi olarak AB’ni sahaya sokmak istedi.

Gerçi AB’nin uzun süredir bu anlamda sahada varlık gösterdiği biliniyor. Zaten uzun süredir “Avrupa Kalesi” (Fortress Europe) kavramı gelişmiş; Avrupa çevresine girişi zorlaştıran ve belki bazen imkansızlaştıran “hukuki duvarların” yanı sıra sıkı fiziki önlemlerin alındığı herkesçe aşikardır. Merkezi Varşova’da bulunan ve AB’nin sınır güvenliğinden sorumlu kurumu olarak geliştirilen FRONTEX zaten uzun süredir içinde Ege Denizinin de olduğu bazı deniz sınırlarında devriye görevi görmekteydi (örneğin bir süre önce gittiğimiz Midilli adasında pasaport kontrolüne bile Frontex görevlilerinin nezaret ettiğini kendi gözlerimizle gözlemlemiş idik). Özellikle güney Avrupa ülkelerine Kuzey Afrika’dan geçişler alınan siyasi ve fiziki tedbirlerle neredeyse sona erdirildi ve mesela Libya üzerinden İtalya’ya geçen nüfus 0 (yazı ile sıfır)’a indirildi. Bu durumda önceki yılların istatistikleri ilginç bir şekilde değişti ve Avrupa’ya kaçak girişlerin birden 10’da 9’u gibi ciddi bir oranının (günde takriben 300 kişinin) Türkiye-Yunanistan kara sınırından geçtiği üzerine kanaatimce biraz abartılı ve hedef gösteren haberler ortaya çıkmaya başladı.

Bunun sonucu olarak kısa tarihinde ilk kez FRONTEX’e bağlı RABIT-S ismi verilen yeni kara görev gücü 2 Kasım 2010 tarihinden itibaren Türkiye-Yunanistan arasındaki kara sınırı olan Meriç-Evros bölgesinde çalışmaya başladı. İnsan hakları konusunda eğitimli ve duyarlı olduğu iddia edilen bu 175 kişilik sınır müdahale gücünün tam olarak nasıl çalışacağını ve bu çalışmanın sonuçlarını sanırım zaman içinde değerlendirme imkanı bulabileceğiz. Ancak ateş açma yetkileri de bulunan bu gücün ülkeye girişte ciddi bir duvar işlevi göreceğini ve bu nedenle kaçakçıları haritaları önlerine koyarak rotalarını yeniden gözden geçirmeye sevk edeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Ancak bir şekilde Avrupa sınırlarına girebilen kişiler için Türkiye’ye yönelik bir geri kabul anlaşmasının hem Yunanistan hem de AB için son derece önemli olduğu açık. AB’nin sahip olduğu siyasi ve ekonomik güç ve Türkiye’nin katılım müzakere süreci içinde bulunması nedeniyle iltica ve göç alanında Türkiye’de çalışan bürokrasinin hiç istememesine rağmen AB müzakerelerini yürüten siyasi iradenin bunun üzerinde durması nedeniyle şartları Türkiye aleyhine zorlaştırıyor.

Oysa Türkiye’de bir süredir bu alanda önemli değişim süreci yaşanmakta: Türkiye tarihinde ilk kez olarak bir İltica Yasası gündemde ve ciddi değişiklikler içeren Yabancılar Yasası ile birlikte uzun süredir hazırlanan yasa taslaklarının önümüzdeki haftalarda Meclise gönderilmesi söz konusu. Mevcut hukuki ve fiili yapının bu alanda ciddi sorunlar içerdiği biliniyordu ancak 2010 yılı içinde sonuçlanan bazı AİHM kararları bu sistemin artık devam ettirilemeyeceğini açık olarak gösterdi. Her ne kadar bu taslaklar Türkiye’de bu alanda çalışan STK lar ve akademisyenlerle bir süre önce müzakere edildi ise de bu taslakların son hallerinin beklentileri ne kadar karşılayacağı henüz açık değildir. Buna bağlı olarak AB üyelik müzakere sürecinde hazırlanan belgelerde Türkiye’nin taahhüt ettiği Kabul Merkezlerinin ve Geri Gönderme Merkezlerinin inşa süreci başladı. Bunlara Başbakanın mayıs ayındaki Yunanistan ziyaretinde İzmir çevresine konuşlanması düşünülen ve Midilli-Dikili hattı üzerinde kurulan bir Geri Kabul Merkezinin oluşturulması eklendi. Yine Türkiye’de ilk kez batı sınırından başlamak üzere “Sınır Polisi” uygulamasına geçilmesine karar verildi. Tüm bu yeni mevzuat ve yeni kurumların bu insanlara nasıl bir güvence getireceği, haklarına ve korunma mekanizmalarına erişimlerine ne kadar olumlu katkı sunacakları Türkiye açısından bizce net ve kesin değil.

