İltica olayı tarih boyunca birçok boyutu ve ilişkisi nedeniyle çok sayıda disiplini kesen bir durumdur. Kişinin zulüm tehdidi altında kaçtığı vatandaşı olduğu ülke ile sığındığı ülke arasında farklı düzeyde tarihi, ticari, siyasi, askeri, politik, ekonomik, istihbarat, vb ilişkileri olabilir ve ülkeler bu ilişkiler üzerinden sığınmacıları açıktan olmasa da kapalı bir şekilde “kullanmak” eğilimi içine girebilirler.
Giriş
İltica olayı tarih boyunca birçok boyutu ve ilişkisi nedeniyle çok sayıda disiplini kesen bir durumdur. Kişinin zulüm tehdidi altında kaçtığı vatandaşı olduğu ülke ile sığındığı ülke arasında farklı düzeyde tarihi, ticari, siyasi, askeri, politik, ekonomik, istihbarat, vb ilişkileri olabilir ve ülkeler bu ilişkiler üzerinden sığınmacıları açıktan olmasa da kapalı bir şekilde “kullanmak” eğilimi içine girebilirler. Bu eğilim her zaman kendisi için “kamu güvenliği, amme sağlığı, genel asayiş” gibi birçok uluslararası metinde de yer alan “hukuki mazeretleri” kullanmak isteyebilir. İşte sığınmacıların ülkeler arasındaki bu farklı düzey alış-verişte masada bir nesne olmayıp onların hak sahibi özneler olduğunu dile getirecek, üstelik bu nedenle bunu engelleyecek tek araç hukuk olacaktır. Şüphesiz bir ülkenin güçlü bir hukuk devleti olması kriterlerinden birisi o ülkenin iltica hakkına duyduğu saygı ve bu saygının göstergesi de iltica hakkının düzgün bir mülteci mevzuatı altında, ehil eller tarafından, adil bir şekilde uygulanması, bu uygulamanın etkin, adil ve hızlı işleyen idari ve yargısal denetiminin yapılıyor olmasıdır. İdare ve uygulayıcılar –her alanda olduğu gibi- bu alanda da şu veya bu nedenle hukuka aykırı tutum ve davranış eğilimleri içinde olabilirler, kişilerin yaşamları şu veya bu nedenle pazarlık konusu veya aymazlık konusu olabilir. İşte bu tabloya dur diyebilecek olan hak örgütleridir, sivil toplumdur ve en önemlisi hukukçulardır, bunu sağlayabilecek olan mekanizma etkin yargı denetimidir.
Türkiye bu alana ilişkin aşağıda açıklamaya çalışacağımız pek çok sorunu yaşamakta ise de bir başka gerçeklik –sayıların sıhhati konusunda şüphelerim olsa da- resmi verilere göre 2,7 milyonu Suriyeli, 400 bin kadarı da Suriye dışındaki değişik ülkelerden olmak üzere 3 milyonu aşkın uluslararası koruma ihtiyacı içinde bulunan insana ev sahipliği yapmakta olduğudur. Bu haliyle dünyada bu alanda önemli bir sorumluluk yerine getirmektedir. Yine bu konuda açıklanan ekonomik fatura bilgilerinin sağlığından şüphe etsek de sığınmacılar için belli ki çok ciddi bir miktarda masraf yapılmaktadır. Üstelik bazen kaygı verici olaylar yaşansa da Avrupa ülkelerinde son yıllarda sığınmacı ve göçmenlere saldırılarda görülen şiddetin niteliksel ve niceliksel olarak görece çok az oranında rahatsızlık yaşanmıştır. Ciddi oranda sosyal bir gerilim olmaksızın bu alan yönetilmeye çalışılmaktadır. Bu durumun büyük fotoğrafta bir “başarı” olarak kabulü öncelikle hakkaniyet gereğidir.
Bununla birlikte küçük fotoğraflarda ve her bir alt başlıkta Türkiye’nin mevzuat ve uygulamadan kaynaklı birçok sorunu olduğu ve insanlara “kalıcı çözümler” sun(a)madığı bellidir. İşte bu nedenle zaten çok sayıda sığınmacıyı barındırmaya çalışan ancak mülteci olmaktan kaynaklanan hakları ve korumayı sağla(ya)mayan Türkiye’ye bir de Avrupa’ya bir şekilde ulaşmış sığınmacıların geri gönderilmesi çabası evrensel hukuk kurallarına, Avrupa’nın “kurucu değerleri” olarak ifade edilen kriterlere, AB müktesebatına, mülteci hukukuna ve etik kurallara açık aykırılık oluşturmaktadır. Türkiye’deki bu alandaki eksikliklerin değerlendirilmesinde esas olarak gayemiz bu durumda olan bir ülkeye Avrupa’nın sığınmacıları “geri kabul anlaşmaları” kapsamında gönderme gayretindeki aymazlık, iki yüzlülük ve hukuka aykırılığı kritik etmek olacaktır.
AB ile Türkiye arasındaki son dönem geri kabul süreci ve hukuki değerlendirmesi
2011 yılı Nisan ayında Suriye’de başlayan çatışmalar ve sivil nüfusun başta komşu ülkeler olmak üzere birçok ülkeye kaçışı 2015 yaz aylarında adeta “kavimler göçü” şeklini alan yeni ve önemli bir evreye girmiştir. Suriye’de savaşın aktörlerinin daha da karmaşık bir şekilde çatışmaları hızlandırması, yakın ve orta vadede güvenli bir ortamının oluşmayacağının görülmesi ve sığınılan komşu ülkelerde şartların düzelmeyeceğinin anlaşılması üzerine AB ülkelerine doğru yeniden ama daha güçlü bir nüfus hareketi oluşturmuştur. Ege kıyılarından Yunan adalarına günde 7 bin kişinin geçtiği istatistiklere yansıdıktan sonra AB ülkelerinde tehlike çanları daha şiddetli çalmaya başlamıştır. Zaten uzun süredir alınan fiziki önlemler olarak tel örgüler, duvarlar, mayınlı araziler ve deniz ve kara sınırlarında konuşlandırılan kolluk kuvvetleri yanı sıra bu nüfusun Türkiye’de tutulması yönünde Türkiye ile ilişkilerin acilen geliştirilmesi ihtiyacı belirmiştir. Her ne kadar AB ile Türkiye arasında hazırlanması çok uzun yıllar alan ve benzerlerinden daha sıkı mekanizmalara sahip olan geri kabul anlaşması imzalanmış ise de bu anlaşmanın yürürlüğe girmesi için beklenmesi gereken sürenin beklenmemesi yönünde bir ihtiyaç ve siyasi irade belirmiştir. Bu kapsamda 29 Kasım 2015 tarihinde kabul edilen Ortak Eylem Planı’nın da acil ve hemen yürürlüğe girmesi istenen düzenlemeler itibariyle yeterli olmadığı görülerek taraflar 18 Mart 2016 tarihinde bir kez daha ama kısa vadede etkili sonuçlar doğuracak şekilde bir anlaşma yapmak üzere bir araya gelmişlerdir.
İngilizce “statement” (açıklama) denilen, Türkçe röportajlarda daha çok “Mutabakat Zaptı” veya “Mutabakat Metni” olarak ifade edilen bu metnin başından itibaren hukuki vasfı ve tarafları bağlayıcılığı meselesi tartışma konusu olmuştur. Türkiye makamları konu üzerinde çokça röportaj verse de metni resmi olarak açıklamamıştır. Buna karşılık metin AB Konseyi tarafından resmi olarak ilan edilmiştir. Açıklanan 9 maddeli metin incelendiğinde hukuki anlamda yenilik doğuran hükümlerden ziyade daha önceden hukuken var olan ancak değişik nedenlerle uygulanmayan veya eksik uygulanan bazı konularda siyasi irade kullanılarak uygulamaya geçilmesi konusunda “görüş” veya “tavsiye” içeren bir “mutabakat” oluştuğu anlaşılmaktadır. Buna göre çoğu zaman basında da yanlış olarak ifade edilmesine karşılık AB-Türkiye geri kabul anlaşması değil, 2000 ve 2001 tarihli Yunanistan-Türkiye arasındaki zaman zaman uygulanan, çokça uygulanmayan geri kabul anlaşması ve protokolünün 20 Mart 2016 tarihinden itibaren fiilen uygulanması yönünde mutabakat oluşmuştur. Eski ve tarafların Parlamentolarında evvelce yasalaşmış hükümlere atıf yapılmakla yetinilmiş olduğu görülmekle bu yeni ve “hemen” uygulanması istenen mutabakat uluslararası hukuk kapsamında bir “anlaşma” olarak değerlendirilmemiş, buna göre tarafların Parlamentolarında görüşülmelerine gerek görülmeden bağlayıcılığı ve “hemen” uygulanabilirliği kabul edilmiştir.
