Geçtiğimiz günlerde ve halen Suriyeli mültecilerin yoğun bulunduğu bazı şehirlerimizde yaşanan tahrik, saldırı ve linç girişimleri hepimizin yüreğini ağzına getirdi.
Giriş
Geçtiğimiz günlerde ve halen Suriyeli mültecilerin yoğun bulunduğu bazı şehirlerimizde yaşanan tahrik, saldırı ve linç girişimleri hepimizin yüreğini ağzına getirdi. Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye geliş süreci 3 yılı aştı ve bu zaman diliminde dönem dönem değişik şekil ve yoğunlukta bir stresin geliştiğini, bunun bazı zaman ve mekanlarda patlama noktasına ulaştığını gözlemlemek çok kolay. Pek çok disiplinden araştırmacının araştırmasına ihtiyaç duyulan bu sosyal çatışmaların elbette tek bir nedeni yok.
Dünyanın her coğrafyasında ve zamanında şehir veya ülkeye yeni göç hareketleri ücretlerin düşmesine, kira ve tüketim maddelerinin yükselmesine neden olur. Her toplumda hayırsever ve insani duyarlılığını kaybetmemiş insanlar vardır ve zor durumda oldukları görülen bu yeni gelen nüfusa yardım etmeye çalışırlar. Ancak toplum sadece bu kişilerden müteşekkil değildir. Toplumda bu nüfus hareketini fırsata dönüştürüp kasasını daha çok doldurmak isteyen mülk sahipleri ve üretim ve ticaret araçlarını elinde bulunduran sermaye grupları da vardır. Ortada sömürü ve istismara açık geniş bir kitle olduğunu gören bu kesimin daha çok kazanma hırsı ile kira ve mülklerin artması, çalışma ücreti alacaklarının azalması durumu ortaya çıkmaktadır. Hatta bir açıdan görünür alanda yürüyen bu kazanma hırsı görünmeyen ve daha çok suç alanında kalan başka gayri meşru kazanç ve sömürü alanlarına da çok kolay geçişkenlik sağlayabilir. Bundan ise birinci derecede etkilenen şehir veya ülkedeki orta ve alt gelir düzeyindeki kesimler tepki ve öfkelerini bu krizi fırsata dönüştürmek isteyen –ve asıl sorgulanması gereken- bu kesime değil, bu durumun müsebbibi olarak gördükleri ve zaten istismar ve sömürüye açık olan göçmen nüfusa yöneltirler.
Bu tepki veya öfke hali genel olarak bir hoşnutsuzluk ve homurdanmaya neden olur belki ama çoğu zaman fiili saldırı ve linç girişimi aşamasına ulaşmaz. Ancak eğer o şehir veya ülkede bir de bu atmosferi iyi kullanabilecek etnik, dini, siyasi nedenler varsa veya bir takım çıkar veya suç şebekeleri de bu durumu harekete geçmek için iyi bir zaman olarak belirlemiş ise ortada ciddi bir tehlike var demektir. Bu durumda son günlerde izlediğimiz türden haberler artık sürpriz gelişmeler sayılmamalıdır ve etkili tedbirlerin düşünülmesi gerekmektedir. Re-aktif ve pro-aktif olarak yapılması gerekenler herhangi bir gecikmeye neden olmaksızın hemen uygulanmalıdır.
