…sadece hukukçulardan değil; psikolog, sosyolog ve sosyal hizmet uzmanlarından oluşan bir heyetin danışmanlığında kamu, sivil toplum ve yerel idarelerin birlikte yönetişimi ile şehirde birlikte yaşamın formülleri araştırılmalıdır. Bu yönetişim aklı pro-aktif olarak zamanında işletilmezse başta politik bir zeminden beslenen ve aslında zihin dünyasındaki yabancı düşmanlığına dayanan nefret söylemi kendisine imkan ve cüret bulabilecektir.
“20 Haziran Mülteciler Günü vesilesiyle”
İltica hakkı, tüm zaman ve coğrafyalarda önemli bir uygulama alanı olmasına, geleneksel hukukun önemli bir kuralı oluşturmasına, İHEB madde 14’te temel ve birinci kuşak insan haklarından sayılmasına, Birleşmiş Milletler (BM)’ in ilk sözleşmelerinden biriyle düzenlenmesine, Türkiye’nin de göreli olarak bu alanda iyi bir tarihi olması ve bu sözleşmeyi hazırlayan ve halen yürütme komitesinde (EXCOM) yer alan bir ülke olmasına rağmen ülke içinde hak ettiği ilginin gösterildiğini söyleyemeyiz. Hatta ülke içinde başta devletin üç temel erki olan yasama, yürütme ve yargı olmak üzere hemen tüm aktörlerin –son dönemde gösterilen önemli umut ışıklarına rağmen- iltica alanına karşı çok büyük oranda ilgisiz ve bilgisiz olduğunu iddia edebiliriz.
Dünyada mülteci alanında kamu kuruluşları ve bu alanda uzman BM kuruluşu olarak kurulan Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) dışında “önemli aktörler” dendiğinde hemen akla gelen üniversiteler, yerel idareler, meslek odaları, dini cemaatler ve hatta bazı ülkeler için sendikalar dışında tabi ki en önemli aktör olarak sivil toplum kuruluşları (stk lar) ön plana çıkmaktadır. Ancak maalesef Türkiye’de –diğer anılan aktörler gibi- sivil toplumun da bu alanda olması gereken seviyenin çok gerisinde olduğunu söylemek umarız bir haksızlık oluşturmayacaktır. Elbette son on yılda sivil toplum nezdinde bu alanda önemli bir insan kaynağı ve bilgi kapasitesi gelişmiştir; bugün on yıl önceye kıyaslandığında sivil toplumda alana ilişkin çok daha bilgili ve kaliteli tartışmalar yaşanmakta, başta uygulama sorumluları olan kamu kurumları ve BMMYK olmak üzere alana ilişkin çok daha ciddi bir izleme uygulanmakta, bireysel vak’alar nezdinde hukuki yardımlar sunulmakta, lobi ve kampanyalar yürütülebilmektedir. Ancak bu çalışmalar bizce halen olması gereken seviyenin çok gerisindedir. Ancak on yıl öncesiyle kıyaslandığında bu alanda elde ettiği insan kaynağı, bilgi, deneyim birikimi ve oldukça ciddi bir niyet ile sivil toplum iltica ve göç alanında yakın gelecekte çok daha önemli bir rol üstlenme iradesini göstermiştir.