Bu metne hızlıca bakıldığında şu hususların ele alındığı görülmektedir: 1) Göç rota ve yolları engellenecek, geçişler kontrol altına alınacak, 2) Geçişler engellendiği ve durum “sürdürülebilir” düzeye kavuştuğunda AB tarafından gönüllülük esasına dayalı bir “kabul planı” oluşturulacak, 3) Haziran sonunda başlamak üzere “vize muafiyeti” çalışmaları hızlandırılacak, 4) 3+3 milyar avro tahsis konusunda harekete geçilecek, 5) Gümrük birliği çalışmalarının geliştirilmesine sıcak bakılacak, 6) AB üyelik sürecinin canlandırılması konusunda kararlılık teyit edilecek, 17 ve 33. Faslın açılması sağlanacak, 7) Suriye sınırında Türkiye’ye yakın bölgelerde güvenli alanlar oluşturulması konusunda Türkiye ile birlikte harekete geçilecektir.
Ancak bu “siyasi” niyet ve irade açıklamalarının dışında mülteci alanında 18 Mart 2016 tarihini önemli kılan ve dikkat çeken “hukuki” mutabakat konuları ise şunlardır: 8) 20 Mart 2016 tarihinden sonra Yunanistan adalarına Türkiye üzerinden gelen, iltica başvurusunda bulunmayan veya reddedilen “her yabancı” Türkiye’ye geri gönderilecek, 9) Geri gönderilen kişilerden her bir Suriyeli’ye karşılık Türkiye’de geçici koruma altında bulunan, daha önce Türkiye’den kaçmayan veya kaçma girişiminde bulunmayan bir başka Suriyeli AB ülkelerine yerleştirilecektir. Ancak bu sayının hangi sayılara ulaşabileceği öngörülemediği için “takasa konu” kişilerin 72.000 sayısı ile sınırlı olmasına karar verilmiştir. Geri iadeye konu edilmek istenen yabancıların gerçekten 20 Mart tarihinden sonra adalara geçip geçmediklerinin tespiti ve kaydı işlemleri için Türkiye adına Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM) çalışanları kısa sürede adalara geçmişler ve kayıt ve prosedür sürecine dahil olmuşlardır. Bu tarihten itibaren adalara geçen yabancıların öncekiler gibi serbest dolaşıma izin verilmeyip bu kapsamda “idari gözetime” tabi tutulmaya başlamaları bir başka önemli değişiklik olmuştur.
Ancak burada konumuz açısından önemli olan ve belli ki –tabi Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin gelecekte alacağı siyasi şekillenmeler bir kenarda tutulursa- gelecek zamanlarda bu konudaki “hukuki tartışmaların” odağında yer alacak olan başlık 8. maddedir. Bu kapsamdaki kişilerin durumunun daha derinlemesine bir analize ihtiyaç vardır.
Buna göre Yunan adalarına ulaşan yabancılardan;
a) iltica başvurusunda bulunmayanlar,
b) başvuruları “mesnetsiz” olarak değerlendirilenler,
c) başvuruları hakkında “kabul edilemezlik” kararı verilenler,
geri göndermeye konu edilecek kişiler olacaktır.
Burada öncelikle uzun yıllardır bir şekilde Yunanistan’a geçmiş kişilerin Yunan yetkililere yönelik iltica talebinde bulunmamaları gerçekliği üzerinde durmak gerekmektedir. Yunanistan öteden beri kendisine iltica talebinde bulunan yabancılara sunmuş olduğu fiziki koşullar, haklar ve en önemlisi son derece kötü işleyen prosedür sonunda binde ölçekte kabul oranları ile iltica mekanizmasının dünyada en kötü işlediği ülkelerden birisi olmuştur. Sadece kabul oranlarına bakmak ülkede hakkaniyete dayalı bir mülteci hukukunun işlemediğinin somut göstergesi olacaktır. Nitekim Dublin II Sözleşmesinin Yunanistan’a yüklediği sorumluluklar ve bu Sözleşmenin uygulamasının hiç de hakkaniyete uygun olmadığı başta AİHM’nin MSS & Belçika, Yunanistan kararı ve daha birçok Avrupa ülkesi Mahkemesi kararı ile evvelce tespit edilmiştir. Bundan dolayı birçok Avrupa ülkesinin Yunanistan’a yönelik Dublin Sözleşmesini uygulamadığı bilinmektedir. Bundan dolayı Avrupa’ya geçebilmiş insanların çok büyük bir çoğunluğu iltica taleplerini Yunanistan veya Yunanistan benzeri uygulamaya sahip ülkelerde değil, iltica sisteminin görece iyi işlediği ülkelerde bu taleplerini kayda geçirme eğiliminde olmaktadırlar. Bu yaklaşımları mantıksız ve haksız görülemez. Bu yaklaşımdan dolayı Yunanistan’da iltica talebinde bulunmayan kişiler 5 Nisan’da başlayan ilk geri göndermelerin konusu olmuşlardır. Bu durumun fark edilmesi ve hak örgütlerinin tavsiyesi ile yabancılar 5 Nisan’dan itibaren gecikmeksizin Yunan makamlarına iltica taleplerini hızlıca kayda aldırmaya başlamışlardır.
Esasen adalarda bu kadar çok kişinin iltica taleplerini değerlendirme konusunda Yunanistan ve/ya AB açısından bir kapasite olmamasına rağmen bundan sonra “hızlandırılmış prosedür” yerine “süper hızlandırılmış prosedür” adı altında insanların iltica talepleri ülkeleri bazında genel olarak değerlendirilerek kopyala/yapıştır kararlar verilmeye başlandığı gözlenmiştir. Oysa iltica hukukunda en temel kuraldır ki, kişilerin başvuruları ülke bazında genel olarak ele alınamaz, onların “biricik” hikayesi kişi bazında, kendi özel hikayesi kapsamında değerlendirilmelidir. “Mesnetsiz başvuru” kararları –muhteviyatına uygun bir şekilde oluşturulmuş ise- çoğunlukla herkes için anlaşılabilir olacaktır, burada hukuken tartışılacak kaygı verici ve çetrefil bir durum yoktur. Ancak başvurularda çoğunlukla verilen “kabul edilemezlik” kararı üzerinde daha derinlemesine durmak gerekmektedir.
AB Sığınma Prosedürleri Yönergesi madde 38’de düzenlenen ve esasen YUKK’ta da bu düzenlemeye paralel olarak 72. Maddede ele alınan “kabul edilemez başvuru” başlıca iki durumdaki kişiler için söz konusu olmaktadır:
- Başvuru sahibi mülteci olarak tanındığı ve kendisine koruma sağlanan ve halen bu korumadan yararlanabileceği İLK İLTİCA ÜLKESİNDEN gelenler (YUKK madde 73),
- Başvuru sahibinin 1951 Sözleşmesine uygun bir korumanın sağlanabileceği GÜVENLİ ÜÇÜNCÜ ÜLKEDEN geldiği anlaşılanlar (YUKK madde 74).
Bu noktada GÜVENLİ ÜÇÜNCÜ ÜLKE tanımı karşımıza önemli bir mesele olarak çıkmaktadır. “Güvenli Üçüncü Ülke” mevzuatımızda YUKK madde 74/2’de tanımlanmaktadır. Buna göre;
- “Kişilerin hayatının veya hürriyetinin, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle tehdit altında olmaması”. Bu kapsam için kabaca mülteci tanımına uyan bir korumanın sağlanıyor olması diyebiliriz (YUKK madde 61),
- “Kişilerin işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı ülkelere geri gönderilmemesi ilkesinin uygulanıyor olması”. Her ne kadar ölüm cezası ve uluslar arası veya ülke genelinde silahlı çatışma, ayrım gözetmeyen şiddet hareketleri net olarak sayılmamış ise de sonraki fıkralar da göz önüne alınarak burada kabaca ikincil korumaya uyan bir korumanın sağlanıyor olmasından bahsedebiliriz (YUKK madde 63),
- “Kişinin mülteci statüsü talep etme ve mülteci olarak nitelendirilmesi durumunda Sözleşmeye uygun olarak koruma elde etme imkanının bulunması” Burada topyekün anlamda 1951 Sözleşmesinin etkin uygulamasının arandığını düşünebiliriz,
- “Kişinin ciddi zarar görme riskinin olmaması”. Her ne kadar “ciddi zarar” kavramı açıklanmamış ise de burada Non-refoulement ilkesinin fiilen ve titizlikle uygulanıyor olması şartının arandığını belirtebiliriz (Sözleşme madde 33, YUKK madde 4),
Yine unutulmamalıdır ki, bir ülkenin bir başvuru sahibi kişi için güvenli ülke olup olmadığı genel değerlendirmeler ile değil, her bir kişi için ayrı ayrı değerlendirilmek zorundadır (YUKK madde 74/3, AB Sığınma Prosedürleri Yönergesi madde 38/2).
