Çocuk Mülteci Öyküleri: Geri Verin Oyuncaklarımı (14 Öykü)

Bir düşün peşinden gidiyordu çocuk. Birden tatlı bir gülümsemeyle “Al; bunlar benim düşlerim, uçurtma yap uçur” dedi. Sonra bir diğeri avuç avuç umut şekeri getirip bıraktı eteğimize. “Biliyor musun bunlar benim, ama sana vermek istiyorum” dedi. Sonra bir diğeri gökyüzünü gösterdi; “Ben; işte bu uçağın pilotuyum” dedi, “annemi savaştan ben kurtardım.” Derken çocuklar toplanmaya başladı etrafımızda.

Halka olup bir oyun oynadılar barış adına. Büyüklerin kimi zaman köşede unutup gittiği çocuklar, aldırmadan masallar anlat-tılar birbirine. Yabancı olmak, mülteci olmak neydi aldırmadılar. İşte bize de onların kimi zam düşlerini, kimi zaman kırılganlıklarını anlatmak kaldı. Her bir öyküde yüzlerindeki aydınlık solmasın istedik. Acılarının öykülerde kalması için dualar ettik.

Ayşe BİLGEN

Bu öyküler, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’nin yürüttüğü (MAZLUMDER) “Türkiye’deki Geçici Sığınmacı Kadın ve Çocukların Psikososyal Durumlarının Tespiti ve Yaşam Koşullarının İyileştirilmesi İçin Çözüm Önerileri” adlı proje çalışması kapsamında Ayşe Bilgen tarafından hazırlanmıştır.

Seni anlatmak istedim ey çocuk! Su yeşili gözlerin-de güvercinlerin uçuşunu ve seyredişini Beykoz’u, yalıların gölgesinde. Bir tepeye çıkıp “umudum barış” diye haykırışını sonra. Minik ellerinle tuttu-ğunda bir dalı. Avuçlarının sıcaklığını, gülüşünü.

Seni ey çocuk anlatmak istedim zengin sofra-larında, salonlarda boy gösterenlere. Deprem deprem nasıl yarıldığını arzın, nasıl savrulduğunu rüzgâr gibi düşlerinin. Geriye bakmadan öylece bırakıp gelişini her şeyi. Mazi, kara bir el omzuna dokunan. Kaçtıkça kovalayan….

Anlatmak seni bir sabah balıkçı teknesinden yayılan Hicaz beste ile. Yüreğinde tüm notaların ahengi. Dilinde bir şarkı, ülkene dair. Gözlerin uzak kıyılarda.

Çaresiz düşüyor kalemim. Bir silah sesi, ardından bir bomba. Canhıraş çığlıklar, toz duman her yer. Birer ikişer düşüyor gökyüzünden kuşlar, yerlerde ak tüyler. Anneler dövüyor dizlerini, ağıtlar göğe yükseliyor.

Seni İstanbul’un kalbinde yazmak, nakış nakış işlemek koca şehri gözlerinle. Silmek en çok da acıtan anıları. Kalbine sokulan hançeri çekip almak. Hesap sormak neden diye? Gözlerinden süzülen yaşları silmek her uçak geçişinde.

Anlatmak zor seni buz kesmiş gönüllere. Çocuk oyunları nedir bilmeyenlere, acımasızca öldüren-lere. Tankların üzerine çıkıp zafer işareti veren-lere. Bu savaş bizim diyenlere. Sormak silahlarla oynamayı sevenlere, “Kaç çocuk öldü bugün?” diye…

Seni anlatmak bir mezar taşının başında dua eden anneye. Onun için de dua et demek. İşte şu güller şahittir ki, bizim suçumuz tüm bunlar demek.

Utanıyorum  yetişkin olmaktan. Ayırmaktan anneyi yavrudan, yavruyu toprağından. Sahte sloganlar atmaktan, “KAHROLSUN SAVAŞ” nidalarından. Barışı boğan elleri sıkmaktan.

Ey çocuk; gözlerinin tâ içine bakmak isterdim neşe ile. Şarkıları paylaşmak seninle. Balonlar uçurmak gökyüzüne.

Senden özür dilemek isterdim ey çocuk, çaldığımız günler için. Oyun bahçelerini yıktığımız, oyunları unuttuğumuz için. Sonra kirlettiğimiz düşler ve en çok da kalbini kırdığımız için!

Nadir, sabahın ilk ışıkları ile uyandı. Rutubetli odanın içinde yerdeki battaniyede kıvrılıp uyuyan kardeşine baktı uzun uzun. İki gündür geçmeyen öksürüğü nedeniyle geceleri hırıltılı bir şekilde uyuyordu küçük. Nadir, üzerinden kalktığı kendi battaniyesini de kardeşinin üstüne örttü. Bir baba şefkatiyle onun alnına yapışan saçlarını okşadı. Sonra perdeyi aralayarak çarşıya doğru baktı. Dükkânlar daha açılmamıştı. Bu demekti ki hazır-lanması için biraz vakti vardı. Nadir usulca odadan çıktı. Soğuk ve ıslak betonda ayakkabısını aradı bir süre. Tam o sırada bitişik odanın kapısı açıldı. Annesi ona doğru geldi. Nadir her sabah annesi uyanmadan önce evden çıkmaya çalışıyor fakat her seferinde de annesi kalkmış oluyordu.

Kadın mutfak niyetine kullandıkları bölmeden termosu getirdi. Belli ki yine çayı hazırlayıp içine doldurmuştu. Nadir annesinin elinden termosu ve bardakları aldı. Bir insanın ancak eğilerek geçe-bileceği dar ve karanlık merdivenlerden inerek evden ayrıldı.

Çarşıdaki dükkânların kepenkleri tek tük açılıyor, demir sesleri birbirine karışıyordu. Esnaf birbirini selamlıyordu. Kimi dükkânların önünde çıraklar, ustalarının gelip kapıyı açması için bekleşiyordu. Nadir, genellikle önce bu gruba yönelirdi. Çırak-ların çoğu kendi yaşıtıydı. Onlarla rahatça konuşa-biliyordu. Bu sayede Türkçeyi epey öğrenmişti. Ara sıra kendisine takılanlar da olmuyor değildi. “Hadi biz yokluktan okumuyoruz, sen niye memleketini bırakıp gelirsin buralara? Sen niçin okulunu terk edersin?” diye. O anlarda Nadir ne diyeceğini bilemezdi. Başı öne düşer, bir hayale dalardı. Meyve ağaçlarıyla dolu bahçelerini özlerdi… Okulunun, arkadaşlarının özlemini içine gömmek zorunda kalmıştı. Neredeyse dört yıl olmuştu buraya geleli ve ne ileri gidebiliyorlardı ne de geri. Ara sıra gittiği komiserlikten yanıt alamadığında yumruklarını sıkıyor, yine de içinde kopan fırtınaları dışa vurmaktan kaçınıyordu. Dokuz yaşında bir çocuk değil de sorumluluktan omuzları çökmüş bir babaydı sanki.

O sabah kararlıydı, ne olursa olsun dağıttığı çayların parasını peşin alacaktı. Akşam kardeşine ilaç götürmeliydi, bir öksürük şurubu. Ya annesi ve babasına? Annesine biraz meyve, babasına da bir çift çorap alabilirdi. Doktor, annesinin iyi beslenmesi gerektiğini söylemişti. Yakında bir kardeşi daha olacaktı.

Nadir, düşüncelere dalmış şehir meydanına geldiğini fark etmemişti bile. İşe koyulma vaktidir diyerek bağırmaya, dükkân kapılarından içeri seslenmeye başladı: “Sıcak çay, sıcak çay var!” Nadir öğleden önce tüm çayı bitirmekte karar-lıydı. Yine sattığı çaylardan çoğunun parasını alamıyordu. Mazeret çoğunda aynıydı. Ayakkabıcı “bozuk yok, sonra gel vereyim” derken, saatçi “daha siftah yapmadım, öğlene gel al” diyordu. Bir süre sonra Nadir yorgun düşerek kaldırıma oturdu. Cebinden çıkardığı parayı saymaya başladı. Bir şurup eder miydi bu para ya da ne kadar meyve alabilirdi ki? Çaresizlik içinde olduğu yerde kalakaldı. Neden sonra önünde oturduğu dükkanın sahibinin gürleyen sesiyle kendine geldi:

“-Kalk oradan; dileneceksen başka bir köşe bul!”

Nadir ne olduğunu anlamadan termosunu bir koluna, bardak sepetini diğer koluna takıp hızla oradan ayrıldı. Yorgunluğuna aldırmadan tekrar çarşıyı dolanmaya başladı: “Çay, taze çay!” diye bağırmaya başladı. Karşı caddeye geçmek isterken bir ara her şeyin döndüğünü sandı. Son zaman-larda vakit öğleye yaklaştıkça böyle oluyordu. Annesinin “-Bir şey yedin mi?” sorusuna “-Evet bir simit aldım” diye yanıt veriyordu. Oysa Nadir, günlerce bir şey yemeden çay satmaya çalışıyordu. Ara sıra esnafın verdiği ekmek parçasını atıştırı-yordu o kadar.

Bir gölgeye çekilip biraz bekledi. Yanındaki çay şekerlerinden bir tanesini ağzına attı. Bu onu idare ederdi. Tekrar işe koyuldu. Şehir ne kadar gürültülü geliyordu ona. İnsanlar, arabalar. Bazen işi erken bitince göl kıyısına inerdi. Sahilde oturup dalgaların sesini dinlerdi. Bir gün tekrar okula dönünce bir deniz subayı olmayı hayal ederdi. Günlerce kalabilirdi denizde. Mavi derinliklere dalabilirdi.

Vakit öğleyi geçtiğinde Nadir termostaki çayı tamamen bitirmişti. Köşedeki eczaneye gidip bir şurup aldı. Ve evin yolunu tuttu. Kendi kendisine ‘yarın da meyve alırım, sonraki gün ise çorap’  diye söyleniyordu.

