Bologna Üniversitesi Siyaset Teorisi bölümünde doçent doktor olarak çalışan, “Post kolonyal çalışmalar” ve “Çağdaş siyaset teorisi” dersleri veren Sandro Mezzadra ile sendika.org sitesinden Murat Bay’ın söyleşisi:
Göçmen sorunu Akdeniz’de yüzlerce göçmenin yaşamını yitirdiği kazalardan sonra bir kez daha gündeme geldi. Türkiye’de ise Suriye Savaşı ile birlikte 2 milyona yakın göçmen Türkiye’ye giriş yapması bölgede bir dizi ekonomik-toplumsal-siyasal soruna yol açtı. Sendika.Org olarak Bologna Üniversitesi Siyaset Teorisi bölümünde doçent doktor olarak çalışan, “Post kolonyal çalışmalar” ve “Çağdaş siyaset teorisi” dersleri veren Sandro Mezzadra ile Bologna Üniversitesi’nde görüştük.
Göç, post kolonyal teori, çağdaş kapitalizm, İtalyan operaismo (işçicilik) ve otonom Marksizm alanlarındaki yayımları İtalyanca, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Fince, Yunanca, Slovence, Portekizce, Çince ve Japonca’ya çevrilen Mezzadra, aynı zamanda alternatif küreselleşme hareketinde aktif olan ve hareketin içerisinde göç ile ilgili konuların gündeme alınmasında etkili bir kişi.
Göç İtalya’nın gündemindeki en önemli konulardan biri, ancak Ortadoğu’da veya Türkiye’de bu kadar detaylı tartışılmıyor. Bu nedenle sormak istiyoruz; bizlere göçmenlerin göç yollarını sebepleriyle birlikte açıklayabilir misiniz? Mesela ağırlıklı olarak savaş ya da ekonomik nedenlerle mi göç yaşanıyor?
İtalya’da göçün bileşenlerine baktığınızda, bazı milletlerin çok iyi temsil edildiğini görürsünüz. Örneğin, Faslılar ve Romanyalıları en azından bu günlerde haberlerde çok bulamazsınız. Çünkü bu günlerde haberlere Akdeniz’den gelen insanların resimleri hâkim. Akdeniz’den gelen insanlara baktığımızda bu kişiler mesela Suriye’den gelmekteler, ki Suriye’deki konuya oldukça hâkimsiniz.
Ya da sözde ‘Afrika Boynuzu’ndan gelmekteler. Eritre’yi biliyorsunuz, bugünlerde özellikle Eritreliler gelmekte. Bu kendi içerisinde, hâlihazırda birkaç sorun barındırıyor çünkü ‘Afrika Boynuzu’ İkinci Dünya Savaşı öncesinde İtalyan kolonisiydi. Yani burada bir kolonyal miras da söz konusu. Sahra Altı Afrika’sından da gelen insanlar bulabilirsiniz, aynı zamanda Batı Afrika’dan da, örneğin Mali’den gelen insanlar, Senegal’den… Sahra Altı Afrika’sı kökenli insanların birçoğu İtalya’ya kendi ülkelerinden gelmiyorlar ancak örneğin Libya’dan geliyorlar. Libya’daki durumun farkındasınızdır. Burada demek istediğim, İtalya’ya göçün gerçekliği, medyada speküle edilen gerçeklikle örtüşmüyor.
Başka birkaç örnek: Bologna sokaklarında yürüdüğünüz zaman Bangladeşliler tarafından işletilen birçok dükkân görürsünüz. Birçok İtalyan şehrinde, Cenova’da, Milan’da, oldukça büyük Latin Amerikan toplumları bulunmaktadır. Örneğin Ekvatorlu toplumlar ve bu insanlar İtalya’ya birçok farklı yollarla geldiler.