Esasen “ilk iltica ülkesi” ve “güvenli üçüncü ülke” gibi kavramlar 1951 Cenevre Sözleşmesinde olmayan, bu alanda Avrupa devletleri tarafından sonradan “geliştirilen” ve kanaatimizce iltica hukukunun içeriğini aşındıran kavramlardır. Avrupa’da zaman içinde giderek yükselen iltica karşıtı strateji ve politikalar “Kale Avrupası” etrafında fiziki olarak örülen duvarlar yanı sıra bu tarz geliştirilen kavramlar ile adeta “hukuki duvarlar” örülmek istenmiş ve bu kavramlar sığınmacılar aleyhine etkin olarak kullanılmışlardır. 18 Mart 2016’da kabul edilen yeni konsept bu kavramların tam zamanında bu amaçla kullanılmak istendiğinin açık göstergesidir. Bunun önemli bir delili AB ve Yunanistan tarafından Türkiye “güvenli üçüncü ülke” olarak daha önce kabul edilmezken 18 Mart’tan 2 gün sonra birden Yunanistan devleti tarafından Türkiye’nin bu alanda “güvenli üçüncü ülke” olarak kabul edildiğinin ilan edilmesidir. Oysa Türkiye AİHM’nin özellikle Jabari & Türkiye ve Karimnia & Türkiye kararlarından bu yana bu alanda güvenli bir ülke olmadığı adeta ortak bir mutabakatla kabul edilmiş bir ülke idi. YUKK’un kabulü ve GİGM’nün kurulmuş olmasını adeta bir sihirli değnek dokunuşu gibi Türkiye’yi bu alanda birdenbire ve geri kabullerin başlayacağı bir vasatta “güvenli üçüncü ülke” yapamayacağının görülmesi gerekmektedir. Ancak bu durum görmezden gelinmiş ve 5 Nisan itibariyle geri göndermeler başlamıştır. Uluslararası koruma başvuruları hakkında kabul edilemezlik kararı verilenler de aynı kapsamda geri gönderilmeye konu edilmişlerdir.
İltica talebindeki başvuruları hakkında kabul edilemezlik kararı verilenlerden bir kısmı bu karara Yunan hukukçu ve NGO’larının desteği ile itiraz etmişler ve Yunan Bölge İstinaf Mahkemesi 20 Mayıs 2016 tarihinde bir Suriyelinin başvurusu ile ilgili verdiği emsal kararda bu geri kabul sürecini mülteci hukukuna aykırı bulduğuna dair karar vermiştir. Bu nedenle çok önemli geri kabul süreci bu aşamada önemli bir hukuki kavşak noktasına kavuşmuştur. Şimdi hem Yunanistan ve AB ülkeleri hükümetleri hem de mülteciler ve hak örgütlerinin bakışları Yunanistan Yüksek Mahkemesine çevrilmiştir. 18 Mart mutabakatının uygulanması konusunda bu aşamada son sözü bu Mahkeme söyleyecek gözükmektedir.
Kuşkusuz Türkiye’ye Yunanistan ve belli bir süre sonra AB ülkelerinden yapılması beklenen geri kabul işlemlerinde bundan sonra en önemli hukuki tartışma konumuz Türkiye’nin bu alanda “güvenli üçüncü ülke” olup olmadığı meselesidir. Bu kapsamda bu durumu kritik eden Türkiye içinden ve dışından irili ufaklı çok sayıda çalışma başlatılmış bu kapsamda bazı açıklama ve raporlamalar hemen duyurulmuştur. Şüphesiz bu geri kabul çalışmalarının hukuki meşruiyet ve uygulanabilirliği yukarıda açıklamaya çalıştığımız hukuki zincir ve illiyet bağı gereğince Türkiye’nin bu alanda “güvenli üçüncü ülke” olarak değerlendirilmesine bağlıdır.
Türkiye “güvenli üçüncü ülke” olabilir mi?
Kanaatimizce Türkiye –şu günlerde topraklarında barındırdığı milyonlarca sığınmacı ve bu kapsamda hazinesinden yaptığı çok ciddi masraf nedeniyle takdir edilmesi gereken olağanüstü bir iş çıkarmasına rağmen bu duruma karşı paradoksal olarak- uluslararası koruma (iltica) alanında “güvenli üçüncü ülke” değildir. Çünkü;
- Coğrafi sınırlama nedeniyle “kalıcı çözüm” yokluğu
Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni başından itibaren “coğrafi sınırlama” ile kabul etmesi, 1967 New York Protokolüne de taraf olmasına rağmen coğrafi sınırlamayı muhafaza etmeye devam etmesi kanaatimizce bu ülkede uluslararası koruma işleyişinin tamamını şekillendiren temel ve başat durumdur. Bu pozisyonda dünyada Madagaskar, Kongo ve Monako ile birlikte 4 ülkeden birisidir, tek Avrupa Konseyi üyesidir. Bu sınırlama nedeniyledir ki, Türkiye Avrupa (coğrafi değil, siyasi sınırları) dışındaki ülkelerden gelenlere karşı ancak “geçici” bir sorumluluk üstlenmekte, “kalıcı çözüm” sunma taahhüdünde bulunmamaktadır. Elbette egemenlik hakkı gereği olarak istediği kişiye her zaman için mülteci statüsü tanıyıp bu kişilere daimi çözümler sunabilir ancak şimdiye kadar 1951 Sözleşmesine konulan coğrafi sınırlama kalıcı ve daimi çözümler sunulmayacağının baştan deklaresi olarak okunmuş ve bu şekilde değerlendirilmiştir. Bundan dolayıdır ki, sadece “geçici koruma” (temporary protection) rejimi açısından değil, Suriye savaşının patlak vermesinden önceki ve halen tüm dönemlerde de Avrupa Konseyi dışından gelen sığınmacılara ancak “geçici sığınmacı” prosedürü uygulanmıştır. 1994 Yönetmeliği ve 6458 sayılı YUKK coğrafi sınırlamanın esas alındığı bu temel üzerine inşa edilmiş, hatta temel statüler (mülteci, sığınmacı, şartlı mülteci, başvuru sahibi gibi) bu coğrafi sınırlamaya göre iç hukukta uluslararası hukuktan farklı olarak tanımlanmışlardır.
Bu coğrafi sınırlamanın Türkiye’de varlığı, dolayısı ile daimi çözümün yokluğu nedeniyle uluslararası toplum adına UNHCR Türkiye’de önemli bir rol üstlenmiştir. UNHCR 1951 Sözleşmesi gereğince koruma altına alınmasına karar verdiği kişilerin, Türkiye’den mülteci (almak zorunda olmamasına rağmen) almayı talep ve kabul eden üçüncü ülkelere “yeniden yerleştirme” işlemini öteden beri ve halen yapmaktadır. Bundan dolayı Türkiye’de yaşayan bizler etrafımızda, şehirlerimizde hiç ikinci veya üçüncü kuşak mülteciler görmemekteyiz. Türkiye bu işleyiş kapsamında tabiri caizse topraklarına sığınan mültecilerin UNHCR tarafında bir üçüncü ülkeye yeniden yerleştirilmesi zamanına kadar bu kişilerin ülkeden kalmasına “geçici” olarak izin vermekte, bir anlamda bu sürece “tahammül” etmektedir. Bundan dolayıdır ki, bu kişiler için Türkiye’de kalıcı ve daimi bir çözüm, yaşama imkanı yoktur. Bu geçici süreçte dahi insani yaşam haklarının birçoğu ya yok, ya da sınırlı düzeydedir. Bu coğrafi sınırlama değerlendirmesinde avantajlı kısımda kaldığı öngörülen Avrupa (Konseyi üyesi) ülkelerinden gelen sığınmacılar zannedilenin aksine kanaatimizce çok daha dezavantajlı bir durumdadırlar, onların daha ciddi sorunları vardır ancak bu durum ayrı bir makale konusu olacak kadar önemlidir. Coğrafi sınırlamanın varlığı devam etmesine rağmen UNHCR’ın günümüz Türkiye’sinde üstlendiği rol ve sorumluluğun bulanıklaşması bir başka önemli sorun alanıdır. Bu durumu Türkiye’de uluslararası koruma ihtiyacı içinde bulunan kişiler adına olumsuz bir gelişme olarak değerlendiriyorum.
Aşağıda sunmaya ve değerlendirmeye çalışacağımız bütün nedenler netice itibariyle şahsi yorumlarımdır. Benim “kötü” veya “rezalet” olarak okuduğum bu durum değerlendirmeleri bir başka kişiye, hele bir GİGM yetkilisine göre “çok iyi” hatta “mükemmel” olarak değerlendirilebilir. Ancak burada değerlendirmeye çalıştığımız “coğrafi sınırlama” konusunda kanaatimizce kimsenin söyleyebileceği farklı bir şey yoktur: ortada teorik ve uygulama olarak, Türkiye’nin hukuki yapısı gereği mümkün olmayan bir durum söz konusudur. Türkiye’nin 1951 Sözleşmesine koymuş olduğu coğrafi sınırlama orada durduğu müddetçe bu kişilere Türkiye’de kalıcı ve daimi bir çözüm sunma durumu yoktur. Bunun aksini iddia edebilmek de mümkün değildir. Evet, bugün coğrafi sınırlamasının varlığına rağmen Türkiye dünyada en kalabalık mülteci nüfusunu barındırmakta, coğrafi sınırlaması olmayan birçok Avrupa ülkesinde duvar duvar üzerine örülerek mültecilerden kurtulma politikaları geliştirilmektedir. Bu nedenle coğrafi sınırlama durumu da günümüzde paradoksal bir görüntü sergilemekte, bizi bu alanda bildiğimiz her şeyi yeniden sorgulatmaya neden olmaktadır. Ancak buna rağmen yine de Türkiye’de geçici koruma altında bulunan kişilerin durumunun kalıcı ve daimi bir çözüm bulduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Mülteci hukuku ve Anayasa açısından kanaatimizce geçici koruma rejimi hukuki meşruiyeti tartışmalı bir rejimdir ve netice itibariyle geleceği Bakanlar Kurulu tarafından verilecek (Bakanlar Kurulu kararı olacağından dolayı hukuki değil) siyasi bir karara bağlıdır. Ülkedeki sığınmacıların büyük kitlesini oluşturan Suriyeliler için yarın bir hükümet değişmesi ile alınabilecek bir Bakanlar Kurulu kararı ile bütün koruma mekanizması hukuken ve tamamen çökebilir. Bu nedenle ortada çok açık bir şekilde kesin, kalıcı ve daimi sonuçlar doğuran bir statü, çözüm ve model yoktur. 1951 Sözleşmesine uygun kalıcı ve daimi bir çözüm sunulmaması o ülkenin güvenli üçüncü ülke olamayacağı anlamına gelmektedir.