Evlerinin olduğu sokağa geldiğinde şaşkınlıkla durakladı. Bir polis arabası evin önünde bekli-yordu. Nadir bir iki adım attıktan sonra olduğu yerde kaldı. Annesi, babası ve battaniyeye sarılı kardeşi kapıdan çıkıyordu. Babası onu görünce seslendi: “Nadir gel, gidiyoruz!”

Nadir onların yanına vardığında soran gözlerle baktı. Babası “şikâyet etmişler, sınır dışı edile-ceğiz” dedi.

Anlamıyordu Nadir. Kimseye bir kötülük etmemiş-lerdi. Neden gönderiyorlardı geriye. Orada ölüm vardı, zulüm vardı. Yine babasını götüreceklerdi. Günlerce gelmeyecekti geri. Belki de….

Nadir elinden ilaç poşetini düşürdü. Bardak sepetini ve termosu fırlattı bir köşeye. Koşarak annesine, ardından babasına sarıldı. Bir süre sonra bütün bir aile polis otosuna bindirildiler. Dar sokakta biriken insanlar arabanın arkasından bakakaldılar.

“Depresyondan bunlar sayesinde kurtuldum” diyor genç kadın bahçesindeki sebzeleri gösterirken. Şehirden ara sıra gelenlerin her birine bahçesini gösteriyor. Birazdan ellerinde kağıtlar, kalemler olan bu kadınlar da gidecek, o yine bahçesiyle baş başa kalacaktı. Ona bir sürü soru soruyorlar, “Neden geldin, nasıl geldin, ne kadar kalacaksın?” Dinliyorlar, sadece dinliyorlar. “Sorunlarınız çözü-lecek” diyorlar. Seçim zamanında oy kullanama-dıkları halde siyasi partilerden de geliyorlar. Çok sesli seçim arabalarına binip gidiyorlar ve bir daha da uğramıyorlar. O yine de umutlu. Kim ne sorarsa anlatıyor.

“Şu maydanoz, şu domates, şunlar da mısır”. Kocasının kızmasına aldırmıyor. Sabahtan çıkıyor bahçeye. Sonra küçük kızı, biricik çiçeği Yasemin geliyor bahçeye. Birlikte su veriyorlar, toprağı havalandırıyorlar. Kadın küçük bir salatalığı koparıp veriyor kızına, gözünde bin bir demet sevgiyle.

“Unutmak için” diyor kadın. “Her şeyi unutmak için toprağı kazıyorum. Hani kimi geçmişten kurtulmak için sürekli ellerini yıkar, kimi içki içer, kimi ağlar sızlar ya; işte ben de toprağı kazıyorum. Kazdıkça unutuyorum; ülkemi, ailemi, her şeyi. Eskiden eşime kızıyordum. ‘Senin yüzünden buralara kadar geldik. Neden siyasi işlere karıştın?’ diye soruyor-dum. Şimdi..” diyor ve susuyor. Gözleri uzaklara dalıyor.

Birden yere eğiliyor. Yabancı otları temizlemeye koyuluyor. “Otlar bile yabancıları kabul etmiyor.” Kadının gözlerinde bir gurbet türküsü.

Her soruya cevap veriyor, verdikçe soluyor. Hatırlıyor hastanede çalıştığını, aslında bir bahçıvan olmadığını, ailesinin şehrin en zengini olduğunu.

Ellerinde kâğıt kalem olan kadınlar yazıyor durmadan. Başlarını kaldırıp baktıklarında bir çift pınar görüyorlar karşılarında. Kadın mağrur. “Pişman değilim” diyor. “Kızım için değer” diyor ve Yasemin’i anlatıyor. Onun kırılganlığını, onun güzelliğini. Doğduğu gün “çiçek mevsimiydi” diyor. Onun için adını YASEMİN koyduk.

“O bizim yaşadıklarımızı yaşamasın istiyoruz. O görmesin insanların vurulduğunu. Yardım isteyecek birini bulamadığı olmasın, sağda solda ölülerin yattığı sokaklarda öylece kalmasın. Sonra çaresizlikle koşmasın bir o yana bir bu yana. O bizim ödeyemediğimiz bedeli ödemek zorunda kalmasın.”

Yüzü aydınlanıyor kızının ne kadar çalışkan olduğundan bahsediyor. Okulda öğretmeni onu çok seviyor. Türk öğrencilerden bile başarılı olduğunu anlatıyor. Sonra yine kara bulutlar. Sesi kısılıyor:

“-Bir gün okuldan geldi Yasemin; solmuştu çiçeğim. ‘Anne benimle evde de Türkçe konuş lütfen. Okulda alay ediyorlar, İranlı diye bağırıyorlar. Ben Türkçe konuşursam belki Türk olabilirim’ diyor-du..”

Kızını işaret ediyor:

“-Yasemin burada kalmak istiyor. Artık dönüş yok bizim için. Bu toprak bizi kabul edene kadar kazacağım” diyor.

Apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu bahçeli evde geleceklerini yetiştiriyor kadın. Anne yüre-ğiyle, kartal pençesiyle akıntıya karşı duruyor. Elinde kağıt kalem olan kadınlar “sorular bitti” diyorlar. Kadının gözlerinde yine umut. Kadınlar saygıyla ayrılırken yanlarından; bir kuş gelip konuyor gencecik erik ağacının dalına. Yasemin’in çizdiği resim özenle yerleştiriliyor çantaya ve araba hareket ediyor. Kadın, eli kızının omzunda daldaki kuşu izliyor. Anne kız bakışıp gülümsü-yorlar. Dillerinde binlerce şükür.

Ülkesinde güneş başka doğardı. Beyaz tepelerden gülümserken utangaç bir edayla kızıla keserdi her yer. Bir sabah eli annesinin elinde, sessiz bir kalabalığa karıştılar. Elleri ceplerinde erkek ve kızlar… Kara gözlerinden çaresizlik akan kadınlar. Arkalarına dönüp bakamayan erkekler. Tüm paraları ceplerindeki deride gizli. Ayaklarının altında toprak kayıyor.

Elinden tutarken annesinin, yavaşça kafasını çevirdi. Geride bıraktığı plastik topu aklına geldi. Bir koşu gidip  alsa. Annesinin elini sertçe sıkması ve onu öne doğru çekmesi bunun mümkün olamaya-cağını anlatıyordu. Kadınlardan ikisi hemen arkala-rında konuşuyordu.

“İtalya’da temizlikçilik yaparız.” Diğeri de onu onaylıyordu; “Haklısın; para biriktirip belki geri de döneriz.”

İtalya neresiydi? Dilini konuştukları İtalyanlar nasıl adamlardı? Küçük çocuk bunları düşünürken bir bebek ağlaması duyuldu. Zavallı diye düşündü. Bu toprakları göremeden gidiyor, uçsuz bucaksız çöllerde top oynayamadan, ateş yakamadan sonra.

Kendisi de gitmiyor muydu sanki.

Annesinin kendisine seslendiğini fark etti. Başını kaldırıp küçük kara gözleriyle baktı kadının yüzüne. Alnında ve dudaklarının kenarlarındaki çizgileri inceledi. Sonra gözlerindeki kederi gördü. Annesini hiç üzmemesi gerektiği zamanlardan birinde olduğunu anladı. Gülümsedi ona bakarken. Kadın kıvırcık kara saçlarını okşadı sonra yavaş bir sesle konuştu:

“-Gideceğimiz yer çok uzak. Oraya tekne ile gideceğiz. Kalabalıkta  birbirimizden ayrılmama-lıyız. Gereksiz isteklerde bulunmazsan İtalya’ya gidince sana pilli bir araba alırım.”

Çocuk bu pazarlıktan hoşnut oldu. Annesine sımsıcak gülümsedi yeniden. “Tamam” diye ekledi. Ve yürümeye devam etti…

*          *          *

Tekne çok kalabalıktı. Çocuk annesinin sözlerini hatırladı ve ona iyice sokuldu. Ürkek gözlerle etrafı incelemeye başladı. Daha önce bu kadar insanı bir arada hiç görmemişti. Garip bir uğultu vardı. Herkes bir şeyler söylüyordu. Yola çıktıkla-rında iyiden iyiye sallanmaya başladılar. Bu durum çocuklar için bir eğlence kaynağıydı lakin büyükler denizin bu kadar dalgalı olmasını hayra yormuyordu. Bu, bir fırtınanın alameti de olabilirdi. Gece yarısına kadar yol adılar. Sonra çocuk uyuyakaldı.

Ertesi gün deniz çarşaf gibiydi. Çocuk annesinin ona verdiği kara ekmekten bir parça kopardı, ardından gökyüzünü seyre daldı. Kanat açmış dev bir kuşa benzeyen bulutu izledi bir süre. Sonra onun ardındaki bulutu. Güneş uzakta bir yerde asılı kalmıştı. Çocuk gözünün tekini kapattı, güneşi bir eliyle tutmaya çalıştı. Bu oyundan hoşlanmıştı. Bütün gününü gökyüzünü incelemekle geçirdi. Yanında oturan yaşlı kadın ona biraz kuru meyve verdi.

Yolculuklarının kaçıncı günü olduğunu bilmiyordu ama artık bu tekneden inmek istiyordu. Minicik adımlarıyla yaptığı küçük gezintiler ona yetmi-yordu. Üstelik çoğu zaman, yerde uzanmış birinin üzerine basıyor veya ona takılıp düşüyordu. O zaman da bir sürü azar işitiyor, üstüne bir de annesi kızıyordu.

