Hasret de, Sunar da Kobanélilerle ilgili ne anlatırlarsa anlatsınlar mutlaka dönüp aynı şeyi tekrar tekrar vurguluyorlar: İnsanlar bütün bu yoksunluk ve yoksulluk içinde hiç tükenmeyen bir haysiyetli duruşa sahipler. Gururlular. Onurlular.
Ayşe GÜNAYSU’nun röportajı
“Suruç’un Kobané sınırına yakın küçük bir köyündeyiz. Kobané’den yeni gelmiş bir ailenin yerleştiği eve giriyoruz. 20 yaşlarında genç bir kadın çöküyor hemen yanımıza. Daha niçin gittiğimizi anlatmaya kalmadan gözleri ışıl ışıl soruyor: “Heval Kobané’de son durum ne?”
Ne umut verebiliyoruz, ne de umudunu kırabiliyoruz. “YPG kontrolü ele geçirmeye başlamış diye duyduk” diyoruz. Büyük bir umutla “O zaman bir aya döneriz evimize” diyor. Bizim de umudumuzun aynı yönde olduğunu söylüyoruz. Ama diyemiyoruz ki “Döndüğünüzde ne bulacağınızı biliyor musunuz?” Susuyoruz.
Öğretmenlik yaptığı Diyarbakır’dan haftasonları Suruç’taki gönüllüler ekibine katılan genç bir kadın, Sunar Aslan anlatıyor. Yanında arkadaşı Hasret Acer. O, psikolog. Özel bir eğitim kuruluşunda çalışıyor. İkisi de Eğitim-Sen gönüllü grubunun üyeleri olarak Suruç’taki çalışmalara katılıyor.
Telefon görüşmeleri ve e-posta mesajlarıyla yaptığımız söyleşi boyunca anlattıkları dayanılır gibi değil.
“Ev dediğimize bakmayın,” diyorlar. “Çoğumuzun mutfağı kadar bile olamayacak büyüklükte bir oda. Yere yan yana dört minder konulmuş. Neye uyanacaklarını bilmedikleri bir uykuya dalmanın hazırlığı içindeler. Oturuyoruz bir minderin köşesine, soruyoruz neye ihtiyaçları olduğunu… Ama görebiliyoruz eksiklikleri. Ne bir soba, ne bir yorgan, ne de erzak var etrafta. Yaşama tutunmak için bir umut tel örgülerin bu tarafına sığınmışlar. Ama ne yiyecekleri var, ne de onları soğuktan koruyacak evleri, kıyafetleri, yatakları.”
Soğuk da var, ama açız!
Ben soruyorum, onlar devam ediyorlar anlatmaya: “Kobané’den gelenlerin çoğu Suruç’un köylerinde yıllardır kullanılmayan evlerde, eski okul binaları ve sağlık ocaklarında, kendi imkânlarıyla yaptıkları mavi muşambadan çadırlarda, çamurla sıvadıkları ahırlarda yaşam mücadelesi veriyor. Yıllardır kullanılmayan bu damların çoğunda ne kapı var, ne pencere. Bu koşullarda yeni doğum yapmış kadınlar ve çocukları, yatalak hastalar… Üç gözlü bir odada 40 nüfus, aynı çadırda beş aile birlikte kalmakta. Ev niyetine başlarını soktukları bu barınakların çoğunun hem tavanı, hem de zemini toprak olduğu için her gün yılan ve akreplere karşı ayrı bir savaş vermek zorundalar.”
Bu anlatılanların yüzlerce kilometre uzağında, sıcak evimde oturuyor olmanın ağır sıkıntısıyla “Çok feci, çok korkunç” gibi boş sözler geveliyorum.
Telefonun öbür ucunda Sunar nefes almadan devam ediyor: “Bu koşullarda yaşamaya çalışan Kobanéli bir baba, insanların soğuktan da ölebileceğini, ama en önce açlıktan öldüğünü söylerken biz bir kez daha olabilecek en acil şekilde en temel ihtiyaçların karşılanması gerektiği gerçeğiyle yüreğimiz burkula burkula yüz yüze geliyoruz.”
3 kişi 20 bin kişiye yemek yapıyor
“Sunar,” diyorum, “ne yapılabilir? Biraz olsun koşulları iyileştirmek için en hızlı şekilde ne yapmak gerek?”