Bu kapsamda bu olayların yaşandığı şehirlerdeki Savcıların –her ne kadar nefret suçları ile mücadelede çok tatmin edici düzenlemeler sayılmasa da- 13.03.2014 tarihinde nefret suçunu içerecek şekilde değiştirilen ve “nefret ve ayrımcılık” başlığını taşıyan TCK madde 122 ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” başlığını taşıyan TCK madde 216 kapsamında soruşturmalar açması, bu kapsamda etkin delil toplaması son derece önemli olacaktır. Özellikle son günlerde yaşanan olayların madde 216’nin maddi unsurlarından olan “açık ve yakın tehlike” oluşturduğu da görüldüğüne göre şimdiye kadar pek işletilmeyen bu maddenin artık etkin kullanılmasının zamanının geldiği değerlendirilecektir. Şu ana kadar kamuoyuna yansıyan genel haberlerden anlaşıldığına göre olayların yaşandığı şehirlerde az sayıda Savcı bu maddeler kapsamında soruşturmalar yürütmektedir. Haberlerin çoğundan saldırıda bulunan kişilere yönelik daha zayıf Ceza Kanunu maddelerinden soruşturmaların yürütüldüğü bilgisi ve belki de buna bağlı olarak olayların fiil ve faillerine yönelik “cezasızlık” durumunun oluşacağına dair kaygı sezinlenmektedir. Başka alanlarda da olduğu gibi, bu alandaki suç içeren fiiller cezasızlık durumu ile “mükafatlandırılırsa” failler kendilerinin idare ve yargı tarafından desteklendiğini ve hatta teşvik edildiklerini düşünecek ve saldırı dozunu arttıracaklardır. Bu nedenle cezasızlığa karşı CMK kapsamında adil, hızlı ve etkin bir mücadele şarttır. Ancak elbette yeterli değildir. Göçmen ve mültecilere yönelik bu tür suçların ürediği iklim alınması gereken idari, siyasi, hukuki, sosyal ve birçok disiplinden tedbirler ile yok edilmeye, en azından minimum düzeyde tutulmaya çalışılmalıdır.
Türkiye’nin aşağıda etraflıca ele alınmaya çalışılacağı üzere çok uzun yıllardır kendisine sığınan mülteciler ve çalışmak amacıyla gelen göçmenlere yönelik belirli ve düzenli bir strateji ve politikası yoktur. Her ne kadar Türkiye’ye sığınan sığınmacıları değişik şehirlere dağıttığı uydu kent uygulaması var ise de bu şehirlerdeki yaşama dair hemen hiç ciddi bir çalışması ve eylem planı bulunmamaktadır. Suriye savaşına kadar da çok dikkat çekmeyen sayılarda gelen sığınmacılar şehir içinde bir şekilde erimiş ve kendileri ve sorunları görünür olmadan bir şekilde yaşam sürmüştür. Suriye savaşından kaçan mülteciler için başta oluşturulan çadır ve konteynır kampların dünyadaki benzerlerinden bariz üstün kalitesi ile övünülmüş ancak belli bir kişi kapasitesinden sonra (takriben 230 bin) kamp yapımı durdurulmuştur. Elbette Türkiye Cumhuriyetinin yeni kamp oluşturabilecek maddi imkanı vardır ancak deklare edilmeyen nedenlerle Suriyeli sığınmacıların artık kamplarda toplu kalması değil, şehirlere yayılması istenmiştir. Bu nedenle başta sınır bölgesindeki şehir merkezlerine, sonra da tüm Türkiye’ye Suriyelilerin dağılması adeta teşvik edilmiştir. Ancak en baştan beri bir türlü oturtulamayan kayıt sistemi ile bu nüfusun nereye, ne kadar dağıldığı bilinememiştir. Sağlık alanı dışında da hemen hiçbir sosyal alanda öngörü, idari ve hukuki düzenleme olmaksızın bu dağılma işlemine adeta seyirci kalınmıştır. Bu insanlar şehirlerdeki akraba ve hayırsever insanların ilgi ve yardımseverliğine teslim edilmişlerdir. Başta, bu konuda en çok ismi anılan ve sorumluluk sahibi olan AFAD ve Kızılay olmak üzere hemen hiçbir kamu kuruluşu şehirlerde gelişen bu yeni süreçte rol ve inisiyatif almamaya adeta özen göstermiştir. Burada siyasi ve idari zeminde bir irade boşluğu yok ise bu yönde bir politika ve strateji oluşturmama yönünde bir irade var demektir. Ancak her ikisinin de mantıklı ve doğru olmadığını son olaylar ispat etmiştir.
Ne durumdayız ?