Çocuk o gün de böyle bir gezinti yaptı. Bir ara yanından geçtiği adamların kendi aralarında tartıştığını duydu. Bir fırtınadan söz ediyorlardı. Teknenin, yolculuğun başından beri sallanmasının nedeni, yolcuların sayısının çokluğuydu ama bugünkü farklıydı. Biri teknenin burnunun olduğu yönü göstererek gökyüzündeki gri bulutları işaret ediyordu. Diğeri karamsar olmamasını, kuzeye değil batıya gideceklerini söylüyordu. Gençliğinde pek çok kere gemilerde çalışmıştı ve İtalya’ya da daha önce gitmişti. Kesinlikle batıya döneceklerdi. Çocuk, onların bu tartışmalarını dinlerken başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Uzaklardaki küçük gri bulutları gördü. Ama bunlar çok uzaklarındaydı. Nasıl olurdu da bir fırtına çıkabilirdi? Şimdi babası yanında olsaydı ona sorabilirdi. Dedesi denizcilik yapmıştı. Babası da ondan birçok şey öğrenmişti. Kendisine pek çok şey anlatabilirdi. Çocuk küçük adımlarıyla annesinin yanına döndü. Ona fırtınadan söz etmek istemedi. Annesinin üzülmesini istemiyordu.

Öğleden sonra tekne kimse fark etmeden kuzeye yani bulutların olduğu tarafa doğru yol amaya devam etti. Karanlık çöktüğünde bir rüzgar çıktı. Ardından dalgalar yükselmeye başladı. Çocuk annesinin kucağında uyuyordu. İlk damla düştüğünde siyah saçlarına o rüyalar aleminde dolaşıyordu. Yağmur hızını artırmaya başladı. İnsanlar telaşla üzerlerine bir şeyler örtmeye çalışıyordu. Dalgalar tekneyi iyice sallamaya başladı. Rüzgarın ve dalgaların sesine, bir de bağıran insanların sesi eklendi.

Denizin ortasında bir gece yarısıydı. Fırtına şiddetlendi, koca teknedeki insanlar bir bebeğin beşiğinde sallanırcasına sallanıyorlardı.

Çocuk bu telaş içinde gözlerini açtı. Annesi onu telaşla sıkıyordu. Kadınlar ve erkekler korku içindeydi. Tekne ardı ardına gelen dalgalarla yükseliyor sonra birden yere düşüyor, içine sular doluyordu. Dalgalar gittikçe büyüdü. Sonuncu dalga ile birlikte çocuğun tek hatırladığı teknenin ters döndüğü, annesinin kucağından koptuğu oldu.

*          *          *

Ertesi gün sahil koruma ekiplerine kıyıya vuran cesetler ve kayıp bir tekne anons ediliyordu: “Muğla açıklarında Somali uyruklu kaçakları taşıyan bir tekne, çıkan fırtınada battı. Cesetleri arama çalışmaları sürüyor.”

İyi bakın bunlara, bunlar benim ellerim. Yol yol, nasır nasır. Toprak deşmekten, buz gibi sularla oynamaktan paramparça. Bu kulübenin içindeyim kaç yıldır. Bir yaz günü gelmiştik Irak’tan. Ağustos sıcağı vardı. Şu dere gürül gürül akardı. Girip yıkanmıştım. Ardından anne azarı.

Dağlara kaçtım her bunaldığımda. Köyün öğretmeni okuldan kaçıyor demiş babama. Neden sormaz ki babam “niye?” diye. Sorsa anlatırım. Davut’un nasıl alay ettiğini. Kızların bana bakıp nasıl gülüştüklerini. Sormaz ki. Ben de bir sıçrayışta bulurum zirveleri. Arasınlar dursunlar artık. Zavallı annem perişan. Benden başka sekiz çocuk daha. İnsanüstü bir çırpınışla koşar oradan oraya. Köydeki diğer kadınlar, yabancı olmasına karşın onu sever. Kimse dalga geçmez onunla. Bir saygı, bir saygı. Yardım da ediyorlar ona.

Ben bir haylaz oğlanım. Ondandır ellerimin kiri. Çamurla, çalı çırpı ile uğraşırım. Seviyorum bu köyü ama yine de bazen kaçıp gitmek geliyor içimden. Kimsenin beni bulamayacağı, kimsenin kulağımı çekemeyeceği bir yere. Sonra kızların bana gülüşmediği bir kente.

Ben de büyüyeceğim. O zaman görsün Davut. O zaman babamın elleri yana düşer.

Bunlar da ayaklarım. Ayakkabıların büyük geldiği. Köyden bir çocuğunmuş; annem giydirdi. Hiçbir zaman sevemedim bu bağcıklı ayakkabıyı. İkide bir açılıyor. Kırlarda çıkarıyorum. Yalınayak koşuyo-rum. Ayaklarımın altı dikenlerden çizik çizik. Buğdayları da biçtiler ya, her yer sarı halı gibi. Acısa da canım, koşuyorum. Bazen toprağa koyu-yor ve uzanıyorum. Üzerinden çekirgeler sıçrıyor. Neşeme diyecek olmuyor.

Bakmayın öyle tuhaf tuhaf bana. Ben bir deli oğlanım. Kaçak, avare. Bir hızla akıyorum hayat denizine; anlamasa da annem, anlamasa da babam.

“Demek büyüdün ha!” deyip üzerime yürümüştü babam, elimdeki sigarayı görünce.  Kaçmıştım yine tazı gibi. Ardımdan binlerce küfür. İlk o gece gitmedim eve. Virane bir çoban kulübesi buldum kendime. Bunaldıkça saklandım oraya.

Bazen düşünüyorum “Ne olacak halimiz?” diye. Sonra yoruyor bu kaygı beni. Çaresiz tüttürü-yorum sigaramı. Çoban Süleyman vermişti. Bazen ben de koyun güdüyorum. Karşılığında üç beş kuruş veriyorlar. Anneme veriyorum gizli gizli, ara sıra da saklıyorum. Bir gün bir dağ ayakkabısı alıp tırmanacağım doruklara.

Babam eve gitmediğim günler artık beni sormuyor. “Çıkar gelir bir yerden” diyormuş. Bir gün, gelmemek üzere gidebilirim, inanmıyor.

Köy okulunun önünden geçerken bugün yine laf attı Davut;

“-Hey şu Kürt kaçağa bakın, salya sümük dolaşı-yormuş sağda solda.”

Başka biri;

“-Yok canım, o adam olup gidecek buradan.”

Tiz bir kız sesi, Emine olmalıydı;

“-Çoban olmuş haberiniz yok mu?”

Öğretmen olmasaydı atlardım üzerlerine. “Bunu bir yere yazıyorum” dedim. Ardından bir kahkaha;

“-Ayyy, çok korktuk!”

Köyün çıkışına kadar kendi kendime söylendim. “Deli isem, avare isem onlara ne zararım var?” Tek dileğim özgür olmak. Kapalı binalarda yaşamak istemiyorum. Bir hücre gibi tüm dünya. Bazen düşünüyorum “Niye korkuyorum bu kadar dört duvardan?” Sonra gözümün önüne geliyor üç yıl önce bizi hapsettikleri yer. Tam beş gün tutmuşlardı bizi orada. Işıksız bir oda. Çocuk ağlamaları. Annem ağlıyor. Ben altımı ıslatmışım. Yer ıslak babam kendinden geçmiş, kan revan içinde. Askerler ara sıra gelip babamı götürü-yorlar. Sonra yarı baygın bir halde geri getiriyorlar.

Koşarsam unuturum değil mi, bütün bunları? Koşuyorum. Ayakkabım çıkıyor yine ayağımdan. Eğilip alıyorum. Uzakta insanlar. Biçerdöverler çalışıyor. Tüm dünya ne kadar gürültülü. Siz hiç sağır olmak istediniz mi? Bazen ben istiyorum. Her ses beynimde zonkluyor.

Bu taşa, “ keçi taşı” diyorlar. Keçiler buraya kadar çıkıyor. Şimdi dağın sesi var yalnız kulaklarımda. Bir rüzgar esiyor hafiften. Ara sıra bir kuş ötüyor. Bir dal oynuyor. Ben oturuyorum sadece. Aklıma çocukların alayları geliyor. “Akşam olunca korkutsam Davut’u, bir daha benimle uğraşmaz belki.”

Öyle yüzünüzü buruşturmayın. Onlar benimle alay ediyor ve ben bir şey yapamıyorum. Sadece korkutacağım. Eve uğrayıp babamın eski silahını alayım. Zaten içi boş. Tek muradım Davut’un korkması.

Köy camilerini bilir misiniz?  Sala verilir biri öldüğünde. Yine biri öldü galiba. Şimdi herkes camide toplanır. İşte benim için bir fırsat. Babam da evde olmaz. Uçarcasına inmek çok hoş tepe-lerden.

Bu kalabalık niye camiye doğru değil de aşağıya gidiyor. Bizim evin önünde ne yapıyor bunca kadın? Gökyüzüne bu kara bulutlar nereden geldi? Bu havada yağmur mu yağar? Bu insanlar niye bana tuhaf tuhaf bakıyor? Sadece bir şaka yapacaktım. Vazgeçtim.

İçeriden gelen bu ses; bu ses nedir? Annem niye bağırıyor?

Ahmet Amca’nın eli omzumda;

“-Oğlum metin ol ! Baban hakkın rahmetine kavuştu.”

Ali Dayı;

“-Unutma artık onların sana ihtiyacı var!”

Ne olmuştu? Öyle yaşlı gözlerle bakmayın bana. Babam değildir giden. Onca işkenceden, dayaktan kurtulan adam. Hepiniz yalan söylüyorsunuz. Ölüm bu kadar yakın değildi bize. Hem ben daha büyümedim ki.

Dağlar mı yıkılıyor, gök yere mi iniyor? İnsanlar toprağa mı karışıyor? Ne oluyor söyleyin bana? Ne oluyor bu denize, bu fırtına nereden çıktı? O, yılların kaptanı nasıl batırdı gemiyi? Su alıyoruz yavaş yavaş, boğuluyorum. Tufan ne zaman diner, gemi ne zaman oturur dağa? Sırılsıklam acıyım ben. Beni avutacak bir esinti, bir kuş sesi yok mu?