Hiç düşünmeden cevap veriyor: “Gönüllülere ihtiyaç var. Burada gönüllü yok!”
Duraksıyorum. Anlıyor, açıklıyor: “Gönüllü elbette var, ama sayı o kadar az ki, var olanlar da çok zor koşullarda çalışıyorlar. Düşünün, 20 bin kişiye üç kişi yemek yapıyor. Dört kişilermiş ama birinin ayağı yanınca geri dönmüş, üç kişi kalmışlar. Günde dört saat uyuyorlar ve geri kalan tüm zamanları yemek yapmakla geçiyor. Ama artık yetiştiremediklerini söylediler. Acilen aşçılara ihtiyaç var.”
Hasret’e soruyorum: “Suruç’ta yardım çalışmalarını kim örgütlüyor? Çalışmaları kim, nasıl yürütüyor?”
“Biz Diyarbakır’dan Eğitim-Sen ekibiyle gittik. Bunun dışında Sağlık Emekçileri Sendikası (SES), Tarım ve Orman Hizmet Kolu Kamu Emekçileri Sendikası (Tarım ORKAM-SEN), belediyeler aktif olarak yardım akışını sağlamaya çalışıyorlar. Belediyelerden ve STK’lardan gelen herkes gönüllü çalışan. Oradaki aşçılar da gönüllü olarak çalışıyor. Yani bütün organizasyon gönüllü çalışanlar üzerinden yapılıyor. Bunun dışında üniversitelerden gönüllü gelen arkadaşlar da var. Ancak STK’ların gönderdiği ekipler haftaiçi çalıştıkları için ancak hafta sonları Suruç’a gidip yardım çalışmasına katılabiliyorlar. Bu da düzenli bir organizasyon yapılmasını zorlaştırıyor.”
Acil ihtiyaç: Daha fazla gönüllü!
Sunar, çok miktarda yardım malzemesinin karışık olarak çuvallarda durduğunu, ayrıştıracak insan gücünün yokluğunda bunların yerine ulaştırılamadığını özellikle belirtiyor: “Yardımlar zaten miktar olarak ihtiyaçları karşılamıyor. Ama var olanların da yerlerine ulaştırılmasında büyük güçlük var, çünkü malzemeleri, örneğin giyim, gıda, hijyen malzemeleri olarak ayıracak yeterli insan gücü yok. Suruç merkezde çadırlarda kalanlara az da olsa bir yardım ulaştırılabiliyor. Ancak köylere yerleşmiş insanlara hem araç sıkıntısından, hem de insan gücü yetersizliğinden dolayı şu ana kadar (16 Kasım 2014 itibariyle) sadece bir kere dağıtım yapılabilmiş. Ancak köylere bu dağıtımdan sonra da gelenler olduğu için, henüz temel ihtiyaçları karşılanmamış birçok aile var.”
En çok ihtiyaç duyulan malzemeler neler? Nelere ağırlık verilmeli?
Hasret yanıtlıyor: “Suruç’a gelen insanlar evlerinden sadece üzerlerindeki kıyafetlerle sınırı geçtikleri için aklınıza gelebilecek her şeye ihtiyaç var. Benim konuştuğum evli bir kadın babasının evini ziyaret ettiği gün, o an Kobané’den ayrılmak zorunda kaldığı için yanına hiçbir şey alamadan dört çocuğuyla geldiğini söyledi. İhtiyaçları özel olarak söylemek gerekirse, her yaş için kışlık kıyafet, kışlık ayakkabı, kuru gıda, kışlık çadır, yatak, battaniye, mutfak araç ve gereçleri (çoğu aile yemek pişirecek kapların olmadığını söyledi), kadın petleri, çocuk bezi, hasta bezi, ilaç, tekerlekli sandalye, çölyaklı çocuklar için uygun gıdalar, temizlik malzemesi, mama, biberon, iç çamaşırları, çorap, atkı, bere… Yani aklınıza ne gelirse.”
Yaşamın sürekliliğini sağlayan, kadınlar
Kadınlarla ilgili gözlemlerini soruyorum. Kadınlar ne durumda? Kadın olmaktan kaynaklanan ne gibi sıkıntılar yaşıyorlar?
Sunar, “Savaş herkesi etkiler, ama en çok çocukları ve kadınları etkiliyor,” diye yanıtlıyor sorumu.