Tekrarlayacak olursak, haberleri okuduğunuzda birçok göçmenin, sözde ‘kaçak göçmen’in Akdeniz’in güney sahillerinden geldiğini düşünürsünüz, ancak mevcut durum böyle değildir. Çoğu göçmen diğer yollarla İtalya’ya gelir. Genellikle ülkeye yasal giriş yaparlar, ancak sonrasında vize sürelerinden daha fazla kaldıkları için kaçak durumuna düşerler.
Ayrıca, medyada yasal ve kaçak göçmenler arasında bir tür ikili zıtlık yaratılmaktadır ve bu oldukça yapaydır. Çünkü yine sahada olana baktığınızda, şu anda yasal konumda olan göçmenlerin çoğunun yakın veya uzak geçmişte kaçak durumda olduklarını görürsünüz. Bu kaçak olmanın, yasa dışılığın üretilmesi anlamına gelir. Buna bir tür yasa dışılığın yasal üretimi de diyebiliriz.
Göçmenlerin niye İtalya veya Avrupa’ya geldiği ile ilgili yine akıllarda tutulması gerekir ki, İtalyanların Akdeniz’den gelen göçmenler olarak gösterdikleri göçmenler, İtalya’yı Avrupa’nın kuzeyine gitmek için transit ülke olarak algılamaktalar.
Yani daha zengin ülkelere?
Evet. Ancak birçok başka nedenlerden de ötürü, örnek verecek olursak diğer ülkelerde aileleri olduğundan ötürü. İtalya-Fransa sınırında olana bakınız. Orada olan göçmenlerin Paris’e gitmek istemelerinin nedeni temelde orada aile bağlarının, sosyal ağlarının olmasıdır.
Göçün nedenleri ile ilgili sorunuza dönecek olursam, birçok insan bildiğiniz gibi savaşlardan kaçar, Suriye’den bahsettik, Afganistan var, Irak’ta var. Günümüzde savaşlar tarafından parçalanmış muazzam bir Ortadoğu var. Bu, insanların kaçma nedenlerinden biri. Diğer insanlar diktatörlüklerden, örneğin iç savaş gibi nedenlerden ortaya çıkan şiddet durumlarından kaçmaktadırlar. Mali’yi örneklerden biri olarak düşünebilirsiniz. Ayrıca, insanlar İtalya’ya daha iyi bir hayat için de gelmekteler.
Peki, bu daha iyi hayatı burada buluyorlar mı?
Daha iyi bir hayat buluyorlar diyemem ancak daha iyi bir hayata doğru öznel bir itişin bulunduğunu söyleyebilirim. Göçmenleri mağdur olarak görmeyi reddettiğimden ötürü bu unsur benim için oldukça önemlidir.
Bu öznel unsurun altını çizmek istiyorum. Bu nedenle, yıllardır göçten bir toplumsal hareket olarak söz etmekteyim. Elbette bu göçün geleneksel anlamda bir toplumsal hareket olduğu anlamına gelmiyor, ancak tam da daha iyi bir hayat için olan öznel itişi vurgulamak için göçten toplumsal hareket tabirini kullanarak bahsediyorum. Ve sonrasında da öznel itiş ve göçün nesnel koşulları çatışıyor. Tekrarlıyorum, göçün bu yönünü vurguluyor ve göçten toplumsal hareket tabirini kullanarak bahsediyorum. Bugün görüyorum ki Angela Davis de göçten toplumsal hareket olarak bahsediyor. Angela Davis’i bilirsiniz, Afro-Amerikan komünist, militan, ABD’de 1970’lerin bir anlamda ikonu, birkaç yıl boyunca hapsedilmişti.