Ben bir haylaz oğlanım. Bu ışıksız odada ne işim var? Onlara bir şey yapmayın, ben suçluyum. Alın götürün beni annemin, babamın, kardeşlerimin yerine. Ben tüm cezaları çekebilirim. Onları bırakın yeter ki. Beni yakın tümünün yerine, dağlayın gözlerimi. Bir dağa bırakın leşimi. Yanan kalbimi atın uçurumdan; yeter ki bana geri verin sevdiklerimi!

Bedriye ağabeyi ile birlikte kendilerine gelen paketi almak üzere evden ayrıldılar. Şehir oto garında Ankara’dan Ağrı’ya gelen otobüsü beklemeye koyuldular. Bedriye çok heyecanlıydı. Yeni kitaplar, yeni elbiseler gelecekti. Tek dileği okumaktı. Bazen umutsuzluğa kapılmıyor değildi. Buradan bir gün gelip  koparabilirlerdi. Yine de uzak diyardaki dostlardan hediyeler almak onu mutlu ediyordu. Onların bir yerlerde var olduğunu bilmek ferahlatıyordu.

Otobüs yaklaştı. Paketler alındı. Ağabeyi Karzan ile birlikte güç bela taşıdılar. Eve vardıklarında anneleri de onları bekliyordu. Bir umutla açtılar paketleri. Kitaplar, defterler, kalemler ve sonra iki yeni kazak, bir pantolon ve bir etek. Ve Bedriye’nin adına yazılmış bir zarf. Kızcağız titreyen elleriyle açtı zarfı. Bir kuş gelip kondu omzuna. Sevgi dilekleri, dua ve bir miktar da para. Bedriye ışıl ışıl gözlerle uzattı annesine parayı. Mektubu bağrına bastı.

Binbir sevinç içinde iken onlar, kapının zili çaldı. Bedriye paketleri toparladı. İçeri taşıdı. Gelen bir polis memuruydu. Karzan babası adına uzatılan kağıdı aldı. Bir ateş topuydu elinde tuttuğu, bilemedi. Polis gidince ateş elden ele dolaştı. Akıllarda “15 gün içinde sınırdışı …..” sözleri kaldı sadece. Bedriye iki mektubu kıyasladı aklında. Birinde beyaz güvercin, diğerinde bir uğursuz baykuş. Biri kara, biri ak. Dilsiz kesildiler bir süre. Yangın sardı sanki yeryüzünü. Kitaplar, elbiseler kül oldular bu haberin ateşiyle.

Neden sonra Karzan annesi adına boşanma davası açmak için gittikleri avukatı hatırladı; Bedriye de Ankara’daki dostlarını. İki çığlık yankılandı telefon tellerinde. Mektuplar yazıldı valiliğe, bakanlığa. Bir seferberlik başladı umut adına.

Geceleri geriye doğru sayarken, dua etti Bedriye. Dönmek, açmadan solmak demekti. Küsmek demekti bahara. Onca yol almışken, bir yardan yuvarlanmak demekti. Kanat takıp uçmayı diledi. En çok da annesine dua etti. Baba çoktandır yokluk demekti. Bir üçüncü kişiydi.

Günler geçerken telaşla haberler geldi gitti. Yazan eller yorulmadı, tekrar denedi. Bedriye gencecik yüreğini koydu ortaya. Gitti gitti geri geldi. Binaları, taşları aşındırdı. Hedefine ulaştı nihayet. Bir yazı, yine sarı bir zarf içinde;

“-Öğretim yılı bitene dek kalmalarına izin…” Gül oldu zarf. Muştuların en güzeliydi. O an bildiler bahar geldi. Daha bir çalıştı Bedriye. Utandırmadı kendine güvenenleri.

Posta kuşunun onlarla bitmeyen bir hesabı vardı. Bir hafta geçmeden bir sarı zarf daha. Bu kez Karzan Bedriye’ye uzattı. Yorgundu delikanlı kara haber vermekten. Sanıyordu ki başkası açarsa zarfı, haber de başka olurdu. Bu kez yanılmadı. Bedriye kağıttan gözlerini kaldırdı. Heyecanla bağırdı:

“-Kabul etmişler! Vatandaşlık başvurusunu kabul etmişler!” Üç zarf, üç sınav. Bedriye annesinin ellerini tuttu. Sıcaklığını aradı gözlerinin. Kurtuluşun adı olmuştu şimdi mektup. Yalnız Padişah kızını istiyorlardı sanki fermanın sonunda, bir şart.  Bu ülke sizin, lakin bin lira lazım.

Bu kez daha yalnızdılar. Güçler kesintiye uğruyordu. “Olsa tamam ama, yok!”, “Ne işleri var burada? Gitsinler geri!” ya da “Bunların dini ne?” soruları, kanun kadar dikliyordu karşılarına. Kimse sormadan, nasıl olur bunca çelişki diye geri çeviriyorlardı uzanan elleri. Bedriye yine dua ediyordu geceleri. Lakin bu kez tersine döndü her şey. Gelen para yetmedi. Zaman doldu dedi bir ses gizliden. Elleri yana düştü. Boyunları bükük. Bedriye kitaplarını paketledi. Elbiselerini sonra. Bir veda mektubu bıraktı geride. İçinde bir kuru gül yaprağı.

Buğulu gözlerle bakıyordu Ahmet.  Gözü sokakta bisiklete binen çocuklardaydı. Ev sahibinin oğlu Mert bisikleti ile hızla geçti yanından. Bir iki tur attıktan sonra yanına geldi. Bisiklete yaslanarak konuşmaya başladı;

“-Senin hiç bisikletin oldu mu?”

Ahmet gözleri yerde cevap verdi:

“-Hayır!”

Sonra babasını hatırladı. Ona söz vermişti, bisiklet alacaktı. Bir sabah babasını almak için Saddam’ın askerleri eve geldiğinde babası gözlerinin içine bakıp;

“-Merak etme yakında geleceğim; hem de yanımda sana kırmızı bir bisiklet getireceğim” demişti.

Dönmedi babası. Annesi daha fazla beklemedi, alıp getirdi onları buraya. Ne kadar çok ağlamıştı gelmemek için. Annesine yalvarıyordu;

“-Babam gelecek, bana söz verdi. Bana bisiklet getirecek.”

Annesi ise;

“-Baban dönmeyecek, onu çoktan asmışlardır” diyordu. Ahmet inanmıyordu. Belki de babası gelmişti. Onları bulamayınca ne kadar üzülmüştür, kim bilir? Biraz büyüsün dönecekti ülkesine. O zaman bulacaktı babasını.

Ahmet düşüncelerinden Mert’in sesi ile sıyrıldı.

“-Bak Ahmet, istersen bisikletime bir kere binebilirsin ama önce lastiklerini şişirtip bir de temizlemelisin.”

Ahmet  Mert’in buyruklarına alışmıştı. O ne dese yapıyordu. Yine;

“-Tamam” dedi itaatkar bir sesle.

Hayır demek aklına bile gelmedi. Mert’in eski kazakları, ayakkabıları ile dolaşmaktan rahatsız olsa da bunu belli etmiyordu. Onun emirlerine itiraz ederse bütün mahallede, okulda kendi yoksulluklarını herkese duyuracağından korkuyor-du.

Sessizce ayağa kalktı. Bisikleti önce pompacıya götürdü. Ardından temizledi. Mert sokakta diğer çocuklarla misket oynuyordu. Ahmet’in geldiğini görünce koşarak yanına geldi.

“-Nerede kaldın oğlum? Annem beni çağırıyor, bisikleti alıp eve gitmem lazım. Sen benim yerime misket oyna.” Ahmet “bisiklet turu” diyemeden Mert bisikleti alıp eve doğru yöneldi. İçinde biriken öfkeyi bastırdı Ahmet. Misket oyununa onu dahil ettiği için Mert’e kızamadı. Yere çömelmiş gürültü içinde oynayan çocuklara yöneldi.

Ahmet, akşam ne ablası ile ne de annesi ile konuştu. Annesinin eşyalar içine sakladığı eski fotoğraflara baktı bir süre. Sonra babasının resmine sarılarak uyuyakaldı.

Ertesi gün okulda da sessizliğini korudu. Okul çıkışı yanına gelen Mert, çantasını taşırsa onu futbol maçında kaleci yapacaklarını söyledi. Ahmet omuz silkti. Yürümeye devam etti. Mert arka-sından bağırdı;

“-Sana kaleci ol diyende kabahat. Nankör, ne olacak!”

Ahmet onu duymamak için adımlarını hızlandırdı. Biran önce eve gitmek istiyordu. Mert’in kendisi ile neden uğraştığını anlamaya çalışıyordu. Yabancı olmaktan başka bir suç bulamadı kendinde. Dalgın dalgın eve girdi. Annesinin sözlerini umursamadı. Ablasının buyruklarını da.  Gece yarısına kadar divanda gözleri açık bir şekilde uzandı.

Herkes uyuduğunda sessizce yataktan kalktı. Sokak kapısını açtı. Oturdukları ev bahçeye açılıyordu. Evin ön cephesindeki sokak lambasının ışığı vuruyordu bahçedeki ağaçlara.  Gürültü etmemeye çalışarak evin ön tarafına dolaştı. Sokak kapısı açıktı. Pencerede ışık vardı. Bir an geri dönmek istedi. Sonra vazgeçti. Kapıdan içeri girdi. İşte orada duruyordu. Kapının arkasında. Ahmet bisikleti sessizce olduğu yerden aldı. Gürültü etmeden dışarı çıkardı. Sokağa kadar omzunda taşıdı. Sonra üzerine oturdu. Ne Mert’in, ne de annesinin sesi vardı sokakta. Hayatında ilk kez kendisini bu denli özgür hissediyordu. Sokak lambalarının aydınlığında hızla sürmeye başladı bisikleti. Kendisini evinde varsaydı. Babasının ona “aferin oğlum” dediğini duyar gibi oldu. Gecenin içinde doyasıya çevirdi pedalları.