“Çünkü her şeye rağmen yaşamın sürekliliğini sağlaması gereken kişi yine ne yazık ki kadın oluyor. Dikkatimi çekti, günlük ihtiyaçların karşılanması için daha çok ailenin kadınları didiniyor. Çamaşır, temizlik, yemek, giyim, sağlık sorunları, bunları hep kadınlar üstlenmiş. Bir de, kadınların hepsi çok çekingenler. O kadar ki kendi eşlerinin yanında bile hamile olduklarını söylemeye utanıyorlar. Kadın hastalıklarını, biz bireylerin sağlık bilgilerine ilişkin formu doldurduktan sonra gelip kulağımıza söylüyorlar. Hijyen malzemeleri şu an çok düzenli dağıtılamadığı için kadınlar pet bulma ve diğer temizlik ihtiyaçları konusunda büyük sıkıntı yaşıyorlar. Çadırlarda kalanların şu an için banyo yapabilecek koşulları çok kısıtlı. Köylerde ise su sıkıntısı yaşanıyor. Zaten köylerde yaşayan insanlar ya kullanılmayan eski evleri çamurla sıvamışlar, ya kullanılmayan eski bir ahıra yerleşmişler ya da eski sağlık ocakları ve eski okullara yerleşmişler. Bunlara yerleşme imkanı olmayanlar ise köyde bir yere çadır kurmuş durumdalar. Çoğunun pencere ve kapısı ya yok ya da alt ve üst tarafı açık olan tahta kapılardan oluşuyor. Yeni doğum yapmış kadınlar vardı. Onlar da sağlık kuruluşlarından yararlanamadıkları için ne bebeğin, ne de kadının en temel sağlık kontrolü yapılabiliyor.”
Birkaç aile aynı çadırda
Hasret insanın temel ihtiyaçlarından biri olan mahremiyetin yokluğunu anlatıyor. “Köylere gelenlerin çoğu kalacak yer sıkıntısından dolayı birkaç aile aynı eve veya çadıra yerleşmiş durumda. Bir ailenin kendi çekirdek nüfusu bile zaten yeterince kalabalık olduğu için üç göz odada ortalama 30-40 birey kalıyor. Bu koşullarda insanlar, özellikle de kadınlar mahremlerini yaşayabilecekleri bir ortamdan yoksunlar. Ama bu koşulların geçiciliğini o kadar benimsemişler ki, çoğu acil ihtiyaçlarını görmezden geliyor. En geç bir ay içinde evlerine döneceklerini düşünüyorlar. Peki, gittiklerinde neyle karşılaşacaklar? Biz bu soruya cevap verecek yürekliliği gösteremedik.”
Sorular ve yanıtlar sürüyor. İletişimde bir sıkıntı yaşamışlar mı, mesela. Hayır. İletişimi Kürtçe kuruyorlar. Ancak onların şivesinin Arapçadan etkilenmiş olmasından kaynaklı kimi sorunlarla karşılaşabiliyorlar. Özellikle sağlık sorunlarını sorduklarında hastalıklarının isimlerini Arapça söyledikleri için yer yer anlaşmakta zorluk çekebiliyorlar. Ama onun dışında anlaşmakta büyük bir sıkıntı yaşamıyorlar.
Asıl travma sonradan ruh sağlığını vuracak
Sağlıktan açılmışken, sağlık durumları nasıl? En sık rastlanan sağlık sorunu ne? Çocukların durumu?
Hasret yanıtlıyor: “Biz hep köylerde çalışma yürüttük. En sık şikayet edilen hastalıklar; böbrek rahatsızlığı, nefes darlığı, mide-bağırsak sorunları ve kalp rahatsızlığıydı. Ayrıca özellikle küçük çocuklarda egzama problemleri vardı. E tabii, gelen kışla beraber de kaçınılmaz soğuk algınlığı, gribal enfeksiyonlar ve hijyen koşullarının yokluğundan kaynaklı idrar yolları rahatsızlıkları… İnsanlar savaştan kaçtıkları ve kaçarken birçok vahşete tanık oldukları için ciddi psikolojik sorunlar da yaşıyorlar. Konuştuğumuz kadınlardan biri beraber kaçtığı komşusunun aniden çığlık attığını, şuursuzca saçlarını yolduğunu ve sonra da bayıldığını anlattı. Üzülerek söylemek istiyorum ki bu insanlar şu an bir şok evresinde oldukları ve bütün dikkatleri gelen kışı nasıl atlatacaklarında olduğu için bu tarz rahatsızlıklar ileriki aşamalarda daha da artacaktır. Travma sonrası stres bozukluğu dediğimiz bu tarz rahatsızlıklar düzenli olarak tedavi edilmediğinde ne yazık ki daha ciddi psikolojik sorunlara yol açabiliyor. Bu insanlar halen yaşadıkları büyük travmanın ve sonraki olası etkilerinin bilincinde değiller.”