Göçün ardındaki nedenler ile ilgili en azından bahsetmem gereken bir diğer nokta da bir yanda sığınmacı ve mülteciler bir diğer yanda da ekonomik göçmenler arasında yapılan ayrım. Bildiğiniz gibi bu ayrım yasalarda, hem uluslararası hem de ulusal yasalarda yazılmıştır. Ancak, sığınma ve ekonomik göç arasındaki sınırları bulandıran birçok öznel durum nedeniyle, bu ayrım oldukça keyfidir. Bu, günümüzde bir iltica kriziyle karşı karşıya olmamızın nedenlerinden biridir. Sığınmanın ve iltica talep etmenin meşru sayılmasının net şartları bulunduğundan bu ayrımı tamamen ortadan kaldıramayacağımız için yaratıcı çözümlere ihtiyaç duymaktayız. Bu farkın kendi içerisinde keyfi olduğunun ve bu keyfiliğin kitlesel göç karşısında gitgide arttığının farkında olmalıyız.
Çoğunluğu Libya, Eritre ya da Sudan’dan gelen göçmenler İtalya-Fransa sınırında bekliyorlar! “Beklenmeyen göç dalgasında devletler sınır kontrollerini katılaştırabilir” ilkesi tam olarak ne anlama geliyor. İtalya-Fransa sınırında geçen hafta ne yaşandı?
Buradaki konu şu ki; Avrupa’nın kendine has bir sığınma sistemi bulunmaktadır ve bunun adı Dublin sistemidir. Dublin, Schengen Anlaşması’nın uygulanması için yapılmış olan bir yönetmeliktir. Schengen Anlaşması Avrupa’nın iç sınırlarını bir anlamda açmış olsa da, aynı zamanda, yeni dış sınırlar yarattı. Bu şu anlama geliyor; örneğin tarihsel olarak Fas ve İspanya arasındaki bir sınır olan Gibraltar’ı düşünürseniz, artık burası bundan daha farklı daha fazla bir şey. Burası Avrupa Birliğinin dış sınırı; bu da, coğrafi olarak oldukça uzak olsalar da, Almanya ve Finlandiya’nın da bu sınırın yönetiminde menfaatleri olduğu anlamına gelmekte. Bunun sonuçlarından biri de bir sığınmacının ilk vardığı ülkede sığınma talep etme zorunluluğunu getiren keyfi kuralı koyan Dublin sisteminin kurulmasıydı.
İtalya’ya varan ve Dublin sistemine göre Fransa değil İtalya’da iltica başvurusunda bulunmaları gereken sığınmacıları Fransa bu temelde reddediyor; bu Fransız hükümetinin iddiası. Ve böylelikle bir kez daha İtalya ve Fransa arasındaki sınırı kapattılar. Bunun ile ilgili birçok riskli olası sonuçları bulunmaktadır. Çünkü ben Ventimiglia sınırından Fransa’ya gidersem eğer, kontrole tabii tutulacağıma inanmıyorum. Benden pasaportumu göstermemi isteyeceklerini sanmıyorum. Ancak eğer siyahi bir adam ya da kadın sınırın ötesindeki ilk şehir olan Menton’a gitmek isterse onlardan istenecektir.
Bu aynı zamanda ırkçılık bir uygulama diyebilir miyiz?
Nesnel olarak söylediğim tam da bu. Fransız hükümeti sosyalist olduklarını, ilerici olduklarını, katiyen ırkçı olmadıklarını söylüyor, ancak aslında eğer siyahiyseniz kontrol ediliyorsunuz. Yalnız Ventimiglia’da değil, aynı şey trenlerde, diğer sınırlarda da oluyor.
Aslında Ventimiglia bir yandan da ilginç bir durum. Ventimiglia’daki durumda ilginç bulduğum şey göçmenlerdeki farkındalığın, inatçılığın, kararlılığın derecesi. Bu göçmenlerle yapılan mülakatları okuma fırsatınız oldu mu bilmiyorum ama içinde bulundukları durumun son derece farkındalar ve birçokları taleplerini siyasi temelde ifade ediyorlar.
Evet, okuma fırsatım oldu. Açlık grevindeydiler ve içinde bulundukları durumu protesto ediyorlardı. Ancak bu polisin umurunda bile değildi.