Elinde kurşun kalem, resim çiziyor. Annesi kızıyor başka bir şey yapmıyor diye. Canan ise, umursamıyor, devam ediyor. Hayaller kuruyor renk renk kalemler üzerine; sarı, kırmızı, mavi, yeşil, illaki turuncu. Sonra hayıflanıyor. “Keşke” diyor “keşke kaçarken boya çantamı da alsaydım. O zaman yaptığım resimler daha canlı olurdu.”

Canan çizdiği resme uzaktan şöyle bir bakıyor. Kendi kendisine gülümsüyor. O sırada zil çalıyor; gelen, komşularının kızı. O da olmasa dört duvar arasında kalacak. Fatma, resme bakıyor;

“-Çok güzel” diyor. Sonra arkasında sakladığı paketi ona uzatıyor. Canan titrek ellerle paketi açıyor; kuru boya. Gözleri doluyor Canan’ın, teşekkür ediyor. Fatma karşılık veriyor. Fatma Arapça konuşmaya çalışıyor, Canan Türkçe. Biri Türkçesini, diğeri Arapçayı  ilerletmeye çalışıyor.  Fatma, Canan’ın annesinden izin alıyor dışarı çıkmak için.

Az sonra iki kız sokakta yürüyorlar. Dar sokağın iki yanındaki penye dikiş atölyelerinin gürültüsü arasında ilerliyorlar. Arada bir durup kapı önlerine dizilen tişörtlere bakıyorlar. Canan, uzun zaman-dan beri ilk kez mutlu. Acılarını gömmeye çalışıyor ve özlemlerini. Bir daha okula gidemeyeceğini biliyor. Yine de umudunu yitirmek istemiyor.

Sahil kenarına kadar yürüyorlar. Yürümeyi seviyor Canan. Yürüdükçe hafifliyor. Bir kuş gibi uçası geliyor. Deniz sakin, uzaklardan tekneler, vapurlar geçiyor. Canan merak ediyor, insanlar nereye gidiyor vapurlarla? Nereye yetişmek ister bunca insan? Ülkesinde bunca telaş yoktu. Her şey düzen içindeydi. Yine de bırakmak gerekmişti. Yine de bir kargaşaya atılmak gerekmişti. Anlamıyordu olup bitenleri.

Bir simitçi görüyorlar. Fatma bir simit alıyor, ikiye bölüp yiyorlar… Saatlerce denize bakıyorlar. Her biri kendi dilinde bir şarkı tutturuyor.

Bir iki saat sonra dönüyorlar geri. Canan eve girdiğinde şaşırıyor. Annesi ağlamış belli ki. Babası köşede oturuyor, kardeşi diğer odada. Canan sessizce annesine soruyor:

“-Ne oldu anne?” Kadının bakışlarında öfke ve kırgınlık. Hızla odadan çıkıyor.

Canan peşinden koşacakken babası sesleniyor:

“-Nereden geliyorsun?”

Şaşırıyor Canan. Alışkın değil böyle sorulara. Hesap vermeye. Tedirgin cevap veriyor:

“-Şey; Fatma ile biraz dolaştık” diyor.

Adam öfkeyle  bağırıyor:

“-Ne dolaşması bu? Burada ne durumda olduğu-muzu bilmiyor musun?”

Canan suskun.. Ne demeli babasına. Odaya şöyle bir göz atıyor. Odadan çıkıyor. Annesini mutfakta buluyor.

Üzgün soruyor.

“-Anne ne oldu? Babam neden sinirli?”

Kadın;

“-İş bulamamış. Seni de evde göremeyince.”

Canan neşesini yitiriyor. Parasız kalınca terör estiriyor babası. Oysa kimse ondan bir şey istemiyor. Eski mutlu günleri özlüyorlar. Canan yalnızca okula gitmek ve resim yapmak istiyor.

Ertesi gün babası eve gelmiyor. Canan annesini teselliye çalışıyor. Babası gelmiyor.

Canan bir resme başlıyor; güven üzerine. Bir kuş konduruyor kağıda. Bir el uzanıyor yerden. Bir dalı tutarken gagasıyla, bir silah hedef alıyor. Yıkılıyor güven. Yalnızlık başlıyor sonra. Ağlamalar, çaresiz-likler. Annesi bekliyor pencere önünde günlerdir.

Canan bir daha çıkmıyor sokağa, inmiyor sahile. Bir Fatma, bir de erzak getirenler geliyor. Paketleri açmıyor annesi. Canan çıkartıp yerleştiriyor; makarna, çay, şeker.

İki hafta sonra bir sabah, kapı vuruluyor. Gelen babası. Sakalı uzamış. Çökmüş. Sessiz. Neden sonra konuşuyor. Af diliyor. Çalıştım diyor. Cebinden para çıkarıp uzatıyor. Annesi cevapsız. Konuşmuyor.

Canan oturduğu yerden babasının resmini çiziyor. Esmer adam. Yorgun, öksürüyor ara sıra. Yine gidecekmiş gibi duruyor. Gülmüyor yüzü. Günlerce konuşmuyor. Canan çizdiği kederi görüyor kağıt üzerinde. Simsiyah bir duman kaplamış göğü. Bir yerlerden ışık umuyor babası. Çaresizlik ellerinde.

Sonra yine kayıp babası. Ses yok yeniden. Bu kez uzun sürüyor ayrılık. Annesi perişan. Canan düşünüyor. Kırmalı bu çemberi. Fatma ile bir atölyeye gidiyor. Sabah yedi buçukta başlıyor işe, akşam yediye kadar. Parmaklarına batıyor iğneler. Gürültü kulak tırmalıyor. Yine de çalışıyor Canan. Artık beklemiyor babasının dönmesini. Annesi de konuşmuyor gelecek üzerine. Arada bir resim çiziyor. Kendisini bir resmin içinde buluyor. Kalabalık bir şehirde, rüzgara karşı kürek çekiyor. Deniz dalgalı, bazen sakin. Balıkçılar gibi direniyor dalgalara. Var gücüyle asılıyor ağlara. Bir gün koca bir tuval alıp boyayacak bir baştan bir başa. O kırtasiyede gördüğü yağlı boyayı alacak. Renk renk çiçekler çizecek. Baharı sonsuz kılacak.

Terörist
Geceleyin yıldızları izliyordu çocuk. Yıldızların ötesinden bir şeyler bekliyordu. Yine olan olmuştu bugün. Yine eve yüzü gözü kan içinde gelmişti. Annesinin şaşkın bakışları arasında banyoya koşmuştu.

Kadıncağız kapının önünde saatlerce dil döktüyse de kapıyı açtırmayı başaramamıştı. Niye kendisini yalnız bırakmıyordu sanki? Niye diğer çocuklarıyla ilgilenmiyordu?

Dışarı çıktığında annesi kardeşleriyle birlikte yer sofrasına oturmuş onlara yemek yedirmeye çalışıyordu. Bir ara göz göze geldiler. Annesinin derin gözlerinde hüznü ve endişeyi birlikte okudu. Annesi ismini fısıldadı; “İbrahim, gel yemek ye!” O ise, sofraya şöyle bir bakıp hışımla evden çıktı. Sofrada ne vardı ki, domates, salatalık ve biraz peynir.

İbrahim bir ara gökyüzünden bir yıldızın ona doğru geldiğini sandı. Sonra bunun bir yanılsama olduğunu fark etti. Küçükken annesinin “baban ölmedi, o yıldızlardan birinde olabilir, hem biliyorsun şehitler ölmez” sözlerini anımsadı. Düşünceleri yine babasına yöneldi. Neden onları bırakıp gitmişti, neden annesine bu eziyeti yapmıştı. Anlamıyordu, savaştan kaçan biri neden tekrar savaşa giderdi? Ve neden onları yabancısı oldukları bu topraklarda bırakırdı?

İbrahim tüm öfkesini yüklediği yumruğunu hışımla duvara vurdu. Elinin üzerinden sızan kan onda en ufak bir korku veya acıma hissi uyandırmadı. Evdeki herkesin derin uykuda olduğu şu anda, bir hesaplaşmayı yaşıyordu. Dağlarda yalnız kalmayı diliyordu. O zaman ne yoksullukla, ne de kendisiyle dalga geçen arkadaşlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaktı.

Öte yandan annesi ve kardeşleri aklından bir türlü çıkmıyordu. Onları böylesine çaresiz bırakamazdı. Gidecekse de onlara yiyecek ve para bulduktan sonra gitmeliydi.

İbrahim, bir karar arifesindeydi.

Okul önündeki grubun teklifi aklından çıkmıyordu. Ona bir sürü şey vaat etmişlerdi. Onun yabancı olmasının kendileri için daha iyi olacağını bile söylüyorlardı. Kendisinden tam olarak istenileni anlamamıştı ama bağlardaki villalardan birinden bahsediyorlardı. Ve ona “bu gece kararını ver” demişlerdi. Para, yiyecek, ev. İsterse onu Avrupa’ya kaçıracak birileriyle temas ve pasaport.

İbrahim kafasını ellerinin arasına alıp düşündü, Avrupa’da işçi olarak çalışabilirdi. Sonra annesi ve kardeşlerini de aldırabilirdi. Onlar için böylesi daha iyi olurdu. Orada herkes dilediğini yapıyor-muş; hem de ne babasını, ne annesini ne de kendisini yargılayanlarla kavga etmek zorunda kalırdı. Yapması gereken tek şey, sabah dörtte villanın önünde onlarla buluşmaktı.