- Mülteci Hukukunun yargısal denetim alanında eskiden beri var olan yapısal sorunlar
Göç ve mülteci hukuku nedense ülkemizde hukukçuların şimdiye kadar hemen hiç itibar etmediği bir alandır. Bunun pek çok nedenleri sayılabilir. Bundan dolayıdır ki, yakın zamanda istisna sayılabilecek düzeyde birkaç Vakıf Üniversitesinin koymuş olduğu seçmeli dersler dışında Türkiye’deki Hukuk Fakültelerinde lisans düzeyinde mülteci hukuku dersi işlenmez. Bunun doğal sonucu olarak –özel bir ilgi ve çalışması olmadıkça- Türkiye’de hukuk uygulayıcısı olan hakim, savcı ve avukatlarımız mülteci hukukunu bilmezler. Bu hukukun bilinmemesi ve uygulanmaması nedeniyle Türkiye’de bu alanda içtihat hukuku gelişmemiştir, kararlar dramatik düzeyde az sayıda ve çoğunlukla kötü içeriktedir. AİHM, Jabari&Türkiye kararında AİHS madde 13 (etkili başvuru yolu) ihlali tespitinden itibaren uzun süre Türkiye’den yapılan başvurulurda sürekli bu kararına atıf yapmış, iç hukuk yollarının tüketildiğini kontrol etme gereği duymadan tedbir taleplerini ve esastan incelemeyi her zaman etkili bir şekilde yürütmüştür. Bunun anlamı Türkiye’de bu alanda etkin işleyen bir yargısal denetim mekanizmasının yokluğudur. Burada elbette mekanizmanın işleyişinde kilit rol Avukatlık mesleğindedir. Kişilerin dosyalarını Mahkeme önüne taşıyacak Avukat/lar olmadığı müddetçe hakim ve savcıların bu alanda etkin bir şekilde çalışabilmeleri mümkün değildir. Ancak aşağıda ele alacağımız nedenler ile Avukatlarımız da bu alanda yeterli bir donanıma ve sayısal kapasiteye sahip değillerdir.
İlginç bir durum olarak günümüz GİGM’nün Türkiye’deki uluslararası koruma mekanizmaları içinde bulunan kişilerin ne kadarının statü aldığı, ne kadarının dosyalarının henüz karar aşamasında olduğu gibi son derece basit verileri bile paylaşmadığını görmekteyiz. Öyle ki, Bilgi Edinme Hakkı Yasası kapsamında yapılan başvurulara cevap verilmemekte, yapılan itirazlar red edilmektedir. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi olarak bu konuda dava açılması yoluna gidilmek zorunda kalınmıştır. Kanaatimizce mevcut uygulamada statü tanımada son derece ketum ve cimri duruşun görünür olmaması için bu tarz bir davranış içinde bulunulmaktadır. Statü almada son derece kuvvetli olan dosyalarda ise Yabancılar Şube döneminde uygulanan statüyü ancak üçüncü ülkeye yerleştirme aşamasında tanıma gibi bir idari pratiğin uygulanıp uygulanmadığı istatistiksel veriler saklandığı için bilinememektedir. Sadece bu “veri saklama” durumu ve şeffaflığa aykırı bir şekilde istatistiksel bilgilerin paylaşılmaması “güvenli 3. ülkelerde” olmaması gereken bir uygulama olduğu açıktır.
- Yeni bir Yasa, yeni bir Genel Müdürlük, yeni bir uygulama
Türkiye’de bu alanda yasal bir düzenleme yakın zamana kadar yapılmamıştır. 1994 tarihli Yönetmeliğin çıkmasına kadar bu alanda bir Yönetmelik dahi lüks görülmüş ve bu alan sürekli “idari tasarruf” kapsamında yönetilmiştir. Yasa çıkana kadar hangi durumda hangi Mahkemeye dava açılacağı bile sürekli sorun konusu olmuş, Mahkemeler genellikle bu alanda bir denetim fonksiyonu işlevi görmemişlerdir. Ön hazırlık çalışmaları 2008’de başlayan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) ancak 11 Nisan 2013 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmış, esasa ilişkin hükümleri 11 Nisan 2014 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Yasa ile bu alanda ilk kez ve müstakilen çalışması öngörülerek kurulan “sivil” bir kurum olarak Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM) 11 Nisan 2013 tarihinde teşkilatlanma çalışmalarına başlamış ancak yasada öngörülen 1 yıl içinde uygulamayı devr alamamıştır. Taşra teşkilatları ile birlikte bu alandaki uygulama Yabancılar Polisinden ancak 18 Mayıs 2015 tarihinde ve kısmen Yabancılar Polisi personeli emanet alınarak teslim alınabilmiştir. Yasada bulunan itiraz komisyonları oldukça geç oluşturulmuş, öngörülen Kurullar halen kurulamamıştır. Yasanın Yönetmeliği henüz çok yakın zamanda çıkartılabilmiştir ve ikincil mevzuat henüz oluşum aşamasındadır.
Bu süre zarfında GİGM’ne personel alımları ve bu kişilerin eğitimleri olanca hızı ile yapılsa da henüz niteliksel ve niceliksel yetkin ve uzman bir insan kapasitesinin oluştuğunu iddia edebilmek mümkün değildir. İşe alınan personelin % 85 kadarı hayatında ilk kez memur olan genç Üniversite mezunları olduğu için sadece alana ilişkin deneyim değil aynı zamanda memurluk deneyimleri de bulunmamaktadır. Buna karşılık yasanın hazırlık sürecinde öngörülen sayıların gerçekten tahmin edilemeyecek kadar artması ile ortada beklenmeyen düzeyde bir “iş yükü” olduğu söylenebilir. Tüm bunlardan dolayı da yeni Müdürlüğün tam ve yetkin bir uygulama ortaya koyamaması “anlaşılabilir” bir durum olarak kabul edilebilir. Yeni yasa çıkması ve yeni bir Müdürlük kurulması ile adeta bir sihirli değnek dokunuşu gibi bütün uygulamanın birden mükemmel olmasını bekleyemeyiz. Ancak bu “kabul” öncelikle GİGM tarafından da kabul edilmeli, tüm uygulama buna göre şekillenmelidir. Bu şekilde dürüst, sorumlu ve gerçeğe uygun bir uygulama oluşturulabilir ve bu durum devam ettirilebilir.
Bu kapsamda belirtmek isteriz ki GİGM’nün uluslararası koruma başvuru taleplerinin reddi konusunda Türkiye’de tek yetkili Mahkeme olan Ankara 1. İdare Mahkemesinin uygulamada yanlış olarak tespit ettiği, yine diğer İdare Mahkemeleri ve Sulh Ceza Hakimliklerinin ihlal olarak değerlendirdiği durumlar sadece o kişi ve dosyalar bazında uygulanmakta, başka kişi ve dosyalar için emsal olarak alınmamaktadır. Kanaatimizce GİGM’nün uygulamada tekrarladığı ihlallerin devamında bu durum çok önemlidir.