Bu göçmenlerle çarpıcı derecede dayanışma bulunmakta. Ancak beni etkileyen yalnızca, örneğin açlık grevleri olarak olan mücadele biçimlerinde değil, aynı zamanda taleplerinin ifadelendirilmesinde de siyasi tutum sergilemeleri. Bana göre bu günümüzde göçün doğurduğu siyasi zorluğun ve görevin güçlü bir kanıtı.
Bu konuya geçtiğimiz hafta Padoa’da da değinmiştim, yalnızca Avrupa alanının yapısını değil, aynı zamanda Avrupa’nın diğer alanlarla ilişkisini de yeterli derecede tekrardan düşünme gibi bir siyasi zorluk bulunmaktadır.
Göçmen sorunları konusunda AB’nin İtalya’yı yalnız bırakmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Fransa ve Avusturya’nın sert tutumuna karşı İtalya’nın 3 aylık serbest dolaşım vizesi verme tehdidi nasıl siyasal sonuçlar doğurur?
Bu bir utanç nedeni. Gerçekten, daha önce de bahsettiğim gibi, bu zorlukla başa çıkmak ancak Avrupa seviyesinde mümkün. Bu aynı zamanda birçok göçmenin İtalya’ya doğru gelmemesi nedeniyle de böyle. Avrupa’ya gitmek istiyorlar. Belki bir kısmı İtalya’da kalmak istiyor, ancak çoğunluğu istemiyor. Bir diğer değişle birçok göçmenin hedefi İtalya değil Avrupa. Birçok bakış açısından bir Avrupa yaklaşımı mutlak surette gerekli.
Brüksel’in bürokratik dilinde genellikle ‘külfet paylaşımı’ olarak adlandırılan şeye karşı güçlü şekilde direnç gösterildiği açık. Birçok kuzey Avrupa ülkesi bir tür ‘külfet paylaşımı’na katılmak istemiyor.
Birçok Avrupa ülkesi bir savaşa katılmak için hazır çünkü bir şekilde savaşlar kolayca çözülürler (gülüyor). Ve ansızın Libya’da insan tacirlerine karşı savaş fikri ya da efsanesi ortaya çıktı. Hükümetlerin insan tacirleriyle ilgili resmi retorikleri ile köle tüccarları ile ilgili olanların arasında paralellikler olduğu göze çarpmaktadır. Böylelikle insanlığın yeni düşmanını yarattılar, bir zamanlar korsanların olduğu gibi. Ancak insan tacirlerine karşı savaş açmanın aslında manasız olduğu oldukça aşikâr.
Bu durumda ne yapılır ki? Gemileri mi bombalarsınız? Böyle yaparsanız göçmenlerin olduğu en azından bir gemiyi bombalayacağınız belli. Bunu geçmiş yılların savaşlarından biliyoruz. Ayrıca bir temel nedenden dolayı insan tacirleri ve köle tüccarları arasında yapılan analojiyi iğrenç buluyorum. Köleler kendi iradeleri dışında kaçırılıp Kıta Amerika’sına götürülmekteydiler. Bu göçmenler Akdeniz’i geçmek istiyor; yani öznel unsur burada fark yaratıyor. Eğer bir göçmenin feribota binip Sicilya’ya gelebilmesi mümkün olsaydı, o zaman insan tacirleri de olmazdı. Elbette burada, birçoğu kendileri de iğrenç kişiler olan insan tacirlerini savunmuyorum. Ancak göçmenlerin feribotla İtalya’ya gelmeleri mümkün olsaydı, tacirlerin zaten var olmayacaklarını söylüyorum; bu oldukça basit. Ben eğer Fas’a gitmek istersem, bir feribota binerim ve Fas’a giderim. İnsan tacirlerine ihtiyaç duymam. Kanaatimce, önümüzdeki haftalarda ve aylarda Akdeniz’de olacaklarla ilgili çok dikkatli ve ilgili olmalıyız. Bir savaş riski ve tehlikesi bulunmaktadır.