Bırakın tuvaleti, banyoyu; içme suyunu zor buluyorlar
Sunar sıhhi tesisat yokluğunun altını çiziyor: “Çadır kentte kalanlar için konteynırlardan tuvalet ve banyo yapılmış, ama tesisat henüz kurulmadığı için var olan tuvaletlerin önünde yüz kişilik kuyruklar oluşabilmekte. Buralarda bırakın tuvalet ve banyo ihtiyacını karşılamak için, içmek için bile suyu zor tedarik ediyorlar.”
Hasret ekliyor: “Özellikle çadır kentte bu konuda büyük bir sıkıntı var. Köyler için durum çok da farklı değil. Ev diye yerleştikleri derme çatma barınaklar uzun süredir kullanılmadığı için banyo ve tuvalet yok. Şimdi şöyle düşünün: Suruç’un nüfusu kadar bir nüfus daha gelmiş oraya. Böyle bir durumda atık problemi yaşamanız kaçınılmazdır. Hijyen koşulları zaten çok yetersiz olan insanlar için atıkların sağlıklı bir şekilde yönetilmemesi çok ciddi hastalıklara davetiye çıkarıyor.”
“Ayıptır, bize şunu getirin denilmez”
Hasret de, Sunar da Kobanélilerle ilgili ne anlatırlarsa anlatsınlar mutlaka dönüp aynı şeyi tekrar tekrar vurguluyorlar: İnsanlar bütün bu yoksunluk ve yoksulluk içinde hiç tükenmeyen bir haysiyetli duruşa sahipler. Gururlular. Onurlular. İhtiyaçlarını söylemekte zorluk çekiyorlar, mahcubiyetleri onlar için ellerinden geleni yapmaya hazır olan gönüllüleri eziyor.
Sunar örnek veriyor: “Hatta kendi aralarında konuşurken kulak misafiri olduk. Birbirlerine ‘ayıptır bize şunları getirin denilmez’ diyorlardı. Bir aileye neye ihtiyaçları olduğunu sorduğumda ‘hiçbir şeye ihtiyacımız yok’ dediler. ‘Size gıda dağıtıldı mı?’ diye sorduğumda ise ‘yetecek kadar var. Bir çuval makarnamız var’ dediler – ki bu aile sekiz kişilik bir aileydi… Gittiğimiz başka bir aile ise kendi imkânlarıyla köyde boş bir alana çadır kurmuşlardı. Bu aile altı kişilikti ve akşam yemeği olarak sofrada küçük bir tabak reçel ve küçük bir tabak patates kızartması vardı. O sofraya büyük bir içtenlikle bizi davet ettiler ve zaten az olan yemeklerini bizimle paylaşmak istediler.”
Hiçbir dam altında ısıtıcı yok
Peki, gönüllüler birey olarak ne gibi sorunlar yaşıyorlar? Soğuk, yorgunluk, uykusuzluk, psikolojik etkiler?
Sunar anlatıyor: “Orada sadece hafta sonları bulunabildiğimiz için yoğun bir tempoda çalışmaya gayret ettik. Sabah erken saatlerde başlayıp, akşam geç saatlere kadar çalışıyorduk. Çünkü insanlara ulaştırılması gereken acil yardımlar bekleyemez. Akşam geç saatlere kadar çalıştığımız için güneş battıktan sonra oradaki insanlarla beraber, kaldıkları yerlerde de olsak, dışarıda da olsak üşüdük. Çünkü hiçbir dam altında şu an ısıtıcı yok. Köylerden döndükten sonra da, ya gönüllülerin çadırında, ya da gönüllüler için hazırlanan kültür merkezinde bir arada kaldık. Oraya gönüllü olarak gidenlerin yaşadıkları koşullar da orada yaşayanların koşullarından farklı değil. Çünkü iki gün boyunca sürekli köylerdesiniz ve o insanların yaşadıkları koşulları paylaşıyorsunuz.”