- Sahadaki diğer aktörlerin kapasitesinin yeterli olmayışı
YUKK hazırlık sürecinde çokça dile getirilen, zaten bu tarz bir işleyişte “olmazsa olmaz” olan “check and balance” (kontrol ve denge) sistemi Türkiye’de oluşmuş değildir. Oluşması kolay da olmayacaktır. Uygulayıcı kurumun uygulamasını tam olarak izleyen, kontrol eden, gerekirse müdahale eden bir yargı mekanizması, idari denetim mekanizması, sivil toplum yapılanması, medya, akademi, TBMM denetimi, Barolar ve Avukatlar yetkin düzeyde bulunmamaktadır. Kamu Denetçiliği ve TİHK (bundan sonra Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu) bu alanda olması gereken düzeyde varlık gösterememiştir. Ancak tüm bu alandaki en önemli olarak gördüğüm aktör Avukatlık mesleği ve dolayısı ile Barolardır. Ancak Avukatların bu alanda yaygın ve nitelikli bir şekilde varlık göstermesi ile bu alandaki yanlış uygulamalar denetim mekanizmaları önüne götürülebilecektir. Mevcut zayıf potansiyel nedeniyle kanaatimizce hukuki yardım ihtiyacı içinde bulunan sayının belki de “binde biri” oranında kişinin Avukat yardımından yararlanabildiğini söylemek sanırız gerçekçi bir tahmin olacaktır. Açılan dava sayısı da bunu göstermektedir. Her ne kadar teorik ve yasal olarak mümkün ise de bu kadar az sayıda dava açılan bir alanda yargısal denetim mekanizmasının işlediğini söyleyebilmek mümkün değildir. Az sayıdaki hak örgütü ve mülteci örgütlerinin durumlarını takip edebildiği ve hukuki danışmanlık sunabildiği sığınmacı sayısı genel sayı karşısında son derece azdır. Bu sivil toplum yapılarının hukuki temsil gücü bulunmadığı, yönlendirme yaptıkları Barolar adli yardım mekanizmalarının da zayıf oldukları dikkate alındığında hukuki yardım alabilen kişilerin ne kadar küçük bir azınlık olduğu takdir edilecektir.
- Baroların bu alandaki adli yardım mekanizması işleyişindeki sorunlar
Barolarımızın uzun yıllardır büyük oranda mülteci ve göç alanına ilgisiz kaldığını söylemek sanırım haksız bir değerlendirme sayılmayacaktır. Belki de bundan dolayı 6458 sayılı YUKK’nun hazırlanmasında yasa koyucu –başkaca kanun ve düzenlemelerde 1136 sayılı Avukatlık Kanununun adli yardım hükümlerine atıf yapma gereği duymazken- 57/7 ve 81/2 maddeleri ile Avukatlık Kanununa, adli yardım hükümlerine ve dolayısıyla Barolarımıza somut atıflar yapmıştır. Bu haliyle adeta yasanın hazırlanmasında çok sözü edilen ve göç alanında oluşturulmasının arzulandığı ifade edilen “check and balance” sisteminin yerleşmesinde Barolara pozitif bir sorumluluk yüklenmiştir. Bu maddeler ile Türkiye tarihinde ilk kez bir yasa ile yeni uygulaması başlanan bu sahanın bazı idari ve yargısal denetim mekanizmalarının sadece kağıt üzerinde kalmayıp Barolar aracılığı ile etkin denetimi imkanı oluşturulmuştur.
YUKK’nun bundan sonra Barolarımız eliyle yürütülmesi gereken uygulama denetiminin ne kadar etkin ve nitelikli olacağı meselesi kanaatimce şu anda Barolarımızın önünde durmakta olan en önemli insani ve hukuki sorumluluk alanlarından birisidir. Ancak bu duruma ilişkin halen Baroların tamamının ciddi bir farkındalık içinde olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Yeni yasanın Barolara getirdiği yasal sorumluluğun tam olarak kavranmaması bir tarafa, değişik nedenlerle adli yardım bütçesinin ve bu mekanizmadaki hizmetin bu “yabancı” kesimden esirgenmesine yönelik kimi yaklaşımlara dahi rastlanabilmektedir. Günümüzde ilden ile çok ciddi farklılık gösteren bir uygulama söz konusudur. Bu alanda kimi Barolarda bir ön yargının varlığından söz etmek haksız bir değerlendirme olmayacaktır. Bundan dolayı sığınmacıların sayısının yüzbinlerle değerlendirildiği illerde bile mülteci hukuku ve hatta aile, iş hukuku vb alanlarda bile görevlendirme onlu sayılarda kalabilmektedir. Bu alanda adli yardım mekanizmasının işletilmesi dramatik bir şekilde düşük düzeydedir. Yapılan az sayıdaki görevlendirmelerde de bu alanda evvelce bir eğitim sağlanmadığı için çoğunlukla nitelikli ve etkin olmayan bir adli yardım hizmeti sunulmaktadır.
Elbette, Baroların sağladığı adli yardımın sığınmacılar nezdinde etkin olarak işlerlik kazanmasında ciddi yapısal, finansal ve insan kapasitesine yönelik sorunlar vardır. İşin kötüsü bu sorunlar kanunun yürürlük kazandığı ve Barolara ihtiyaç duyulduğu bu dönemde tam olarak fark edilip çözüm imkanları geliştirilmiş değildir. Türkiye göç ve mülteci hukuku kanaatimce henüz ilkel dönemini yaşamaktadır. Bu alandaki içtihat hukukunun gelişmesinin önünde büyük ve ciddi engeller vardır. Eğer avukat meslektaşlarımızın ve Barolarımızın bu alana yoğun ve nitelikli bir şekilde dahil olması sağlanamaz ise bu hukuk alanı Türkiye’de gelişmemeye, dolayısıyla idarenin tek başına herhangi bir yargı denetimi olmaksızın tüm uygulamayı kontrol etmesi pratiğine mahkumdur. Bu nedenle Türkiye’de bu alana ilişkin oldukça tarihi bir eşikte bulunduğumuzu düşündüğümü belirtmek isterim. Barolara sağlanan adli yardım bütçesi hesaplamasında baz alınan şehir nüfusu ve şehirdeki avukat sayısının dışında 3. bir kriter olarak şehirdeki sığınmacı sayısı mutlaka hesaba katılmalıdır. Aksi takdirde bu durum şehir halkını sığınmacı kesime karşı kışkırtıcı bir rol oynayabilir. Buna fırsat verilmemesi için bu şekilde bir kriterin varlığının kabulü çok önemlidir.
Bu kapsamda, TBB Adli Yardım Yönetmeliğinin adli yardım mekanizmasının işleyişini düzenleyen 5. maddesinin bu durumda bulunan yabancıların başta hukuk ve dil bilmez, mal varlığı konusunda herhangi bir belge sunamaz durumda olan kişiler olarak birçok dezavantajlarını gözeterek uygulanması adeta bir fiili zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır. Buna göre adli yardım ön büroya fiilen erişim, fakirlik durumunun kabulünde birçok belge istemek gibi şartlar yerine bu hususta bazı karinelerin kabulünde adeta zorunluluk bulunmaktadır. Başvurunun kabulünde ve görevlendirmede normal prosedür takip edilmeyip yapılacak adli başvurulardaki çok kısa zaman sınırları göz önüne alınarak çok hızlı davranılması gereği adli yardımdan bu alandaki görevlendirmelerde adeta uyulması zorunlu hususlardır. TBB’nin Barolar arasında farklı anlama ve uygulama pratiklerine son verme ve sığınmacıların dezavantajlarını gözeten bir kaygı ile Adli Yardım Yönetmeliğinde değişiklik yapılması yönünde bir süredir çalışma içinde olduğunu bildiğimizden Yönetmelikten kaynaklanan sorunların kısa vadede çözüleceğine dair iyimser kanaatimiz bulunmaktadır. Ancak Barolarımızın da kendi içinde Yönetmelikte yapılacak değişiklik ile uyum gösterebilecek ve yasadaki kısa sürelerle mücadele edebilecek hızlı ve etkin işleyen bir mekanizmayı oluşturması gerekmektedir. Bu –çoğu adli yardım görevlendirmelerinden farklı olarak- hızlı işletilmesi gereken mekanizma kurulamaz ise bu konudaki haklar sadece yasa ve yönetmelikler metinlerinde kalmaya, uygulamaya hiç geçmemeye mahkumdur.
Türkiye’deki sığınmacıların, hele özgürlüğünden alıkonularak Geri Gönderme Merkezlerinde (GGM) idari gözetim altında bulunan yabancıların Baroların adli yardım hizmetlerinden yararlanabilmeleri açısından normal bir vatandaşa nazaran çok ciddi zorluklar ve dezavantajlar içinde bulunduğunun öncelikle fark edilmesi ve buna göre bir pratiğin uygulanmasının kabul edilmesi gerekir. Normalde kendi ayakları ile Adli Yardım Ön Büroya ulaşması gereken adli yardım talep eden kişiler yerine burada bir anlamda Adli yardım mekanizmasının kendisine ulaşması gereken yardıma muhtaç kişiler olduğu düşünülmelidir. Hatta bu kişilerin kendi ülkelerinde veya kendi eğitimlerinde Baro ve Avukatlığın rolü hakkında hiçbir bilgi sahibi olmayabileceği, kendi dillerinde bile okur-yazar olmayabileceği hatırda tutulmalıdır. YUKK’un GGM’de tutulan kişilere yönelik hukuki hakları konusunda bilgilendirme yapılmasını gerektirir birçok maddesi bulunmasına karşılık bunların uygulamada uygulanmayabileceğini dikkate alan bazı tedbirlerin yine bizzat Barolarımızın adli yardım mekanizmaları tarafından düşünülmesi ve bunlara yönelik pro-aktif tedbirlerin alınması gerekmektedir. Buna göre GGM yönetiminin de işbirliği ve onayı ile sığınmacı, göçmen ve tüm yabancıların bu alandaki haklarını ve adli yardım mekanizmasına erişebilme yollarını (özellikle sabit telefon ve faks numarası) rahatlıkla görüp okuyabileceği ve sökülemez şekilde sabitlenen bir şekilde ilanının yapılması hayati derecede önemlidir.