İbrahim saate baktı henüz gece yarısını geçmemişti. Biraz uyumak için gözlerini yumdu ama bir türlü uyku tutmadı. Kalkıp odadan çıktı. Valizlerinin olduğu odaya girip yerdeki koca valizi açtı, içinde eski bir albüm duruyordu. Annesinin gençlik resmine baktı, sonra babasına. Kara gözlerinden süzülen yaşlar, resimlerin üzerine düşüyordu. İbrahim seneler sonra ilk kez açtığı valizden babasına ait olan çakmağı aldı, annesinin yattığı yere gitti. Başında ak bir yemeni ile uyuyan annesinin yüzündeki hatlar gergindi. İbrahim bir süre onu izledikten sonra yavaşça başucundan ayrılarak kardeşlerinin yanına gidip onların üzerini örttü. Bir vedalaşma mıydı yaşadığı, farkına varmadı. Saat sabahın üçü olduğunda İbrahim üzerini değiştirmiş, eski montunu sırtına geçirmiş, hazır halde bekliyordu. Son olarak yatağını düzeltti ve spor ayakkabılarını eline alarak yavaşça kapıdan dışarı doğru süzüldü.

Sokakta çıt çıkmıyordu. Evlerin ışıkları sönmüştü. Ara sıra bir kedi sesi ya da bir köpek havlaması duyuluyordu. Montunun yakasını kaldıran İbrahim, geçtiği sokaklara, evlere, okuluna son kez bakıyordu. Kırk dakikalık uzun bir yürüyüşten sonra tarif edilen villaya ulaştı. Bir karartının kendisine doğru yöneldiğini gördü. Neden sonra bunun gruptan birine ait olduğunu anlayarak rahatladı. Hep beraber kuytu bir yere gidip planlarını tekrar ettiler. En zor iş İbrahim’in idi. Diğerleri dışarıda beklerken onun içeri girmesi gerekiyordu. Alacağı şeyin yeri belliydi. Milyarlar değerindeki bu kutunun yerini iyice tarif ettiler kendisine. Korkuyor muydu İbrahim, neden üşüyor ve titriyordu? Neden cebindeki çakmak elini her değişinde yakıyordu. Tespih taneleri yerlere mi saçılmıştı? İbrahim’in alnında boncuk boncuk terler neden birikiyordu?

Bilmediği bir şeyler vardı, bir el onu tutuyor “gitme” diyordu sanki. O kutuda ne olabilirdi? Bu evde kim kalıyordu, hiçbir fikri yoktu. İbrahim aklındaki bu sorularla boğuşurken güvenlik kame-rasını fark etmedi ve de etrafındaki yeni karartıları. “Dur!” diye bağıran sesle irkildi yalnızca. “Dur yoksa ateş ederim!”

İbrahim donmuştu. Ne geri dönebiliyordu, ne de ileri gidebiliyordu. Gözünün önüne gelen annesiydi. Niye öyle kırgın bakıyordu? Ya babası? Neden, neden göremiyordu onu? Oysa bunu onlar için yapmıştı. Avrupa’ya gidip mutlu bir hayat sürecek-lerdi. Aklına cebindeki çakmak geldi. Son kez dokunmak, güç almak istedi. Lakin elini cebine soktuğu anda dünya karardı.

Sabah ezanı okunurken müezzinin sesine bir el silah sesi karıştı. Villanın ışıkları yandı bir bir. Köpek havlamaları ve karartıların koşuşmaları. Siren sesleri. Yerde yatan delikanlının cebinden bir çakmak ve bir tespih çıktı. Kimlik yoktu üzerinde, ya da kim olduğunu anlatacak bir belge. Polis şefi İbrahim’in kara saçlarına ve esmer yüzüne bakıp;

“-Yabancı uyruklu bir terörist, güvenliğe silah çektiği sırada vuruldu diye zapta geçin” dedi.

Buz gibi gece. Karanlık tüm gücüyle inmekte yere. Anne şimdi ben yalnızım. Şimdi kanadı kırık bir kuşum. Gündüzler korku, geceler korku. Umudum tükendi. Bu odadan çıkmak ne kadar da zor. Ayaklarım beni taşımıyor. Mide bulantılarım gün geçtikçe artıyor.

Anne, ne acı seni kaybetmek bir yaban elde. Hasret kalmışken toprağına. Ellerim ellerini arıyor hep. Üç gün oldu seni toprağa teslim edeli. Polisler geldi sabahtan. Babam bitkin cevapladı sorularını. Anne, babamı hiç böyle görmedim ben. Ne kaçarken İran’dan, ne de kağıt toplarken sokak-tan. Babam bir dağdı, yıkıldı.

İlaçlarım bitti. Kim bilir belki yakında ben de yanına gelirim. Avukat, “merak etmeyin” diyor “her şeyi halledeceğiz. Seni Avrupa’ya göndere-ceğiz” diyor. Artık ben Avrupa’ya gitmek istemiyorum anne. O zaman sen burada ne yaparsın? Ben orada sensiz ne yaparım?

Anne öldü mü, nereye kaçar çocuk? Ya çocuk öldü mü, ne yapar anne? Et ve tırnak ayrıldı.

Yorgunum anne, kaçışlardan, varışlardan, bekle-yişten sonra. Artık neye yarar bana verecekleri kağıt?  Neye yarar ilaçları ? Ben yaralıyım anne. Yaralı ceylanlar ne yapar? Sızımı ne dindirir?

Aynaları kaldırdım. Saçlarım dökülüyor gün be gün. Ellerim bacaklarım yara içinde. İlaçlar kesmiyor acımı. Uyumayı özledim anne, dizlerinde. Dalga dalga yayılsaydı saçlarım dizlerine. Sen bir şeyler anlatsaydın masal tadında. Ve ben koklasaydım doyasıya.

Çocukluğum uzaklarda şimdi. Eski bir ülkede eskidi oyunlarım. Bir çöl filmi hatırladığım. Çocuk gülüş-leri niye uğramıyor buraya? Gece gözlerine doyasıya baksaydım. Üşüyorum anne. Bu bozkırda, bu kentte geceler daha bir soğuk. Bahar nerede anne?

Kum’un, Tahran’ın üstüne gül koklanmıyor anne. Vatan nerede başlıyor, nerede bitiyor? Arz geniş değil mi? Öyleyse nedir bu kalbimi acıtan? Nedir bu yüzler, rüyamdaki ülkeme dair? Babam konuş-muyor, anlatmıyor öyküsünü… Öyküler tek başına mı taşınır anne?

Gece  bitmiyor anne. Sokakta köpek havlaması, bir şişe fırlatıldı duvara. Bir nara, bir kaba kahkaha. Korkuyorum anne. Bir gece gelip götürmelerinden babamı. Yapayalnız kalmaktan bu dünyada.

Derdin ki anne, “bir çocuğa en çok yakışan ‘anne’ kelimesi.” Dilim durmadan haykırmak istiyor seni. Hasret kan olup akıyor damarımda. Sana sarılamasam da seni anlatıp seni konuşmak istiyorum. Anne, seni çok özlüyorum!

Yalınayak koşuyordu Ahmet Can. Üzerinde   emaneten giydiği bir kazak, saçları karışık. Gözlerinde bir arayış. Ahmet Can annesini arıyordu. Tüm kapıları yumruklamak, haykırmak istiyordu. Uzaklardan gelen sesler onu daha da ürkütüyordu. Bir ara durup etrafına bakındı. Ne kadar da çok insan vardı? Her biri bir yana koşan binlerce insan. Ebelemece oynuyor olmalıydılar ya da saklambaç. Ahmet Can kendini oyunun dışında kalmış hissediyordu. Mahallede onu oyuna almayan büyük çocuklara inat, eline aldığı şekeri ballandıra ballandıra yalardı. Şimdi çaresizdi. İnsanlar çılgınca oraya buraya koşuyorlardı. Bir kuytu köşe bulan, kafasını ellerinin arasına alarak yere çöküyordu. Kulakları sağır eden bir uğultu vardı. Ahmet Can koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Son bir gayretle ileri atıldı. Ayağında bir acı hissetti. Olduğu yere yüzüstü düştü…

Ahmet Can karşısında oturup birtakım resimler gösteren ve ona sorular soran kadına boş gözlerler baktı. Ne zamandan beri burada olduğunu bilmiyordu. Küçük siyah gözlerindeki endişe, bulunduğu odanın duvarlarına yansıdı. Her taraf  karardı. Elleri yumruk oldu. Dişleri kenet-lendi. Kafesteki bir kuş gibi çırpınmaya başladı. Kadın birilerine seslenirken, bir yandan da onu omuzlarından tutmaya çalışıyordu.

“-Sakin ol, her şey geçti. Sakin ol” diyordu.

Ahmet Can derisine bir şey batırdıklarını fark etti. Sesler uzaklaşmaya başladı, bir uğultu doldurdu tüm seslerin yerini. Tatlı bir ağırlık çöktü. Uyandığında yanı başında yine aynı kadını gördü. Saçlarını arkadan bağlamıştı. Üzerinde siyah bir kazak vardı. Uyandığını görünce ona seslendi:

“-Nasılsın bakalım?”

Ahmet Can gözlerini kaçırdı. “Tıp” oynamaya karar verdi. Konuşmak yasaktı. Kadın ise inatla konuşmak istiyordu.

“-Bak canım, üç gündür bu hastanedesin. Ailene ulaşmaya çalışıyoruz. Biraz daha bizimle kalman gerekiyor.”

Ahmet Can oyunu kaybetmek istemiyordu. Gözlerini yeniden kapattı. Şimdi sadece sesleri dinliyordu. Bir ayak sesi duydu. Ardından orta yaşlı bir kadının konuşmalarını.

“-Nasıl, kendine gelebildi mi? Pek çok çocuk aynı durumda. Bombaların tesirinden kurtulmaları kolay olmuyor.”

Diğeri cevap verdi:

“-Biraz önce uyandı ama tekrar uyudu.”