Türkiye’deki sivil toplumun mülteci alanı ile ilgisini sanırız öncelikle hak örgütleri ve insani yardım örgütleri üzerinden görmek ve değerlendirmekte kolaylık ve gereklilik vardır. Sivil toplum içinde yer alan diğer yapılara kıyaslandığında çalışma alanı olarak mültecilere çok daha yakın olması gereken hak örgütleri ve insani yardım örgütlerine baktığımızda onlarda da bu ilginin ciddi anlamda kabaca son on yılda geliştiğini görmekteyiz. Öyle ki, hak örgütleri açısından hazırladıkları yıllık insan hakları raporlarında “iltica alanına ilişkin ihlaller” ancak yakın dönemde bir takip ve değerlendirme alanı olabilmiştir. Ancak bunun yıllar içinde sağlıklı ve düzenli şekilde devamına rastlanılmamıştır. Bunun yanı sıra ülkedeki uluslararası koruma ihtiyacı içinde bulunan insanlara etkili bir hukuki yardım ya hiç ya da gereği gibi sunulamamıştır. Ülkenin uzun yıllardır süregelen yoğun ve etkili siyasi gündemi, iltica ve göç alanına ilişkin genel anlamdaki ilgisizlik ve bilgisizlik, bu alanda bir kapasite gelişimini ihtiyaç olarak değerlendirmemiştir. Yine, zaten ülkemizde son on yılda gelişim gösteren ulusal insani yardım örgütlerinin Türkiye’nin farklı şehirlerindeki mültecilere yönelik fark etme, ilgi ve yardım çalışmaları organize etme işleri ancak yurt dışındaki mültecilere ilgi ve yardım organizelerinden çok sonraki bir zaman diliminde gerçekleşmiştir
Hak örgütleri ve insani yardım örgütlerinin bu gecikmeli ilgisine paralel ve belki de doğal olarak Türkiye’deki diğer ve genel sivil toplum da bu alana yakın zamana kadar lakayt kalma lüksünü kendinde bulabilmiştir. Kadın, çocuk, engelli dernekleri, dini cemaat organizeleri, Cami dernekleri bu alanda hemen hiç çalışmamışlardır. Ancak aralarında az sayıda ve bu alandaki uluslararası bilgi ve deneyimi ile hareket ettiğini bildiğimiz Hristiyan yardım kuruluşlarının öteden beri faaliyetlerini istisna tutmamız hakkaniyet gereği olacaktır. Bunun dışında başta Baro ve Tabip Odaları olmak üzere sivil toplum kuruluşu olma özellikleri öteden beri tartışma konusu olan meslek odaları ve sendikalar dünyanın başka coğrafyalarında aldıkları çok önemli ve etkili sorumluluklara karşılık bu alanda Türkiye’de dikkate değer bir inisiyatif göstermemişlerdir. Bu yapılar halen de bu alana karşı buzlarını büyük oranda kırabilmiş değildir.
Bu noktada özellikle sığınmacıların İçişleri Bakanlığı tarafından iltica prosedürlerini takip süresince zorunlu olarak ancak şehir içinde serbest ikametli olmak üzere gönderildikleri Anadolu şehirlerindeki durumları hiç kolay olmamıştır. “Uydu kent” tabir edilen şehirlerde “dışarıdan gelen yabancılar” çoğu zaman mesafeli olunması gereken kişiler olarak algılanmış, onları o şehre gönderen hangi irade ise (BM veya Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak) o iradenin zaten onlarla ilgilendikleri ve hatta bu kişilere çok yüksek paralar dağıttıklarını düşünmüştür. Dolayısıyla uydu kentlerde bu kişilerin barınmadan tutun da sağlık, eğitim, çalışma ve her türlü psiko-sosyal sorunları ile hemen hiç kimse ilgilenmemiştir. Sığınmacılar ise dil bilmemeleri, Türkiye’nin idari işleyişini bilmemeleri, zaten travmatik koşullardan kaçmalarından ötürü dertlerini anlatmaya yönelik mecallerinin ve cesaretlerinin olmayışından ötürü Anadolu şehirlerinde sivil toplum kuruluşlarının kapısını çalamamıştır.
İşte bu kapsamda BMMYK Türkiye Temsilciliğinin Türkiye’de sığınmacılara yönelik olmak üzere hemen hiçbir sivil toplum kuruluşunun çalışma göstermediğini fark etmesinden sonra Türkiye sivil toplumu BMMYK’nın kurulmasında ve/ya işleyişinde rol oynadığı sivil toplum kuruluşu örnekleri ile tanışmıştır. “BMMYK uygulama ortaklığı” olarak anılan bu sivil toplum yapısı şüphesiz görülen bir eksiklik ve ciddi anlamda ihtiyaç hissedilen bir çalışma alanı adına iyi niyetli olarak geliştirilmiştir. Ancak bundan Türkiye sivil toplumu adına çıkarılması gereken tespit bu alana ilişkin hemen hiç çalışmadıklarının görülmesi şeklinde olmalıdır.