Batan gemilerde boğulan kişileri kurtarmak mümkünüydü sizce?
2013’de meydana gelen büyük gemi kazasından sonra başlatılan İtalyan arama kurtarma çalışmasını duymuş olabilirsiniz. O operasyon birçok hayat kurtardı ancak bu operasyonu dahi eleştirmek mümkündür, hatta bana göre gereklidir. Bunun nedeni askeri bir operasyon olması. Askeri mantığın, insancıl mantıkla yapısal olarak iç içe geçtiği bir operasyondu; bu, çalışma hakkında birçok şeyi söylemekte.
Ama yine de bu operasyon birçok hayat kurtardı ve böyle bir çalışmayı Avrupa seviyesinde yapmak mümkündür. Böylesi, bugünlerde karşı karşıya olduğumuz şeyden en azından daha iyi olacaktır. Çünkü bugünlerde orta Akdeniz olarak adlandırılan alanda yalnızca sınır kontrol operasyonları yapılmaktadır, resmi arama kurtarma çalışmaları bulunmamaktadır.
Ancak, birçok gayri resmi arama kurtarma çalışması olduğunu söylemeliyim. Toplumsal hareketler ve sivil toplum örgütleri kendi çalışmalarını başlatıyorlar. Oldukça ilgi çekici ‘alarm telefonu’ (alarm phone) isimli bir örnek var. ‘Akdenizi İzle’ (Watch the Med) İnisiyatifi çerçevesinde başlatılmış, internetten hakkında daha fazla bilgi edinebilirsiniz. Yani, oldukça cömert inisiyatifler var ve onların da oynadıkları bir rol bulunmakta. ‘Alarm telefonu’ devasa bir ağ. Numaralar var ve denizde batma tehlikesinde olan insanlar bu numaraları arayabiliyor; 24 saati kapsamak için ABD’den dahi cevap veren insanlar var. Ancak resmi arama kurtarma çalışması yok.
Biraz da Avrupa’ya geldikten sonra göçmenlerin ve mültecilerin hayatları ile ilgili konuşmak istiyorum. Buraya geldiklerinde Avrupa’da bir şeyleri değiştiriyorlar, mesela bunu Türkiye’de deneyimledik: Türkiye’de yaklaşık 2 milyon mülteci var ve özellikle Suriye sınırındaki kentlerin demografik yapısı, ticaretin, sohbetin dili, kültürü değişti. Sorum şu: Göçmenlerin yarattığı değişimin İtalya’daki siyasal sonuçları nelerdir?
Bu oldukça güzel ama aynı zamanda zor bir soru, özellikle de İtalya özelinde. Çünkü İtalya göçle ilgili çok hızlı değişim geçirdi, yani göç veren bir ülkeyken, göç alan bir ülke olmaya başladı. Bu İtalya’da çok hızlı oldu.
Bunu biyografik olarak da açıklayabilirim. Ben Cenova’da büyüdüm ve siyasete bu şehirde 1980’lerde başladım, daha çocuktum. Cenova, şüphe kaldırmaksızın beyaz bir şehirdi, yani birkaç ABD’li siyahi denizci vardı ve oldukça egzotik oldukları düşünülürdü. Şehir beyazdı ve ansızın 90’ların başında şehrin artık beyaz olmadığını fark ettik. Gerçekten de büyük ve köklü bir değişimdi ve bu biz siyasi aktivistler için dahi zordu. Herhangi bir İtalyan şehrine giderseniz, bugün deneyimleyeceğiniz şehir 1980’lerin şehrinden tamamıyla farklı olacaktır.
Bir, örnek verebilirsem eğer, Venedik’in son seçimlere kadar solda bir siyasi partinin elinde olduğunu ancak sağ partinin göç ve mülteciler karşıtlığı üzerinden yürüttüğü propagandanın karşılık bulduğunu görüyoruz. Bu değişim nasıl oluyor, bu konu ile ilgili görüşleriniz nelerdir?