Ahmet Can annesini düşündü. En son kardeşini aramak için yanından ayrılmıştı. Ve ona:

“-Sakın buradan çıkma!” demişti. Saklandığı yer bir merdiven altıydı. Ahmet Can beklemişti. Saklambaç oyununda ebe olduğunda saydığı kadar uzun saymıştı. Annesi gelmemişti. Birinci gürül-tüde elleriyle kulaklarını tıkamıştı. İkincisinde korkusu daha da artmıştı. Evin başına yıkılacağını sanmıştı.

“-Önüm arkam sağım solum ebe, saklanmayan sobe”. Ahmet Can dışarı fırlamıştı. Her yer dumandı. Koşmaya başladığında yerde yatan insanlara çarpmıştı. Ayağına sıcak bir şeyin bulaştığını hissetmişti. Yere baktığında ayaklarının kıpkırmızı olduğunu görmüş daha da hızlı koşmaya başlamıştı.

Ahmet Can dişlerini sıktı.

“-Kabus görüyor olmalı” dedi yanında oturan kadın.

“-Bir an önce tedaviye başlamalı yoksa durumu daha da kötüleşecek” dedi diğeri.

Ahmet Can bağırmak istiyordu. Küçük bedeni çok ağırlaştı. Gözlerini araladığında kadınların odadan çıkmakta olduğunu gördü. Onlar gidince yavaşça yatağında doğruldu. Beyaz duvarlara baktı. Çıplak betona ve pencereye. Yataktan kalkıp pencereye doğru yöneldi. Dışarı bakınca korkuyla geri çekildi. Çok yüksekteydi. Karşılara baktığında bilmediği, tanımadığı bir şehir, bir canavar gibi karşısında dikiliverdi. Gökyüzü griydi. Uzaktaki binalar hayaletler gibiydi. Ahmet Can geri geri gitti. Neden sonra karşı tepedeki kaleden buraya daha önce babası ile birlikte geldiğini hatırladı.

Babası, “Bir gün buraya gelip okuyacaksın” diyordu.

“-Baba neredesin?” Sonra babasının kısa süre önce öldüğünü hatırladı. Omuzları iki yana düştü. Yatağın kenarına oturdu.

Yerdeki fayansları incelemeye başladı. Kare şeklinde ve beyazdı. Ahmet Can öğretmenini hatırladı. Okumayı yazmayı öğrenince kendisine kurdele takmıştı. Ne kadar özlemişti onu.

Küçük çocuk gözleri dolu dolu yatağına uzandı. Ve derin bir uykuya daldı. Gece yarısı sıkıntı içinde uyandı. Çamaşırlarının ıslanmış olduğunu fark etti. Ne yapacağını bilemeden yataktan çıktı. Etrafına bakındı. Köşede duran dolabın içinde kendisine ait pantolonu ve kazağı buldu. Çabucak üzerini değiştirdi. Üzerindeki pijamayı dolaba bıraktı. Sonra yatağın ayakucuna kıvrılarak yattı.

Sabah olduğunda odaya giren o kadının sesiyle uyandı. Onu almaya gelmişti. Durmadan bir şeyler anlatıyordu. Üzerindekileri görünce konuşmasını yarıda kesti. Sonra yatağa baktı. Ardından Ahmet Can’ın başını okşadı. Çocuk kendisine kızmamasına bir anlam veremedi. Altını ıslatmıştı ve kadın onun başını okşuyordu.

Kadın onu odada yalnız bırakıp çıktı. Beş dakika sonra elinde temiz çamaşırlarla geri döndü. Çamaşırları Ahmet Can’a uzattı. Yeniden odadan çıktı. Çocuk getirilenleri giydi.

Bir süre sonra birlikte merdivenlerden inmeye başladılar. Burası ne kadar da kalabalıktı. Onu nereye götürüyordu sormadı. Bir kapının önüne gelince durdular. İçeri girmeden önce kadın Ahmet Can’ın üzerine çeki düzen verdi.

İçerisi ne kadar güzeldi. Ahmet Can duvarlardaki çizgi film karakterlerini görünce çok şaşırdı. Casper, Buggs Bunny sonra Şirinler. Yerlerde rengârenk minderler vardı. Küçük sandalyeler ve koltuklar… İçeride başka çocuklar da vardı. Ahmet Can’ın içeri girdiğini görünce onun yanına geldiler. Ahmet Can bir iki adım geri attı. Sonra yere bakmaya başladı. Çocuklardan biri “Bizimle oynar mısın?” diye sordu. Ahmet Can, kendisine yapılan bu davete ilgisiz kalamadı. Onlarla birlikte oyun alanına doğru yöneldi. Bir süre sonra köşedeki balonlardan biri patladı. Ahmet Can korku içinde koşmaya başladı. Salondan çıkamadan ortada koşup duruyordu. Bir ara duvarın dibine çöküp ellerini kulaklarına kapadı, ağlayarak “Anne!” diye bağırmaya başladı. Doktor hanım Ahmet’i kendisine doğru çekti. Ahmet doktorun omuzla-rında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

“-Post travmatik stres bozukluğu yaşıyor. Ani gürültü, kırmızı renk veya kan görme, yanık kokusu, onu geçmişe geri götürüyor. Yüksek sesle konuşulmasından rahatsızlık duyuyor. Ve geceleri bazen ağlayarak uyanıyor. Uykusunda annesini sayıklıyor.”

Psikolog, durumu böylece özetledi. Ahmet Can konuşulanları duymayacak kadar uzakta, yerde duran bir oyuncak ayı ile oynuyordu. Bir süre sonra oyuncak ayı ile konuşmaya başladı:

“-Neden dışarı çıktın? Bombaları duymuyor musun? Annen gelince seni nasıl bulacak?”

Sonra cevabı almak için eğiliyor başını sallıyordu.

“-Anneni merak ettin öyle mi? Üzülme ben sana bakarım.”

Oyuncak ayıyı kucağına aldı ve ona sıkı sıkı sarıldı Ahmet Can. Kendisine seslenildiğinde, ayıya şarkı mırıldanıyordu.

Doktorun masasına doğru yürüdü. Onlara ayıyı gösterdi. Psikolog:

“-Onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Senin gibi bir arkadaşı olduğu için mutlu” dedi. Ahmet Can da gülümsedi. Artık yalnız değildi.

“-Adını afacan koydum. Bana söz verdi bundan sonra yaramazlık yapmayacak.”

Sonra ona gösterilen resimleri cevaplamaya başladı. Ardından diğer çocukların bulunduğu oyun salonuna gitmek üzere ayağa kalktı. Kapının önünde durdu ve doktora;

“-Artık geceleri ağlamayacağım sana söz veriyo-rum. Hem altımı da ıslatmayacağım. Ayıcık beni uyandıracak” dedi ve odadan çıktı.


 

Bent Deresi’nde evler birbirinin üstünde. Tepeler üzerinde kurulu rengarenk gecekondular. İçle-rinde barındırdıkları insanlar, evlerin tersine birbirinden ve hayattan uzak. Başkentin yaramaz çocuğu, üvey evladı acılarla baş başa. Umurunda da değil ne olup bittiği Çankaya’da, Ayrancı’da.  Evler kadar insanlar da çeşit çeşit. Türk, Kürt, Azeri, İranlı.

Semtin kaderine düşenlerden biriydi Kemal. Akşam esir alırken kenti, o nefes nefese yürüyordu. Elleri cebindeydi. Bir ara durup etrafına bakındı. Uzaklardan görünen caminin ışık-larına karşı, kirli pazarlıklar, küfürler, sataşmalar. Her akşam aynı manzaralar karşılardı onu. Kemal on beş yaşının deli çağına rağmen yaşından beklenmeyen bir olgunlukla görmezden gelirdi etrafını.

Saat epey ilerlemişti. Orada oyalanmadan geçip gitmesi gerektiğini düşünerek yoluna devam etmek istedi. Karanlık bir sahneden fırlarcasına önüne iki adam düştü. Birbirine yumruklar atarken küfreden adamların yanından bir iki adım geri çekildi. Sonra tehlikeye karşı koşarak ayrıldı.

Tepeye tırmanırken uzaklardan gelen seslere aldırış etmedi. Derme çatma basamakları tırmanmaya başladı. Evlerin bacalarından çıkan duman genzini yaktı. Eliyle ağzını kapattı. Taş merdivenlerden çıkıp sola saptı. Bahçe denemeyecek kadar küçük bir avluya geldi. Evde loş bir ışık vardı. Kemal yavaşça kapıyı vurdu. Kırk yaşlarında esmer zayıf bir kadın kapıyı açtı. Benzi soluktu. Sağlıksız görünümüne karşın sevecen bir ses tonuyla karşıladı onu. Nora oğluyla ülkesini terk ettikten sonra sağlığı gittikçe kötüleşmişti. Yine de dayanmaya çalışıyordu.

Ana oğul birlikte oturdukları odaya geçtiler. Yer minderleri ve bir kanepeden ibaret eşyanın bile daralttığı odada karşılıklı oturdular. Nora oğluna sorular sordu gününe dair. İstiyordu ki konuşsun. Konuştukça kendisini hayatın içinde hissediyordu. Kemal de biliyordu ki o anlattıkça annesi yaşıyordu. Çirkinlikleri değil ama güzellikleri anlattı ona. Nora masal dinleyen bir çocuk gibi dinledi onu. Sonra birlikte yemek yediler.

Gece yarısı Kemal annesinin öksürüğüne uyandı. Oda soğumuştu. Soba sönmeye yüz tutmuş, oda soğumuştu. Kemal yattığı yerden kalkıp annesinin başına geldi. Nora oğluna yatmasını söyledi. Lakin öksürük bir türlü geçmiyordu. Kemal’in getirdiği bir bardak su da fayda etmedi. Kadın uzun bir süre öksürdü. Kemal çaresizlik içinde odada geziniyordu. Ertesi gün annesini ofisin polikliniğine götürmeye karar verdi.