Türkiye, konu her açıldığında başta kamu bürokrasisi olmak üzere çoğu kişi tarafından peşinen ve gururla söylendiği üzere geçmişinde göç ve iltica hareketleri ile çok iç içe olmuş, çok kültürlü yaşamı büyük oranda hayata geçirmiştir. Gerçekten, genel bir değerlendirme ile olumsuz ve trajik bazı örneklere karşılık bu alanda görece iyi bir tarihi geçmişe sahip olmuştur. Ancak takriben yüz yıl öncesinden başlayarak uygulanan bazı strateji ve politikalar ile Türkiye aynı çok kültürlü yapısını devam ettirmemiş, hatta çok kültürlü yaşamı kendi oluşturmaya çalıştığı ulus bilincine yönelik bir tehdit olarak algılamıştır. Gelinen nokta, bugünün Türkiye’sinin dünyada içinde en az gayri müslim nüfus oranı barındıran müslüman ülke olduğu gerçeğidir. Aynı uluslaşma sürecinde kendi ekonomik sorunlarına bağlı olarak yurt dışına göçmen göndermekte tereddüt göstermemiştir ve Türkiye bugün Barem Research, WIN/Gallup International araştırmasına göre dünyada kendi nüfusu ile orantılandığında 6,5 milyon göçmen vatandaşı ile yurt dışında en çok göçmen vatandaşı bulunan ülkedir. Buna karşılık kendi ülkesine yasal göçmen kabul etmede son derece tutucu ve dışa kapalı bir tavır takınmıştır. Gerçi kısa süre öncesine kadar İmparatorluk hinterlandı alanında bulunan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu ile öteden beri soydaşlık ilişkisinin bulunduğu Orta Asya ile arasında sınırlı ve akrabalık temelinde bir nüfus hareketi yaşanmıştır. Ancak bu ilişki büyük oranda kendi soyundan ve dininden olmayan nüfus ile buluşma ve birlikte yaşama pratiğinin hayata geçmesi şeklinde netice vermemiştir. Mülteciler için de durum böyledir.
Türkiye en başta 1951 Cenevre Sözleşmesine koymuş olduğu coğrafi sınırlamayı dünyanın 1967 New York Protokolü ile geçtiği aşamayı geçmemekte inat ederek muhafaza etmiştir. Bunun anlamı, Avrupa’nın siyasi sınırları dışından Türkiye’ye iltica amaçlı gelen kişilere Türkiye’nin “daimi bir ikamet ülkesi” olma taahhüdü içine girmemesidir. Elbette aksi yönde davranmak ülke hükümranlık alanının inisiyatif alanı içindedir ancak Türkiye yoğun insan hakları ihlallerinin yaşandığı Asya ve Afrika ülkelerinden kaçarak kendisine sığınan bu nüfusun hemen tamamına sadece uluslararası toplum tarafından BMMYK aracılığı ile statü belirleme işlemleri sonuçlanana kadar “geçici sığınma prosedürü” uygulamaktadır. Prosedür sonunda hakkında olumlu karar ile sonuçlananlar ise –bağlayıcı bir hukuki zorunluluk bulunmamakla birlikte- kendilerini kabul eden bir 3. ülkeye yerleştirilmektedir. Dolayısıyla –haklarında özel yasa çıkarılan bazı gerçekten istisnai kişi ve gruplar dışında-dünyanın geri kalanında olduğunun aksine Türkiye’de yerleşik yaşama geçen, ikinci ve üçüncü kuşak mülteciler yoktur. Bu haliyle 3. ülkeye yerleştirme işlemleri tamamlanana kadar Türkiye’de geçici olarak kalmasına “tahammül edilen” bir nüfusun varlığından söz etmek aslında daha doğru olacaktır. Bu nüfusun ise adeta ülke toplumu ile irtibatını en alt seviyede tutması için tedbir ve çareler düşünülmüştür. Mültecilere yönelik oluşturulan sınırlı strateji ve politikaların birçoğunda gaye “arkadan gelmesi muhtemel olan nüfusa emsal, teşvik edici ve özendirici olmamak” olarak belirlenmiştir. Buna göre bir insan olarak yaşamak için ihtiyaçlarını herhangi bir kişi veya kurumun yardımı ve takdiri olmaksızın karşılayabilmek adına çalışma ve sosyal yaşama dahil olabilmesi en önemli mesele iken bu konuda bir strateji ve politika geliştirilmemiş, adeta tam tersi yönde yazılı olmayan gizli bir politika uygulanmıştır.