Yine kişilere yapılacak tebligatlarda Baroların sağlamak yükümlülüğünde olduğu adli yardım hizmeti kişilerin anlayabileceği şekilde izah edilmelidir. Ancak uygulamada ve özellikle GGM’lerde bu duruma uyulduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Tebligatlarda çok ciddi sorunlar ve ağır ihlaller söz konusudur. Bu nedenle bu kişilerin çoğunlukla Türkçe bilmeyebileceğini düşünerek en azından haftanın belirli gün ve saatlerinde başta Arapça ve Farsça olmak üzere ihtiyaç duyulan dillerden konuşan kişilerin Baroların adli yardım telefonunu açacak şekilde bir hazırlık yapılması ise çok önemli olacaktır. Keza, GGM’den Barolara erişemeyen kişiler için iltica ve göç alanında çalışan stk’ların Barolara bilgi verme, ihbar etme mahiyetindeki bilgilendirmeleri de Barolarımız tarafından hayati derecede dikkate alınması gereken bilgilendirmeler olarak değerlendirmesi gerekir.
Barolar tarafından bu alandaki adli yardım hizmetinin nitelikli ve etkin bir şekilde işletilebilmesi için “sertifikalı mülteci hukuku eğitimlerine” çok ciddi ihtiyaç vardır. Keza, görevlendirilen avukatlara hem GGM ziyaretlerinde hem de ofis çalışmaları kapsamında müvekkili ile irtibat kurabilmesinde objektif ve bağımsız çalışabilecek “tercümanlar” son derece önemlidir.
“Vekaletname” sorunu müstakil bir makale olacak kadar önemlidir. Çok kısaca belirtmek gerekirse Türkiye’de bulunan yabancıların pasaport veya resmi bir kimliği yoksa Noterden vekaletname çıkarabilmeleri mümkün değildir. Son yıllarda Noterler Birliği tarafından çıkarılan genel yazılar ve en son 2016/3 sayılı Genelge ile Türkiye’de iltica prosedürüne bir şekilde girebilmiş kişiler GİGM’ne kayıt olduktan sonra kendilerine verilen kimlikler ile Noterden vekaletname çıkarabilmektedirler. Ancak özellikle düzensiz hareket halinde yakalanıp veya Yunanistan’dan geri kabul anlaşmaları kapsamında iade edilip GGM’de idari gözetim altında tutulan pasaportsuz kişilerin vekaletname çıkarması mümkün değildir. Noter vekaletnamesi olmayınca Türkiye’de adli yardım kapsamında olsun veya olmasın avukat temsilinden yararlanamayan bu kişilerin adil yargılanma hakkının uygulandığını söyleyebilmek mümkün değildir. Kanaatimizce sadece bu durum geri iade kapsamında bulunan kişilerin bir avukat yardımından yararlanamayarak adalete erişemediklerinin, bu nedenle Türkiye’nin “güvenli 3. ülke” olmadığının açık delili ve göstergesidir.
- İltica prosedürüne erişim ve sınır dışı işlemlerinde öteden beri var olan sorunlar
Sınır Geçişleri. Sınırı geçip ülkedeki iltica prosedürüne erişim zorluğu Türkiye’de öteden beri ciddi bir sorun olmuştur. Genel olarak sığınmacıların Türkiye’ye giriş bölgeleri olarak kullanmak zorunda olduğu doğu ve güney sınırlarımızda zaten sürekli var olan “güvenlik sorunları” bu engelleme kapsamında hep mazeret olarak var olmuştur. Öyle ki “terörist zannedilerek” veya “kaçakçı olmasından kuşkulanarak” sınırı geçme aşamasında çok sayıda ateş edilen, yaralanan, öldürülen, dövülen, değerli eşyalarına el konulan ve geri zorla itelenen insan söz konusudur. Birçok ülkenin sınırlarında yaşanan kaba insan hakları ihlalleri maalesef bizim sınırlarımızda da yaşanmaktadır ve bunlar genellikle etkin soruşturmaya konu edilmemektedirler. Suriye’deki iç savaşın başlamasından sonra Türkiye tarafından uygulandığı deklare edilen “açık kapı” politikasının söz konusu olduğu zamanlarda bile kapıların ve iltica prosedürlerine erişim imkanlarının gerçekten açık olmadığı bilinmektedir. Ancak dönem dönem buradaki zorluk katsayısı değişmektedir. Son birkaç yıldır ise pasaportu olmayan kişilerin sınırlardan geçemediği, bunun ancak bir “kaçakçı” yardımı ile mümkün olabildiği herkesçe malumdur.
Yine de bu politikanın halen var olduğu resmi olarak dile getirildiği dönemlerde bile çok sayıda kişinin sınır geçişinde çok ciddi ihlallere maruz kaldığı ve bu ihlallerin genellikle soruşturulmadığı çok sayıda araştırma ve rapora konu olmuştur. Bazen sınır geçişlerinde defalarca denedikten ve değişik ihlallere muhatap olduktan sonra ülke içinde yetkili makamlara iltica taleplerinin kayda geçirilebildiği görülmektedir. Türkiye’deki uygulama henüz kayıt olmadan önce kolluk tarafından hareket halinde yakalanılmış ise bunun düzensiz hareket / illegal geçiş olarak yorumlanıp sınır dışı edilmek üzere idari gözetim işleminin uygulanmasıdır. Bu durumda da YUKK madde 79 kapsamında iltica talep edebilmek teorik olarak mümkün olsa da uygulamada burada uygulanan “hızlandırılmış prosedürden” olumlu bir karar çıkma ihtimali dramatik düzeyde düşüktür.
Keza iltica prosedürüne erişimin havaalanlarındaki transit bölgelerde halen çok ciddi sorun olduğu bilinmektedir. AİHM’nin bu konuda vermiş oldu kararlara ve bu kapsamda hak örgütlerinin yapmakta olduğu yoğun çağrılara rağmen transit bölgelerde iltica talebi almama, bu bölgelere de hem hak örgütlerinin hem de bireysel avukatların sokulmaması ciddi bir sorun olarak devam etmektedir. Bu uygulama fiili bir özgürlükten alıkonma pratiği olarak etkisini ciddi olarak sürdürmektedir.
Sınır dışı uygulamaları. İltica prosedürüne erişim ne kadar zor ise sınır dışı edilme süreci o kadar hızlı ve kolaydır. Özellikle kara sınırı olan ülkelere bu ülkelerin vatandaşlarını sınır dışı etmek resmi kanaldan kolaydır. Bununla birlikte bu ülke vatandaşı olmayan kişileri de bu sınırlardan kayıt dışı ve gayri resmi olarak sınır dışı edilme pratikleri bilinmektedir. GGM’de uzun süre tutulan kişiler açmış oldukları davalar nedeniyle sınır dışı edilemiyorlarsa görevli memurlar tarafından “gönüllü geri dönüşe” ikna seanslarına muhatap olmaktadırlar. Geçici koruma rejimine tabi olan Suriyelilerin normalde sınır dışı edilmelerine hukuki imkan bulunmasa da Geçici Koruma Yönetmeliğinde tek istisnai durum olan “gönüllü geri dönüş” yolu neredeyse bir otoban gibi kullanılmaktadır. Çok sayıda kişi GGM’lerde (ki Erzurum-Aşkale ve Osmaniye-Düziçi merkezleri adeta cezalandırıcı birer kapatma merkezleri gibi bir işlev yürütmektedirler) uzun süre özgürlüğünden alıkonulmuş bir şekilde tutulmaktansa Suriye’ye “gönüllü” sınır dışı edilmeyi kabul edip ertesi gün kaçakçılar yardımı ile yeniden ülkeye girmeyi pratik bir serbest kalma imkanı olarak değerlendirmektedir. Ancak Suriye sınırında hangi kapının hangi örgütte olduğu nerdeyse günlük olarak değiştiği bir vasatta bu durumun çok ciddi riskler taşıdığı açıktır. An itibariyle bazı Suriyeliler için bazı kapılar tehdit oluşturmasa da etnik, mezhepsel ve ideolojik farklılık nedeniyle bir başka Suriyeli için bu kapıların her zaman için çok ciddi yaşamsal riskler taşıdığı unutulmamalıdır. Buna göre hem kara sınırı olan komşu ülkelere hem de kara sınırı olmayan ülkelere yapılan sınır dışı işlemleri çoğunlukla hukuki ve yargısal denetimden geçmiş ve hukuki hakların tam olarak kullandırıldığını iddia edebileceğimiz durumlar değillerdir. Haklarında dava açma konusunda bir avukat yardımından yararlanma istisnai lüksünü yaşayan az sayıdaki kişilerin sınır dışı işlemlerinin durdurulması Mahkemeler ve son dönemde özellikle Anayasa Mahkemesi kararları ile mümkün olabilmektedir.