Merkez solun Venedik’teki yenilgisinin esas nedeninin bu olduğunu düşünmüyorum. Ancak, yine de bu 90’larda hâlihazırda başlamıştı. Yani, kendi deneyimimden bahsedecek olursam, 90’ların ortasında sağa yeni siyasi alanlar açmak için, yeni sağın göç konusuna yoğun olarak eğilmesiyle oldukça şiddetli bir çatışma yaşadık. Bu çatışmada söz konusu olan temel soru şehirlerde göçmenlerin, yani ‘tuhaf siyah bedenlerin’ varlığının meşru olup olmadığıydı.
Günlük yaşama bakıldığında, göçmenlerin bu çatışmayı kazandığı söylenebilir çünkü bu günlerde İtalya’da göçmenlerin varlığının meşruiyetini sorgulamak oldukça zor. Zor, çünkü günlük hayatın toplumsal dokusunun yeniden üretilmesi göçmenlerin varlığına dayanmakta. Çoğu zaman göçe karşı insanları da bulabileceğin en domestik ve en mahrem alanlarda, birçok kadın göçmen, ev içi ve bakım emekçisi olarak çalışıyor. Bunu size karşı karşıya olduğumuz karışıklık hakkında bir fikir edinmeniz için söylüyorum.
Göçün çatışma ve genellikle de üstesinden gelinmesi zor olan çatışma yarattığını reddetmiyorum. Kamusal alanın farklı şekillerde kullanılması, gençler ve yaşlılar ya da erkekler ve kadınlar arasında farklı ilişki kurma biçimleri ve daha birçok şey. Tüm bunlar çatışma yaratır. Ancak sorun bu çatışmaların nasıl yönetileceği. Yeni siyasi alanlar, yeni siyasi öznellikler yaratmak için bu zor çatışmalardaki sorunları temel alanı olarak belirleyen bir göç siyasetinin diyalogunun kurulmasının mümkün olduğuna inanıyorum.
Bunu bir başka bakış açısından da söyleyebilirim. Bugün İtalya’daki toplumsal hareketlere bakacak olursanız, emek mücadelesini, barınma hakkı mücadelesini ve sosyal refah için olan mücadeleyi görürsünüz. Son 20 yılda göçmenler bu toplumsal mücadelelerin öncüleri oldular. Ve bunlar yalnızca, örneğin oldukça önemli olan kalma hakkı gibi, göçmen hakları ile ilgili mücadelelerle kısıtlı değildi, bunun yanı sıra emek mücadelesi ile de ilgiliydiler. Kuzey Avrupa’da lojistik sektöründeki muhteşem mücadele döngüleri ile ilgili kulağınıza bir şey geldi mi bilmiyorum. Yani Veneto’da, Venedik’in olduğu bölgede, köklü emek mücadeleleri oldu, bunlar özlerinde göçmen mücadeleleriydi. Binaların işgal edilip yaşandığı, barınma hakkı için yapılan mücadelelere bakıldığında, bunlar İtalya’da bir anlamda geleneğin parçası. Bu tür pratiklerin uzun geçmişleri var. Ancak son 10-15 yılda, bunlar pratikte bir şekilde yeniden şekillendi ve göçmenler tarafından sahiplenildi. Bu da göçmenlerin aynı zamanda önemli toplumsal mücadelelerin de öncüleri oldukları anlamına gelmekte.
Göçmenler buraya geliyorlar ve çalışıyorlar. Bunu bazen yasadışı bir şekilde yapmak zorunda kalıyorlar. Göçmen işçilerin çalışma izni olmadan ucuz iş gücü olarak çalıştırılmaları işçi sınıfının kazanılmış haklarına ne gibi etkileri oluyor? Bununla birlikte göçmen işçileri işçi sınıfı içinde nasıl tarifleriz?