İltica alanındaki dünyadaki en temel uluslararası hukuki düzenleme olan 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni kabul etmiş olmasına karşılık “coğrafi sınırlama” ile uygulamasını devam ettiren Türkiye bugün bu ligte maalesef sadece Madagaskar ve Kongo ile birliktedir. Hoş, coğrafi sınırlamanın içinde kalan ve görünüşte “avantajlı grup” olan Avrupa’dan gelen mültecilere –başta Çeçenler olmak üzere- nasıl bir yaşam standardı layık gördüğümüz konusu da içler acısıdır. Ancak parantezin dışında kalan ve asıl bu kapsamdaki yekün nüfusu oluşturan ülkemizdeki Asya ve Afrikalı sığınmacılar uzun yıllardır kalıcı bir çözüm olmaksızın değişken ve belirsiz uzunlukta bekleme süreleri ile tam anlamıyla “askıda” yaşamlar sürdürmektedirler. Bir kısmı tahammül güçlerini her an zorlayan bu süreçten olumlu sonuç alarak 3. bir ülkeye daimi ikamet alarak yerleşmekte, önemli bir kısmı ise bu sürece dayanamamaktadır. Bu nedenle İçişleri Bakanlığının kendilerini ikamete mecbur ettiği “uydu kent” tabir edilen ve çoğu zaman açık cezaevi koşulları taşıyan şehirlerden kaçmakta, yasal olmayan yollardan Avrupa’ya yolculuğa devam etmektedir. Türkiye tarihinin bu alana ilişkin ilk yasal düzenlemesi olan ve Nisan 2013’te kabul edilen Yabancılar ve Uluslararası Koruna Kanunu (YUKK) bu coğrafi sınırlama uygulamasını devam ettirmektedir ve belli ki AB üyelik sürecinde “tam üyelik” işleminin gerçekleşme anına kadar bu uygulama titizlikle korunacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin mültecilerle birlikte “daimi olarak” yaşamama, onların birileri tarafından 3. ülkelere transfer edilene kadar sadece geçici bir süre ülkede kalmalarına izin verme şeklindeki strateji ve politikası en azından yakın ve orta vadede değişmeyecek gözükmektedir.
Uydu kentlerde yaşam
Türkiye’ye iltica etmek amacıyla gelen bir kişi iltica iradesini beyan edip prosedüre girdiğinde İçişleri Bakanlığı kişinin prosedür bitene kadar önceden belirli ve “uydu kent” tabir edilen şehirlerden birisine gitmesini ve prosedürü oradan takip etmesini emreder. 2012 yılı Kasım ayında bu şekilde uydu kent olarak belirlenen ve kendisine sığınmacı gönderilen şehir sayısı 63’e yükseltilmiştir. Türkiye üniter bir devlet olmakla kanun, tüzük, yönetmelik ve genelgeler ülkedeki tüm şehirlerde aynı şekilde geçerlidir ancak neredeyse bu 63 şehirde sığınmacılara yönelik 63 ayrı uygulama söz konusudur. Bu sonucun ortaya çıkmasında elbette birçok faktör rol oynamaktadır. Ancak tahmin edileceği üzere Vali veya alandan sorumlu Vali Yardımcısının başını çektiği kamu idaresi birinci derecede önemlidir. Bir Valinin veya bu alandan sorumlu Vali yardımcısının şehirlerindeki sığınmacıların sorunlarına yönelik farkındalık ve duyarlılığı birçok şeyi birinci derecede değiştirebilmektedir. Esasen kamu idaresinin bu alandaki sonraki basamaklarında bulunan başta Yabancılar Şube Müdürlüğü ve Sosyal Yardımlaşma Vakıfları olmak üzere tüm kamu personelinin sistematik ve istikrarlı çalışmalar üretebilmesi yine Valiliğin bu konuda ikna edilmesine bağlıdır. Bazı illerdeki Valilik makamlarının duyarlılıkları ve inisiyatif almaları ile Ankara’yı hiç beklemeden birçok önemli soruna çok ciddi çözümler üretmeleri söz konusudur. Ancak yine bazı illerde Valilik makamları tarafından sığınmacılar lehine “hemen hiç” inisiyatif geliştirilmemekte, onlar şehirde hiç yoklarmış gibi davranılmakta ve hatta şartların görece iyileştirilip diğer uydu şehirlerden kendi şehirlerine geçişi ‘özendirici’ çalışmalar yapmamaları için kendilerine bağlı personel ikaz edilebilmektedir. Kamu kuruluşları nezdinde yetki ve görev alanları gerekçe gösterilerek bu alana ilişkin sorumluluk almama ve her kurumun sığınmacı kesime yönelik sıcak kestane muamelesinde bulunması yaygın bir davranış şeklidir. Bu nedenle şimdiye kadar sığınmacı kesimle hemen hemen her zaman kamu adına kolluk gücü olarak Polis muhatap olmuştur ve güvenlik anlayışının ön planda olduğu (ve çoğu zamanda sadece bu anlayışın tek başına etkili olduğu) kolluk kuvvetlerine bu alanın bırakılması durumu başlı başına çok yanlıştır.