- Genel olarak “ekonomik, sosyal ve kültürel haklar” alanında insani yaşam alanları sorunları
Her biri ayrı bir makale konusu olması gereken ve son dönemde haklarında birçok rapor hazırlanan kayıt, barınma (kamp içi ve dışı olarak), eğitim, sağlık, çalışma ve uyum alanlarında çok ciddi sorunlar vardır. İşin kötüsü tüm bunlara mültecilerin uzun sayılabilecek bir zaman diliminde ülkede kalacakları öngörülerek merkezi olarak oluşturulmuş strateji ve politikalar yoktur. Eğer varsa da bunlar dikkatimizi çekecek ve güven oluşturacak düzeyde değildir. 1951 Sözleşmesine konulan coğrafi sınırlama nedeniyle bu ülkede “kalıcı” olarak görülmeyen sığınmacıların Türkiye’de kaldıkları sınırlı dönem için de yaşam koşulları ve standartları kasıtlı olarak yükseltilmemiştir. Uygulama içinde bulunan önemli sayıda bürokratın bu konudaki düşüncesi ve sanki bu alanda yazılı olmayan ‘resmi politika’ sığınmacılar için “özendirici ülke” olmamaktır. Bundan dolayı çok düşük standartlarda tutulan ve insani koşullar içermeyen şartlar sığınmacıları Türkiye’de iltica prosedürüne bir şekilde girmiş olsalar bile bu prosedürün sonuçlarını beklemeden onları yeniden Avrupa’ya doğru kaçakçıların insafı ile şekillenen tehlikeli ve illegal yolculuklara itmektedir. Bu nedenle düzensiz göç yollarında; denizlerde, nehirlerde, kamyon kasalarında, sınırlarda ölen insanların sorumluluğunda insafsız kaçakçılardan ziyade onları bu yollara iten, kendilerine layık gördüğümüz işte bu olumsuz ve gayri insani yaşam koşulları söz konusudur.
Elbette Suriyeliler için baştan itibaren sağlık ve son dönemde çalışma hakkı kapsamında yapılan önemli atılımlar vardır ancak bunlar olması gereken düzeyden uzak ve çekimser adımlardır. Suriyeliler için çalışma izni verilmesi konusunda gösterilen esnekliğe ve bu konudaki olumlu düzenlemelere rağmen bürokrasiden çalışma izni alabilen kişi sayısı ancak 4 bin civarıdır. Yıllar sonra ancak ve kısmen yapılabilen kayıt işlemlerinde dahi biyometrik veriler alınırken kişilerin meslekleri merak dahi edilmemiş, bunun üzerinden çalışma ve sosyal yaşamı içeren politikalar geliştirilememiştir. Suriyelilerin ancak % 10 kapasitesi için kamplar yapılmış sonradan kamp yapımı durdurularak insanların istedikleri şehirlere herhangi bir planlama ve yönlendirme yapılmaksızın rast gele dağılmalarına seyirci kalınmıştır. Bu şehirlerde de bu kişilere kamu tarafından –sağlık alanı haricinde- otomatik işleyen bir yardım mekanizması kurulmamış, insanlar şehirlerdeki insani yardım dernekleri, hayırsever vatandaşlar ve komşuların iyiniyetine, bir başka değişle insafına terk edilmişlerdir. Bundan dolayı insanlar çoğunlukla kendilerinin bulduğu kayıt dışı, emek sömürüsüne dayalı iş piyasasında çalışarak geçimlerini temin etmeye çalışmışlardır. Eğitim çağındaki çocukların en fazla 1/3 oranında okullara kaydı yaptırılabilmiş, kayıt yaptıranların okullara devam oranı ise kayıt sayısının çok altında kalmıştır.
Yerel halkı da önemseyen, içine dahil eden, mevcut gerilimleri ölçerek dengelemeye çalışan bu nedenle de tek taraflı “entegrasyonu” değil, iki yönlü etkileşimi içeren “uyumu” hedef alan stratejiler, politikalar, uygulamalar yoktur, eğer varsa tarafımızca bilinmemektedir. Bir ülkenin göç alanında başarılı ve güvenli olmasındaki ölçüt göçle mücadele etmesi değil, göçü yönetebilme becerisi gösterebilmesidir.
“Suriyelilere vatandaşlık” tartışmaları
Biz işte on yılı aşkın süredir tam da bunları dile getirip ülkemize sığınan insanlara insani dayanışma ve insanlık onuru adına uluslararası hukuk ve mülteci hukukunun gereklerinin mülteci hukukuna konulan tüm çekince ve sınırlamalardan arındırılarak tam olarak yerine getirilmesini talep etmeye devam ederken Türkiye tarihinde çok önemli bir şey oldu. Bu makalenin yazıldığı günlerde birdenbire en üst düzeyden açıklamalar ile sığınan Suriyelilere vatandaşlık verileceği duyuruldu. Türkiye’deki ve dünyadaki insan hakları ve mülteci örgütlerinin bile talep konusu etmediği bu bilgi gerçekten öylesine beklenmedik ve ani bir şekilde verildi ki sadece bu şekilde beklenmedik ve ani oluşu maalesef bu süreci daha başta çok olumsuz etkiledi, belki de zehirledi. Hükümet nezdinde bu konudaki siyasi irade ve hazırlıklar ne kadarlık bir zamana dayanıyor, bilmiyoruz ancak bu düşüncenin Türkiye kamuoyu ile paylaşılması neredeyse pat diye olmuştur. Oysa yaklaşık 3 milyon insanın göçüne henüz alışamamış (zenginliğiniz, nüfusunuz ve coğrafyanız ne kadar büyük olursa olsun bu kolay değildir) ve bunu tartışma sürecinde olan bir ülke için bu kadar çok sayıda kişinin vatandaşlığı meselesi kolay “kabul edilebilir” bir şey değildir.
Bu hassas sürecin başından itibaren büyük bir itinayla ve son derece titiz yürütülmesine ihtiyaç vardır. Şimdilik bu konuda başarılı bir başlangıç yapılmadığı net olarak söylenebilir. Hollanda’da sayıları 60 kadar olan ve mültecilerin iskana tabi tutulduğu yerleşkelerin yapılmadan önce o bölgedeki yerel halka yönelik bir bilgilendirme ve hazırlık süreci işletildiği bilinmektedir. Bunun gerekli zaman içinde başarılı bir şekilde yürütüldüğü yerleşim yerlerinde mülteciler yerleştirildikten sonra karşılıklı uyuma dair başarılı sonuçların gözlemlendiği, acele ile bu merkezlerin inşa edilerek yerel halkın yeterince hazırlanmadığı yerlerde ise yabancı düşmanlığı ve saldırganlığın daha çok yaşandığı tecrübelerle aktarılmaktadır. Burada ise bundan çok daha öte, vatandaşlığa geçiş gibi sonuçları onlarca yıl tartışılacak ve son derece sosyo ekonomik ve sosyo kültürel sonuçlar doğuracak bir değişiklik “birden bire” söz konusu edilmektedir.
Elbette, günümüz dünyasında Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası mülteci hukukunun temel ve başat BM Sözleşmesi olan 1951 “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair” Cenevre Sözleşmesi kendisinden önceki iki ayrı denenmiş Sözleşmeden farklı olarak yerel entegrasyonu, yerel entegrasyon da zaman içinde bu durumun vatandaşlığı elde etme gibi bir sonuca evrilmesini hedeflemektedir. Uluslararası mülteci hukuku ve uluslararası koruma mekanizmalarının nihai ve ideal hedefi menşe/kaynak ülkeye güvenli ve onurlu geri dönüşü sağlamak, bu mümkün değilse –mümkün olan zamana kadar- sığınılan ülkede yerel entegrasyonu veya üçüncü bir ülkeye “yeniden yerleştirme” işlemini gerçekleştirmektir. 1951 Sözleşmesi işte mültecilerin bu nihai duruma erişme zamanına kadar sığındıkları ülkelerdeki haklarını ve sorumluluklarını düzenler, bu geçiş sürecinin olabildiğince hukuka bağlı olarak oluşturulmasının yollarını açar ve bundan dolayı sığınılan devletin egemenlik haklarını mülteciler lehine kısıtlar. Mülteci hukuku da tam da bu sürecin denetimini yapmak için oluşmuştur. İşte 1951 Sözleşmesinin 34. maddesi kendisinden önceki maddeler ve yollar sürecinden geçmiş mülteci için nihai “ara çözümün” hedefini ortaya koymuştur: “Taraf devletler mültecileri özümlemeyi ve vatandaşlığa almayı her türlü imkan ölçüsünde kolaylaştıracaktır”.