İşçi sınıfının bir parçasıdırlar. İtalya’daki işçi sınıfına bakıldığında göçmenler işçi sınıfının bileşenlerinin belirleyici bir unsurudur. Özellikle de işçi sınıfı geleneksel ve dar anlamda algılanmazsa. Sermaye tarafından sömürülen toplumsal emeğe bakınız; bu benim işçi sınıfı algımdır. Yani bana göre, ev içi ve bakım emekçileri işçi sınıfının önemli bir parçasıdırlar. İtalya’nın endüstriyel yapısında önemli yeri olan özellikle küçük ve orta boyutlu fabrikalarda çalışan sanayi işçi sınıfına baktığınızda da birçok göçmenin olduğunu görürsünüz.
Düşük maaşlar, yasa dışılık ve benzeri şeylerle de ilgili, ilk olarak bu saldırıyı, 1970’lerin ortasında, emek hareketine karşı radikal bir saldırıyı başlatanın, sermaye olduğunu söylemek isterim. Sermaye, birçok diğer yerde olduğu gibi, emek hareketinin gücünü yok etmeyi amaç edindi. Sonrasında da sermaye tarihin birçok diğer döneminde de olduğu gibi, emek ilişkilerini yeniden şekillendirme için göçü araçsallaştırdı. Ancak, saldırı sermaye tarafından geldi.
İtalya’daki çalışma koşullarının kötüleşmesinden göçmenlerin sorumlu olduğunu söyleyen insanları eleştirmenin bu nedenle önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü bu doğru değil. Kapitalist bir saldırı var ve kapitalist saldırı sömürü için tamamıyla yeni koşullar yarattı, ancak aynı zamanda direnişin yeni koşullarını da. Böylesi bir durumda oluşan sömürüye karşı direniş için kolektif olarak yeni araçlar keşfetmeliyiz. Tabii ki birçok direniş mevcut, ancak böylesi bir toplumsal emeği örgütleme araçlarını bulmak hale daha dert ettiğimiz bir sorun ve bu yalnızca İtalya’da olan bir sorun değil.
Rojava Devrimi gibi değişimler göç sorununa yerinde ve kalıcı sorunlar üretebilir mi?
Başından itibaren Rojova’daki devrimi yakından takip ediyorum. 1980’ler ve 1990’larda Almanya’da uzun süre geçirdim. Yani Alman solunda aktif olan yakın arkadaşlarım var ve onlarla iyi bağlantılarım bulunmakta ve bildiğiniz gibi Alman solu, en azından bir kısmı ve devrimci Kürt hareketi arasında önemli ilişkiler bulunmakta. Bir arkadaşım birçok kez Rojava’ya gitti ve beni başından beri detaylı olarak bilgilendirdi. Yani devrime, uzaktan da olsa katılıyordum. Ayrıca ekim sonunda, herkesin Kobanê’nin düşeceğini düşündüğü zamanda bir makale yazdım. ‘Kobanê yalnız mı’ isimli yazım birçok dile çevrildi ve İtalya başta olmak üzere, Avrupa’da birçok başka yerde de yayıldı. Bu, tarafımdan İtalya’daki ve Avrupa seviyesindeki destek hareketine mütevazı bir katkıydı.
Rojava Devrimi’nin heyecanlı bir destekçisiyim. Makalede de belirttiğim gibi, bugünlerde daha önce muazzam Ortadoğu dediğim yerde, Rojava gibi bir deneyim oldukça değerli. Yani sadece desteklememiz, dostu olmamız gereken değil, aynı zamanda da çoğalmasına yardımcı olmanız gereken, hediye gibi bir şey. Elbette Avrupa’da, doğu Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerindeki mücadeleler için Rojava’nın ilham kaynağı olabileceğini düşünüyorum. Bu, hâlihazırda bir şekilde ve güzel bir şekilde olan bir şey. Elbette bu tarihte bir ilk değil.