Bu noktada ve kamu idaresinden bağımsız olarak o şehirlerdeki sivil toplum faktörü olarak stk lar, insani yardım dernekleri, hayırsever kişiler, kanaat önderleri ve meslek odaları bazen çok önemli sorumluluklar üstlenebilmektedirler. Yerel yönetim olarak belediyeler dünyada bu alanda çok önemli aktörler olmasına karşılık Türkiye’de halen sınırlı düzeyde bu alanda müdahil olmaktadırlar. Yine aslında üniversiteler ve sendikalar bu alanda söz söylemesi gereken aktörlerdir. Ancak şehirden şehire değişken bir şekilde bu aktörler sorumluluk ve inisiyatif almaktadırlar. Bunda büyük oranda etken neden –kamu idaresinde olduğu gibi- o kurumun o şehirdeki idarecisinin bu alandaki sorunlara yönelik farkındalık ve duyarlılığı olmaktadır. Şehirden şehire yine değişmekle birlikte hemen her yerde kamu ve sivil toplum içinde ve birbirleriyle irtibatlı bir koordinasyon, network ve bilgi alış verişi yoktur. Bir kurumun yapmaya çalıştıklarından bir başka kurumun çoğu zaman haberi dahi olmamaktadır. Bu nedenle bazı sığınmacı kişi veya aileler birçok kaynakla irtibat halinde yardım mekanizmalarına ulaşabilirken bazıları ise hiçbir kişi veya kuruma ulaşamamaktadır.
Oysa olması gereken şudur; bir şehir içinde kamu kuruluşlarının Valilik koordinesinde kendi içinde sürekli bir koordinasyon içinde olması gerekir. Keza, şehirde yukarıda andığımız tüm sivil aktörlerin kendi içinde bir başka koordinasyonunun bulunması gerekir. Bu koordinasyon mekanizmasında şehirdeki sığınmacıların sayısına göre ülke, etnik köken, din ve benzeri farklı durumlarını olabildiğince adil temsil eden delegelerin de bulunması gerekir. Bundan sonra kamu ve sivil bu koordinasyon mekanizmalarının zaman zaman bir araya gelerek çalıştığı bir başka üst koordinasyona ihtiyaç vardır. Bileşen aktörlerin de bu koordinasyon mekanizmalarına mümkün olduğunca farklı disiplinlerden temsilciler göndermesi faydalı olacaktır. Eğer oluşan tabloda psikolog, sosyolog veya sosyal hizmet uzmanları gibi disiplinlerden hiç katılım olmamışsa bu alandan kişilerin bireysel olarak daveti ile bilgi ve tecrübelerinin bu mekanizmalara aktarılması sağlanmalıdır. Bu mekanizmalar da yereli değerlendiren, yereldeki stresi iyi ölçen ve gerekirse bu stresi yöneten ancak uluslararası ve ulusal hukuktan kaynaklanan hakların insan onuruna en uygun bir şekilde o şehirde uygulamaya geçmesi için çalışmalar yapacaktır. Bunları kısa, orta ve uzun vadeli stratejik hedefler belirleyerek bu hedeflere yönelik hazırlayacağı eylem planları ile hayata geçirmeye gayret gösterecektir. Elbette bazı sorunların asıl çözüm mercii Ankara olacaktır ancak birçok sorun yerelden doğru çözülebilir ve Ankara’nın bazı sorunları çözmesine ise ciddi anlamda motive edici ve itekleyici güç olarak rol oynayabilir.