Hasret: “İki gün boyunca aralıksız köylere gidiyoruz ve bizim oraya gitmemiz o insanlar için gerçekten bir umut oluyor. Konuştuğumuz insanlar bize soruyorlar: Yardım bu akşam mı, yoksa yarın mı gelecek? Onları hayal kırıklığına uğratmamak için sadece olabilecek en kısa sürede geleceğini söylüyoruz. Oysa ihtiyaçlarının ulaştırılması haftalar alabilir. Oraya gidip o insanlara umut vermek, onların yaşadıkları koşulları gördükten sonra sıcak evlerimize geri dönmek bizde de travma etkisi yaratıyor. Çünkü o insanlar sizden bir şeyler beklerken sıkıntılarına somut bir çare sunamamak gerçekten bir vicdan muhasebesine girmemize neden oldu.”
Muşamba altında römorkta yaşam
Sunar tekrar sözü alıyor: “Gittiğimiz köylerin çoğunda çocuklar o soğukta ya yalın ayak, ya da çorapsız terliklerle geziyorlardı. Köylerin birinde bir aile bir traktörün römorkunun üzerine geçirdikleri mavi bir muşambanın altında yaşıyordu. Üstelik oldukça kalabalık bir aileydi. Başka bir köyde akşam saatlerinde çalışmalarımızı yürütürken dört çocuğu olan ve bu çocuklarından biri yatalak olan bir baba çocuklarından söz ederken: ‘Çamurla sıvadığımız toprak bir evde kalıyoruz. Sadece iki – üç battaniyemiz var. İnsanlar soğuktan da ölür, ama en önce açlıktan ölür ve çok az yiyeceğimiz kaldı’ dedi. Bu cümleleri söylerken hiçbir şekilde duygu sömürüsü yapmaya çalışmıyordu. Konuştuğumuz bütün insanlar gibi o da çok onurlu bir duruş sergiliyordu. Çoğu insana neye ihtiyacınız var diye sorarken onların mahcubiyetlerinin ve onurlarının altında biz eziliyorduk.
Yazın, çizin, burada yaşananları duyurun!
Son olarak, çok uzaklarda yaşayan ve oradaki durum kendin gözleriyle görüp, o insanlara dokunamayan, seslerini duyamayan bizlere ne diyeceksiniz, ne söylemek istersiniz, diye soruyorum.
İkisi ortak yanıt yazmışlar e-posta mesajlarında.
“Biz Türkiye sınırları içerisindeki Suruç’a sığınmış ve Suruç’un nüfusunu ikiye katlayan Kobané halkının yaşam mücadelesine tanık olduk. Sınırın öteki tarafında kiminin eşi, kiminin oğlu, kiminin kızı savunmakta yaşam alanlarını. Sınırın bu tarafına geçenler ise büyük bir hayatta kalma mücadelesi veriyor. Kimi direnen oğlunun çocuklarını doyurmanın yollarını aramakta, kimi kendi çocuğunu soğuktan korumanın yollarını… Yaşadıkları topraklardan yine sınırlarla bölünmüş topraklarına sığınıyor Kobané halkı. Vatan topraklarını koruduğu varsayılan sınırlar bir kez daha parçalıyor kadınları, çocukları, yaşlıları… Kobanéliler insanlık düşmanı çetelerin vahşetinden kaçarak, sınırın diğer tarafında, kendi topraklarında mülteci oluyorlar. Doğup büyüdükleri evi, anılarını, geçmişlerini geride bırakarak… Bizim siz ve sizin gibi duyarlı insanlardan beklentimiz bizim gördüklerimizi mümkün olduğunca gündeme getirmeniz ve daha fazla duyarlılık yaratıp daha fazla yardım toplanmasına katkıda bulunmanız. Biz de ancak oraya gidip o insanlarla bire bir temas kurduktan sonra durumun vahametini anlayabildik. Gördük ki durum bizim düşündüğümüzden çok daha kötü ve bir halk kaderine terk edilmiş durumda. Duyarlı davranan her insanın ne yazık ki gidip bizim gördüklerimizi görme şansı yok. Biz de istedik gördüklerimiz bizimle kalmasın, daha çok insana ulaşabilsin. Bu anlamda sizin sayenizde biraz olsun bu yardım ve duyarlılık ağını genişletebilirsek ne mutlu bize…”
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.