Enternasyonal dayanışmanın retoriğin ötesinde yeniden keşfedilmesi sorunu var. Kendi görüşüme göre, enternasyonal dayanışmanın bir çeşit yeni maddi temellere ihtiyacı var. Bu yıl Rojava ile dayanışma hareketinin edindiği birçok deneyimin bu anlamda önemli deneyimler olduğunu düşünüyorum.
Yani bu ideoloji Ortadoğu veya Afrika’dan göç için bir çözüm olabilir mi? Ya da çözümün bir parçası olabilir mi?
Elbette bir çözümün parçası olamaz, demek istediğim şu ki eğer bir deney yapar ve Ortadoğu’yu Rojova deneyimi etrafında ve Rojava gerçeğinin çoğalma etkisiyle yeniden şekillendirilirse, o zaman göç de oldukça farklı bir şey olacaktır. Şu anda bir rüya olan istikrarlı ve radikal demokratik bir Ortadoğu, Ortadoğu’dan Avrupa’ya olan göçün yapısal dinamiklerini şüphesiz değiştirecektir, yani bu açıktır.
İnsanların hareketli olmadığı bir dünyayı tahayyül etmemiz veya mücadele etmemiz gerektiğini düşünmüyorum. Gerçekliğe ve dünyanın farklı yerlerinde deneyim edinmeye duyulan esaslı ihtiyacın farkı bir hareketlilik türüne tekabül ettiğini düşünmekteyim. Demek istediğim şu ki, başka bir dünya tahayyülü hayal gücümüzün bir parçası olmalı. Bu ideal bir dünyanın yani hayallerimizde olan dünyanın, ki bu dünya komünizmdir, parçası olmalıdır. Komünizmin insanların doğdukları yerden hareket etmediği statik bir dünya olduğunu düşünmüyorum (gülüyor). Yani dünyanın farklı bir şekilde örgütlenmesi hareketliliğin farklı örgütlenmesini arz edecektir.
Son olarak, bütün bunları özetleyecek olursak sizin çözüm önerileriniz nelerdir?
Komünizmden bahsettim ya (gülüyor). Bu tabii ki bir şaka. Bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. Üzgünüm ancak özellikle de savaşların, çatışmaların, şiddetin parçaladığı bu dünyada bu sorunları daha çok tartışmamız gerekiyor. Bu soruyla ilgili kolay bir çözüm göremiyorum. Ancak ben hareket eden insanların, özellikle de seyahatleri sırasında ve yaşadıkları ve çalıştıkları yerlerde sömürülen insanların yanlarında olmaya çalışıyorum. Kendi sınırları içerisinde bir kale haline gelmiş bir Avrupa’nın kesinlikle ‘demokratik bir Avrupa’ olabileceğini düşünmüyorum. Bu mesele değişmediği sürece, yani benim bir feribota binip Fas’a gidebildiğim ancak Casablanca’dan bir çocuğun feribota binip Avrupa’ya gelemediği bir durumun hazmedebilir olmadığı kabul edilmediği sürece, bu sorunun Avrupa’nın temel sorunlarından biri olduğu kabul edilmediği sürece çözüm üretmek zordur. Bunun farkındayım.
Sınırları tamamen açın demiyorum, bu oldukça karmaşıktır. Ancak sınırların şiddetine karşı mücadele etmemiz gerektiğini söylüyorum. Avrupa’nın içerisinde, örneğin Avrupa yurttaşlığında, Avrupa emek piyasalarında, göçmenlerin bulunduğu her fabrikada sınırların kendini yeniden üreten şiddetine karşı mücadele etmeliyiz. Aynı zamanda her fabrikanın içerisinde sınırların şiddeti bulunmaktadır ve eğer bu şiddete karşı mücadele etmezsek işçi sınıfının birliği ve dayanışmasının hayalini kurmamız çok oldukça zorlaşır.
Sendika.Org-Murat Bay / İtalya-Bolonya
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.