Bu kanaatimizce “olması gereken” formulasyon büyük oranda hiçbir şehirde yoktur ve bu nedenle şehirdeki sığınmacıların sorunlarına çözüm arayışında bazen neredeyse muhatap dahi bulunamamaktadır. Bu durum maalesef yapımları 2005 yılında hazırlanan Göç alanına ilişkin Ulusal Eylem Planına dayanan 7 şehirdeki Kabul, Barınma ve Tarama Merkezleri ile yine başka 7 şehir için kurgulanan Geri Gönderme Merkezlerinin yapılacağı şehirler için de böyledir. Üstelik her birisi 750 kişi kapasiteli olacak bu merkezlerin genelde şehirlerden daha izole ilçe merkezlerinde yapılacak olmasına rağmen bırakın yukarıda bahsetmeye çalıştığım koordinasyon mekanizmalarını oluşturmayı, bu ilçelerin halkları bu önemli gelişme hakkında bilgilendirilmemiştir bile. SGDD’nin bu merkezlerin yapılacağı yerlerde yerel halk üzerinden yaptığı “Askıdaki yaşamlar & algıdaki yaşamlar” projesi kapsamında yürüttüğü araştırma çalışmasının çıktıları bu nedenle çok önemlidir. Doğru bilgilendirme yapılmayınca maalesef yanlış, olumsuz ve provakatif bilgilendirme sosyal medyada ve fısıltı gazetelerinde öncelikle dolaşıma sokulmuştur. Bunun etkisini kırmak için doğru aktörler tarafından doğru bilgilendirme yapılarak oluşabilecek sorunlara şimdiden pro aktif önlemlerin düşünülmesi gerekmektedir. Bu merkezlerin bir kısmının inşaatları bitmek üzeredir, bir kısmının da bir yıl içinde bitmesi beklenmektedir, bu nedenle özellikle ve öncelikle bu şehirlerde harekete geçmek için ortada kaybedilebilecek bir zaman yoktur.
Yeni ve önemli aktör; Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM)
Bu alanda Türkiye tarihinde bir ilk olarak hazırlanan 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) 11 Nisan 2013 tarihinde kabul edilmiş, esasa ilişkin hükümleri 11 Nisan 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ancak bu alanda ilk kez görev ve sorumluluk almak üzere sivil bir yapı olarak kurulan GİGM’nin kuruluşuna yönelik hükümler yasanın kabul edildiği 11 Nisan 2013 tarihinde yürürlüğe girmiştir. O zamandan bu yana da GİGM büyük bir hız ve gayretle teşkilatlanmasını tamamlamaya çalışmaktadır. Kuşkusuz yukarıda açıklamaya çalıştığımız özellikle kamu alanında muhatap bulamama ve muhatap sorulduğunda herkesin sağına soluna baktığı duruma bu yeni kuruluş bir son verecektir. Müdürlük merkez, taşra ve yurt dışı teşkilatlanması, içinde barındırdığı komisyonlar ve yaklaşık 4.000 çalışan kadrosu ile kuşkusuz Türkiye’de yabancılara ilişkin en önemli uygulama merkezi haline gelmiştir. Ancak kanaatimizce bundan da önemlisi Türkiye’de bu konuda boşluğu öteden beri gözüken strateji ve politika oluşturma mekanizmalarının YUKK ile öngörülmesi ve yasal dayanaklarının oluşturulmuş olmasıdır. İçişleri Bakanı başkanlığında ve büyük oranda Bakanlıklar arası koordinasyonu sağlamak üzere kurulan Göç Politikaları Kurulu (GPK) üst düzey kamu yöneticilerinin içinde olduğu bir kurul olarak düşünülmüştür. Müsteşar veya müsteşar yardımcısı başkanlığında ve içinde alanda çalışan 5 stk temsilcisi ve 5 öğretim görevlisinin de yer aldığı ve daha birçok aktörü buluşturacak olan Göç Danışma Kurulu (GDK) da bu strateji ve politikaların oluşturulmasında araç olarak düşünülmüş ikinci önemli kuruldur. Böylelikle belki de Türkiye tarihinde ilk kez göç anına ilişkin politikalar kapalı kapılar ardında belirlenmeyecek ve bu alana ilişkin uygulama büyük oranda az sayıdaki Yabancılar Şube Polisi bürokrasisine teslim edilmeyecek, güvenlik perspektifinin dışından konu multi disipliner olarak ele alınabilir olacaktır.