Mülteci Hakları Koordinasyonu (MHK) işte tam da bu süreçte, özellikle devlet ve BM gibi devletlerarası yapılardan “bağımsız” bir şekilde çalışan hak örgütleri nezdinde gelişmekte olan sivil toplum ilgisi kapsamında doğmuştur. Koordinasyon (kuruluş deklarasyonundan iktibasla) “… devlet politikalarının ve uygulamaların izlenmesi, özellikle Türkiye-AB süreci çerçevesinde devam eden yasa ve kurum oluşturma çabalarına uluslararası insan hakları normlarını esas alan katkılarda bulunmak,ve Türkiye kamuoyunda göçmen ve mültecilerin sorunlarına yönelik farkındalık ve sahiplenmeyi arttırmak …” amacıyla kurulmuştur. Dolayısıyla uygulamayı takip ederek gerekli kurumlar nezdinde lobi çalışmaları yürütmek ve alana ilişkin eğitim ve kampanyalar düzenlemek temel çalışma yöntemleri olarak belirlenmiştir. MHK’nın kuruluş döneminden sonraki çalışma zamanına denk düşen yeni yasa hazırlık ve istişare sürecinde önemli ve etkili bir rol oynadığını düşünmekteyiz.
Suriyeli sığınmacılar ile kentlerimiz şimdiye kadar çok alışık olmadığı bir yoğunluk yaşamaktadır. Öyle ki, bu kapsamda haber dahi olmayan İzmir’de bile 100.000’den fazla Suriyeli mültecinin bulunduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle ulusal çapta çalışan insani yardım örgütleri yanı sıra şimdiye kadar bu alanda varlık göstermeyen, ismi medyada duyulmamış yerel dernek, vakıf, hayır kurumu, Cami cemaatleri, bireysel işadamı ve hayırseverlerin ve hatta konu-komşunun rol ve sorumluluk aldığını görmekteyiz ki bu son derece önemli bir gelişmedir.
Ancak yukarıda da bahsetmeye çalıştığımız üzere, bu alanda Türkiye sivil toplumu adına olması gerektiğini düşündüğümüz seviyenin çok gerisinde ve mültecilerin az bir kısmına ulaşabilmiş durumdayız. Ancak yine anlatılmaya çalışılan tüm olumlu gelişmeler ile Türkiye sivil toplumu yakın gelecekte çok daha ciddi ve önemli ilerlemeler gösterebilme kapasitesi taşıdığını bizlere ispat etmiştir. Çalışma alanı itibariyle başta Tabip Odaları ve Barolar olmak üzere meslek odalarının, bölümleri itibariyle de bazı üniversitelerin bu alanda daha aktif rol sahibi olmaları gerekmektedir. Böylelikle sadece hukukçulardan değil; psikolog, sosyolog ve sosyal hizmet uzmanlarından oluşan bir heyetin danışmanlığında kamu, sivil toplum ve yerel idarelerin birlikte yönetişimi ile şehirde birlikte yaşamın formülleri araştırılmalıdır. Bu yönetişim aklı pro-aktif olarak zamanında işletilmezse başta politik bir zeminden beslenen ve aslında zihin dünyasındaki yabancı düşmanlığına dayanan nefret söylemi kendisine imkan ve cüret bulabilecektir. Hali hazırda medyada ve sosyal medyada bunun çokça örneği bulunmaktadır. Bunun ise on yıl sonrasında Yunanistan’ın bugününe denk düşen yabancılara yönelik fiili saldırılara sahne olabilir. Bu nedenle yüksek bir bilinç ve sorumlulukla kentimizde bulunan ve nicelik ve nitelik itibariyle büyük bir değer olan bu nüfusa sahip çıkılmalı, insan onuruna uygun bir dayanışma gerçekleştirilmeli ve aynı zamanda uygulanacak tedbirlerle oluşturulacak entegrasyon sayesinde kentin de kazanması sağlanmalıdır.
Av. Taner KILIÇ
İzmir Barosu
Bu yazının kısa hali 20.06.2014 tarihinde Yeni Şafak Gazetesinde yayımlanmıştır