Hakkında konuştuğumuz bu insan nüfusunun tam olarak kimlerden oluştuğunun bilinmemesi bu alandaki temel sorundur. Gelişen teknoloji içinden geçen insanı göçmen veya mülteci olarak tanımlayabilen bir x-ray cihazı veya bir başka makine üretemedi. Bu nedenle bu kişileri toptan aynı kefeye koymak ne hukuken ne de ahlaken mümkündür. Bazılarının kendi dillerinde bile okuma yazması olmayan bu kesimin kendi hukuki durumlarını net bir açıklıkta anlatabilmesi de çoğu zaman kendilerinden beklenemeyecek zorlukta bir iştir. Kendi hukuki durumlarını anlatan terminolojik kavramları çoğu hayatlarında duymamıştır. Siyasi, etnik ve dini sorunların neden olduğu ekonomik krizlerin kimler için ne ifade ettiği birbirine oldukça karışmış sosyal ve hukuki durumlardır. Somalili veya Afgan bir göçmeni aynı ülkeden gelen bir mülteciden ayırabilmek ne kadar mümkün olur acaba? Bunun yanı sıra mülteci tanımının altında bulunan nedenlerden başka olarak göçmenlerin ülkelerinden kaçış ve bir başka ülkede kurtuluş arama nedenlerinin gayri insani veya keyfi nedenler olduğunu kim iddia edebilir? Kendilerini hakkıyla dinleyip gerekli insani koruma mekanizmalarını işletmeden onları alış veriş konusu birer mal gibi bir yerlere gönderme telaşını yaşamak bizim içimize sinecek bir davranış olamaz. Hele bunu içimizden birileri Avrupa’da daha rahat dolaşabilsin diye insanların belki de ölüm ve işkence ile sonuçlanabilecek şekilde oradan oraya transferlerine göz yummak ve üstelik buna aracılık etmek ciddi anlamda hukuk ihlallerine neden olabilir.

Kara ve deniz sınırlarında alınan fiziki ve hukuki tedbirlerin aslında sadece kaçakçıların rayicini arttıracağı, yolculukların da artık eskisinden daha hayati riskler içereceği açıktır. Ortada suyun kendisine yol araması gibi fıtri bir eğilim söz konusudur ve keyfi nedenlerle turistik gezi veya macera peşinde olmayan insanlar (ki onlar zaten bahsimizden hariçtir) koşullar ne kadar tehlikeli ve ne kadar pahalı olursa olsun bu yollara düşmekten geri kalmayacaklardır. Ancak bu durumun onları daha çok tehlikeye, daha çok hakarete ve daha çok insan onuruna aykırı koşullara iteceği açıktır. Onları karşılayan güvenli, etkin ve sağlıklı işleyen insani koruma mekanizmaları kuramaz isek aslında bizlerin de onları kaçakçıların ellerine iteleyen insanlardan farkı kalmayacaktır. Bu insanları insan kaçakçılarının mağdurları olarak görmekte samimi isek bu güvenli mekanizmaların kurulması ve etkili bir şekilde işletilmesi gerekmektedir.

İsviçre’li yazar Max Frisch altmışlı yıllarda işgücüne duyulan ihtiyaç ile Avrupa’da baş gösteren yabancı göçmen işçilerin çalıştırılması hakkında “işgücü çağırıldı, fakat insanlar geldi” demişti. Bundan 50 yıl kadar sonra Avrupa ve dünya bambaşka bir olgu ile karşı karşıya. İnsanlar güneyden ve doğudan siyasi, etnik, dini ve belki de tüm bunların neden olduğu ekonomik nedenlerden ötürü batı ve kuzeye doğru insanca bir yaşam arayışında ölümcül tehlikeler içeren yolculuklara çıkıyorlar. Ancak kendilerine yolda “kaçak göçmen” damgası vurularak gerisin geri ama nereye olduğuna ve orada kendilerini neyin beklediğine hiç bakılmaksızın birtakım tavizler karşılığında gönderilmeye çalışılıyor. “Kaçak göçmen” denilen kişilerin aslında bizler gibi sadece birer insan olduğunu, tamamen insani kaygılarla insan onuruna yaraşır bir yaşam arayışında olduklarını artık görmemiz ve bu nedenle yapılan pazarlıklara dikkat kesilmemiz gerekiyor. 

Av. Taner Kılıç

Mültecilerle Dayanışma Derneği

ktaner@gmx.net

Not: Bu yazı 29 Kasım 2010 tarihinde Zaman Gazetesinde yayınlanmıştır.

Read Previous

Abshir’in Somali’den Malta’ya yolculuğu

Read Next

Askarov’un işkence ile infazı, Türkiye’nin sorumluluğudur