Buna göre ülke içinde belli bir zaman “mülteci statüsü” ile yaşayan ve Sözleşmenin maddelerindeki tüm haklarını kullanarak yerel topluma entegre olduğu düşünülen kişinin ülkede geçirdiği süre dikkate alınarak vatandaşlık alması ve çocukları ve torunları itibariyle sonraki nesillerin yerel toplum ile tam bir uyum içinde yaşaması hem hakkaniyet hem de sosyal gereklilik nedeniyledir. Avrupa ve ABD’de mülteci statüsü ile bir süre yaşayan insanların ülkelerdeki değişik Vatandaşlık yasalarına bağlı olarak belirli sürelerin geçmesinden sonra vatandaşlık kazandıkları ve yaşamlarına bu şekilde devam ettikleri bilinmektedir. Burada kanaatimce dikkat edilmesi gereken anahtar kavramlardan birisi Sözleşmede “özümleme” şeklinde ifade edilen, sonraki yıllarda “asimilasyondan” vazgeçilen, tek yönlü bir sorumluluk olan “entegrasyon” yerine çift yönlü bir etkileşimi esas alan “uyumun” o toplumda sağlanması için gerekli tedbirleri alma ve uygulama konusunda devletlere yüklenen pozitif yükümlülüktür. Sanki bu “özümleme” ödevi başarılı bir şekilde yönetilebilirse sonucun vatandaşlık ile taçlandırılması gibi bir sosyal gerçekliğe ve gerekliliğe dönüşmesi gerektiği taraf devletlere öğütlenmektedir.
Bu nedenle kanaatimizce hukuki ve sosyal gerçeklik örgü ve sürecini dikkate almadan, daha yakın zamana kadar mülteci hukukuna yönelik tüm çağrı ve taleplere rağmen ısrarla “mülteci değil, misafir” demek suretiyle mülteci hukukunu hiçe sayarak, çok sonra mülteci hukuku ve Anayasa karşısında hukuki meşruiyeti tartışmalı ve dünyada ilk kez uygulanan “geçici koruma” (temporary protection) rejiminden birden bire vatandaşlık statüsüne sıçrama düşüncesi sorunlar doğurmaya mahkumdur. Mülteci hukukuna göre mülteci olduğu “ilk görüşte” (prima facie) açıkça belli olan kişilere bu statünün yıllarca tanınmayıp tüm hukuki ve sosyal haklar alanında yaşanan sorunlardan sonra böylesi keskin bir sıçrama ve değişikliğe çok dikkat edilmelidir. Bu yazı Türkiye’de son yıllardır ve halen içinde bulunduğumuz sürecin mülteciler için ne kadar dayanılamaz ve güvenilmez koşullar içerdiğini açıklamaya çalışmaktadır. Kağıt üzerinde mevzuat olarak ve uygulamada halen çok ciddi sorunlar, strateji ve politika düzeyinde boşluklar, sokakta nefret söylemi ve ırkçılık bulunmaktadır. Süreci desteklemesi gereken hemen tüm aktör ve kurumlar zayıftır. Bu ülkede daha birkaç yıl öncesine kadar dünyada yüzümüzü kızartacak şekilde –Alman bankacılardan ne kadar alınıyorsa o kadar- sığınmacılardan ikamet harçları tahsil edilmeye çalışılmakta, ödeyemeyenlerin UNHCR tarafından bir üçüncü ülkeye yerleştirilmelerine izin verilmemekteydi. Tüm bunların hepsi aynı partinin hükümet dönemlerinde uygulanan işlemler olduğu için bu konuda bizi sürekli şaşırtan durumlar gözlemlenmektedir. Hükümet eden siyasi irade Türkiye’nin son 13 yılında Türkiye’ye sığınan insanlara ne gibi haklar tanındığı ve nasıl bir yaşam kalitesinin bu kesime layık görüldüğü konusunda gerçekten bir bilgisi olup olmadığını bizlere düşündürtmektedir.
Açıktır ki, Suriyelilere vatandaşlık konusu telafuz edilir edilmez gösterilen tepkilerin önemli bir kısmı yabancı düşmanlığından, ırkçılıktan ve nefret söyleminden beslenmektedir. Bunu görmek, bununla mücadele etmek, ancak bu durumu da önemsemek, açıklamalardan sonra oluşan toplumsal gerilime yönelik tedbirleri düşünerek uygulamak gerekmektedir. Şimdiye kadar çokça övündüğümüz kamplar dahil ne kadar kötü koşullarda yaşadıklarını birden bire fark ettiğimiz kişiler 1951 Sözleşmesine konulan ve yukarıda kritik edilen “coğrafi sınırlama” kaldırılsa ve “mülteci” statüsü alsalar veya en azından YUKK madde 63’te tam da Suriye’deki savaş durumu gibi koşulları düzenleyen “ikincil koruma” statüsü kazansalar şimdiki durumlarına göre çok daha iyi bir hukuki korumaya ve sosyal ekonomik haklara tabi olacakları açıktır. YUKK madde 63 mülteci tanımına girmemiş kişiler için insanların ölüm cezası, işkence, insanlık dışı veya onur kırıcı cezalara uğrama riski bulunan ülkeler yanı sıra “uluslararası veya ülke genelindeki silahlı çatışma durumları, ayrım gözetmeyen şiddet hareketlerinin yaşandığı” ülkeler vatandaşı iseler “ikincil koruma” statüsünün tanınacağını ifade etmektedir. Bu statüyü alan kişilerin YUKK madde 89/4-b gereği otomatik çalışma hakkına sahip olmaları bu kesime sağlanan en önemli imkandır. Ancak bu statünün tanınmasında son derece cimri davranıldığı, YUKK öncesi dönemle birlikte sadece 15 kişiye bu statünün verildiği bilinmektedir. Sadece bu sayı bu yasal statünün Türkiye’de fiilen kullandırılmadığının göstergesidir. Oysa hem Suriyeliler için hem de yasanın hazırlık döneminde UNHCR tarafından çokça beklenti içine girilen Afgan sığınmacılar için bu statü efektif bir şekilde kullanılabilirdi.
Bu konuda hükümet tarafından yapılan açıklamalarda bir süre sonra tüm Suriyelilerin değil, Türkiye için “işe yarayan” veya “fayda sağlayan” Suriyelilerin vatandaşlığa alınacağı gibi bir çalışma içinde olunduğu söylenmeye başlanmıştır. Bu durum mülteci hakları konusunda sorunludur. Esasen öteden beri hem UNHCR hem de mülteci örgütlerinin “örnek mülteciler” olarak sanat, bilim, spor, iş, siyaset vb alanlarda başarılı olan isim ve yüzleri ön plana çıkararak onlar üzerinden bir mülteci hakları farkındalığı oluşturma gayreti bana hep biraz tuhaf gelmiştir. Zira bu anlayışın yerleşmesi halinde sığınan kişiden illa bir “marifet” sergilemesini görmek, gösteremiyorsa ve sadece sıradan bir insansa onu nezdimizde değersiz kılmak gibi bir durumun psikolojik arka planda olduğunu düşünüyorum. Sığınan kişiye sağlanan haklar ve oluşturulması düşünülen yaşam kalitesi için illa da bu anlamda bir becerisinin veya tahsilinin olmasını şart olarak öne sürmemek gerekmektedir. Keza, bu “sınıflandırma” durumunun sadece tahsil veya kabiliyet üzerinden değil, ülke ve milletler açısından da olmaması; başta Suriyeliler, sonra Ahıska Türkleri için düşünüldüğü belirtilen strateji ve politikaların tüm ülkelerden gelen sığınmacılar için de söz konusu edilmesi gerekmektedir. Bu iyileştirme çabaları 1951 Sözleşmesine konulan coğrafi sınırlama muhafaza edilmek suretiyle yapılmak isteniyorsa pekala “falan tarihten önce Türkiye’ye sığınan tüm kişiler” olarak formule edilebilirler.
Ancak bu yapılmayıp bir de speküle edildiği gibi Türkiye içinde etnik, dini veya siyasi farklılıklar gözetilerek bir iskan politikası uygulanır ise çok ciddi sorunların çıkacağını düşünmek kehanet sayılmamalıdır. Kemal Vural Tarlan’ın da isabetle dikkat çektiği üzere bu kişilerin siyaseten araçsallaştırıldıkları yönündeki her türlü şüpheden kesinlikle arındırılmaları gerekmektedir. Vatandaşlık verilse de verilmese de şehirlerde birlikte yaşadığımız ve bu durumun oluşmasında hiçbir kusur ve sorumluluğu bulunmayan bu insanlar üzerindeki bu anlamdaki şaibenin hızla yok edilmesi gerekmektedir. Bu her şeyden önce mültecilerin ve yerel halkın güvenliği, huzuru ve birlikte yaşayabilmesi için gerçekleşmesi gereken uyum için zorunludur. Bu nedenle bu kapsamdaki yasama çalışması aynen YUKK hazırlanma sürecinde olduğu gibi sivil toplum, akademi, yerel yönetimler ve ilgili kamu idareleri ile birlikte multi disipliner olarak olabildiğince şeffaf olarak yürütülmelidir. Ancak bu şekilde insan hakları ve insanlık onuruna uygun ve karşılıklı uyumu hedefleyen bir yaşama formülünü birlikte geliştirebiliriz.
Av. Taner Kılıç
(İzmir Barosu üyesi, ktaner@gmx.net )
“Birikim Dergisi 2016 Ağustos-Eylül, 328-329. sayısında da yayımlanmıştır”