Şimdiye kadar pek üzerinde durulmasa da kanaatimizce YUKK ve GİGM’nin en önemli ve güzel girişimlerinden birisi GİGM bünyesinde bir de Uyum ve İletişim Daire Başkanlığı’nın düşünülmüş olmasıdır. YUKK madde 108/1-d’nin öngördüğü bu daire yasada belirlendiği üzere “yabancıların toplumla olan karşılıklı uyumlarına ilişkin iş ve işlemleri yürütmek, kamuoyunu bilgilendirmek ve toplumsal bilinci arttırmaya yönelik çalışmalar yapmak, basın ve halkla ilişkiler kurmak” gibi konulardan sorumlu kılınmıştır. Dolayısıyla GİGM nezdinde kurulan bu başkanlık bizim bu yazı kapsamında ele almaya çalıştığımız tüm konularda lokomotif rolü oynaması gereken başkanlıktır. Her ne kadar ülkede Suriyeli ve Suriyeli olmayan tüm mültecilerin sorunları, yerel halka ilişkileri kapsamında bu başkanlığın herhangi bir icraat veya değerlendirmesi tarafımızdan henüz duyulmamıştır ancak bunu bu aşamada kurumun yeni kurulma sancılarına bağlamak belki hakkaniyet gereği olabilir. Ancak ülkede bu alana ilişkin yaşanan sorunlar ve durumun geldiği acil alarm pozisyonu dikkate alındığında bu başkanlığın harekete geçmesi için daha da geç kalmaması gerekmektedir.
YUKK’un bu alana ilişkin en önemli düzenlemelerinden birisi de kanaatimizce yasanın ortak hükümler bölümünün 96. maddesinde “uyum” konusunu müstakil bir başlık altında düzenlemiş olmasıdır;
“(1) Genel Müdürlük, ülkenin ekonomik ve mali imkanları ölçüsünde, yabancı ile başvuru sahibinin veya uluslararası koruma statüsü sahibi kişilerin ülkemizde toplumla olan karşılıklı uyumlarını kolaylaştırmak ve ülkemizde, yeniden yerleştirildikleri ülkede veya geri döndüklerinde ülkelerinde sosyal hayatın tüm alanlarında üçüncü kişilerin aracılığı olmadan bağımsız hareket edebilmelerini kolaylaştıracak bilgi ve beceriler kazandırmak amacıyla, kamu kurum ve kuruluşları, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ile uluslararası kuruluşların öneri ve katkılarından da faydalanarak uyum faaliyetleri planlayabilir.
(2) Yabancılar, ülkenin siyasi yapısı, dili, hukuki sistemi, kültürü ve tarihi ile hak ve yükümlülüklerinin temel düzeyde anlatıldığı kurslara katılabilir.
(3) Kamusal ve özel mal ve hizmetlerden yararlanma, eğitime ve ekonomik faaliyetlere erişim, sosyal ve kültürel iletişim, temel sağlık hizmeti alma gibi konularda kurslar, uzaktan eğitim ve benzeri sistemlerle tanıtım ve bilgilendirme etkinlikleri Genel Müdürlükçe kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşlarıyla da iş birliği yapılarak yaygınlaştırılır.”
Yasanın taslak aşamasında “entegrasyon” başlığı şeklinde düşünülmüş olmasına karşılık bu kelimenin oluşturulmak istenen modele ve sağlanmak istenen çift yönlü etkileşime çok da uygun olmadığına kanaat getirilerek “uyum” şeklinde değişmesi sağlanmıştır. Kanaatimizce sadece bu madde bizim bu yazıda anlatmaya çalıştığımız kaygıları ve oluşturulmasını tavsiye ettiğimiz modeli çok güzel bir şekilde tanımlamaktadır. Şimdi mesele yasal dayanağı ve tanımı oluşturulmuş, kendisine yasal bir zemin bulmuş politikaların daha da geciktirilmeksizin hayata geçirilmesidir.
Av. Taner KILIÇ
İzmir Barosu
Not: Bu yazı Zaman gazetesinde yayınlanmıştır.