Sabah uyandığında annesinin kendinden önce kalkmış olduğunu gördü. Kadın ona yiyecek hazırlıyordu. Kemal ve annesi birlikte evden çıktılar. İki araba değiştirip ulaştılar doktora. Çocuk evin yükü omuzlarında dinledi doktoru.

“-Annen” diyordu “hasta, zatürre.”

Kemal can kulağıyla dinliyordu. “İlaç” dedi doktor, “bakım” dedi. “Yemek” sonra. “Temiz hava.”

Kemal annesini yormak istemiyordu. Onu bırakıp eve geri çıktı. Dolaştı ilaç için boş yere. Cebinden çıkan paranın beş katını istiyorlardı. Kemal çöktü bir duvar dibine. Düşünüyordu “şimdi şuradan bir ilaç çalsam ya da dilensem” diye. Para nasıl bulunurdu ki. Haftalığını vermemişlerdi. Başka nereden bulabilirdi?

O gün dolaştı genç adam. Bulaşık yıkadığı lokantada çalışanlardan istedi. “Yok” cevabına alıştı. Yardım kuruluşlarına gitti, “maalesef” kelimesini öğrendi. Koca başkenti yürümekten usandı.

Vakit akşam olurken yolunu tuttu evin. Kâğıt toplayan çocukları gördü. Toplasam dedi. Ne yapacağını şaşırdı. Kavganın, naraların arttığı bir andı. Yanında, etrafında insanlar birbirine bağırıyordu. Bir sarhoş ona şişesini uzatıyordu. Bir kadın gülümsüyordu. Kemal yanlarından geçti. Aklına annesi geldi. Bir köşeye gelince durdu. Yerde ayağına değen kırık bira şişesini aldı. Binanın karanlık duvarına sindi. Pusuda avını beklemeye başladı.

Gece yarısına kadar hareketsiz kaldı. İnsanlar yürüdü. Polis arabaları devriye gezdi. Görmedi hiç biri. Karanlığın sakladığı Kemal, on beş yaşını bıraktı. Yol kesen bir haydut oldu. İyi giyimli orta yaşlı bir adamı karanlığa çekti. Elindeki kırık şişeyi kafasına vurdu. Sonra cebindeki parayı aldı.

Ceketinin yakasını kaldırarak hızla uzaklaştı. Tepeyi tırmanırken hastalıklı evlerin dumanları yavaş yavaş sönüyordu. Kemal’in avuçları yanıyordu. Beyni uyuşmuştu. Eve vardığında ter içinde kalmıştı. Kapıyı açan olmadı. Kemal kapıyı iteklediğinde kapı kendiliğinden açıldı. Kemal annesini kanepede baygın buldu. Yanına diz çöktü. Nora gözlerini güçlükle açtı. Oğluna gülümsedi. Tekrar gözlerini kapadı. Kemal cebindeki parayı çıkarıp annesinin başucuna bıraktı.

Odanın içinde bir o yana bir bu yana koşup duruyordu. Annesi içeri her girişinde “kızım biraz sessiz ol, baban çalışıyor” diye kendisini uyarıyordu. Dilber ise, bir türlü anlamıyordu. Babalar çalışmak için işe gitmez miydi? İnsan evde nasıl çalışırdı ki?

Canı sıkılmış bir şekilde masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdu. Annesinin hazır-lamakta olduğu sofraya göz gezdirdi. İyice acıkmış olduğunu fark etti. Ablası gelmeden yemek yiyemeyeceğini biliyordu, çaresiz pence-reye doğru gitti. Pencereden dışarıyı gözlemeye koyuldu.

Apartmanın bahçesinde oynayan çocuklara baktı. Dört kız çocuğu ip atlıyordu. Kendisi de acaba ip atlayabilir miydi? ‘Tabii ki hayır’ diye düşündü. Şam’da olsalardı belki ama burada mümkün değil. Dilber’in gözleri birden uzaklara daldı. Anneannesi ve dedesi ile geçen yaz gittiği parkları hatırladı. Ona bir sürü oyuncak almışlardı. Dedesi dondurma yemesine de izin vermişti. Ve o hiç hasta olmamıştı.

Neden onu da getirdiler buraya. Anneannesi ile kalabilirdi. Annesi,

“-Güzel kızım o zaman biz ne yapardık?” derdi onların yanına gitmek istediğinde.

Bir gün Dilber;

“-Neden kendi memleketimize gidemiyoruz. Niçin dedemlerden ayrıldık?” soruları ardı ardına geliyordu. Nigar, kızının sorularını cevaplamakta bazen zorlanıyordu. O zaman kocası araya girip;

“-Kızım, şairler çok yer görmeli ki yeni şeyler yazabilsin.” derdi. Dilber’i ikna etmek yine de kolay olmazdı.

Nigar pencerenin önünde düşüncelere dalmış olan kızının yanına gitti. Saçlarını okşadı. Merhamet dolu bir sesle;

“-Bir gün dilediğin gibi oynayacaksın.”

Dilber annesinin gözlerine baktı;

“-O zaman sen de benimle oynar mısın?”

Nigar kızına sıkı sıkı sarıldı.

O gün yemekte herkes çok düşünceliydi. Ahmet ve Nigar Kanada’dan gelen haberi düşünüyordu. Bunu çocuklara nasıl söylemeleri gerektiğinde anlaşama-mışlardı. Kanada’da yeni bir hayat bekliyordu onları. Korkular, kaygılar uzaktı orada.

Ahmet ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra;

“-Çocuklar Kanada’nın yerini biliyor musunuz?” diye sordu. Deniz hemen atıldı:

“-Evet Amerika’da değil mi?”

Babası kızına gülümseyerek baktıktan sonra,

“-Kanada buraya oldukça uzak. Ormanları çok ve kar oraya daha fazla yağıyor.”

Bu kez Dilber söze karıştı;

“-Yani buradakinden de fazla öyle mi? O zaman orada her taraf kardan adamla doludur.” Neşe içinde elini çırptı.

Ahmet ve karısı kızlarına gülümserken, Ahmet yeniden söze başladı,

“-Evet sen de orada kardan adam yapmak istemez misin?”

Bu soru Dilber’in yüzünün asılmasına neden oldu. Ablası neden hiç sesini çıkarmıyordu. Dilber bu sorunun anlamını biliyordu, cevabı kesin bir “hayır” oldu.

“-Ben kardan adamı Şam’da yapmak istiyorum. Karı oraya götürelim ne olur?”

Nigar kızının ellerini kendi avuçları içine aldı ve gözlerinin içine baktı;

“-Bak bir tanem. Bazen insanlar istemedikleri halde uzaklara gitmek zorunda kalırlar. Uzaklarda bazen daha fazla mutlu olabilirler. Hem önemli olan hepimizin bir arada olması değil mi?”

Dilber’in küçük siyah gözleri doldu. “Anneannem ve dedem de gelecek mi?” diye sordu sesi titrerken. Cevap “Ne zaman isterlerse” idi. Yine de Dilber’in yüzü gülmedi.

*          *          *

Cumartesi günüydü. Sabahtan havaalanında olmaları gerekiyordu. Dilber kendisine seslenen annesine cevap vermedi. Yatağına oturmuş elinde tuttuğu bebeği ile konuşuyordu:

“-Biliyor musun biraz sonra uçağa bineceğiz. Orada sakın beni üzme. Sonra seni uçaktan atarlar.”

Annesi kapıya gelmiş onu izliyordu. Acele etmesini söyledikten sonra gitti. Dilber, odasına baktı son kez. Oyuncaklarıyla vedalaştı. Sonra bebeğine sarılarak odadan çıktı.

“-Ağlama, geri geleceğiz.” diyerek bebeğini teselli etmeye başladı.

O sabah dört hayat, bilmedikleri bir denize doğru akan ırmaklar gibiydi. Bunca acıyı unutup gitmek. Uçağa bindiklerinde Dilber oyuncak bebeğine sarılmıştı. Deniz elindeki kitaba. Anne gözleriyle çocuklarına. Ve Ahmet umutlarına. Uçak havalan-dığında Ahmet cebinden çıkardığı küçük not defterine;

Bir tarih düştü: Temmuz 2004

Ve bir mısra sonra, yaşananlara ve yaşanacaklara dair.

Birazdan gün ağaracak. Yaşlı bedeni sızılar içinde. Soğuk ve rutubetli bu evde geceyi bölen tek ses, damlayan musluğun sesi. Çocuklar derin bir uykuda. Kalkıp onlara yiyecek bir şeyler hazır-lamalı. Sonra da Ahmet ve Muhammed’i kaldırıp okula göndermeli.

Nejat yataktan kalkıp yerdeki ince kilime bastı. Ayakları soğuktan ürperdi. Yerde duran terliği ayağına geçirdi. Zayıflamıştı. Ayakta zor duru-yordu. Mürdüm eriği rengindeki başörtüsünün altından saçları çıkmıştı. Üzerine eski bir hırka geçirip odadan çıktı. Sol yanındaki taş eşiği geçip tüm gece damlayan musluğa yöneldi. Elini yüzünü yıkadı. Musluğu gücü yettiğince kapatmaya çalıştı sonra yandaki alçak kapıdan, mutfak olarak kullandıkları yere geçti. Raflardan bir iki tabak çıkardı. Ev sahibinin verdiği eski buzdolabında sakladığı peynir ve zeytini çıkardı. Çocuklar için bir sofra hazırlamaya koyuldu. Birkaç aydır burada yaşıyorlardı. Hayatın önünde rüzgar misali oradan oraya savruluyorlardı.

Yataktan kalkmak istemiyordu Zeynep. Kardeşleri çoktan okula gitmişti. Ve annesi onun kalkıp bir an önce belediyeye gitmesini ve yemek getirmesini istiyordu. Zeynep;

“-Tamam kalkıyorum.” diye söylenerek kalktı. Annesi bitkin bir sesle;

“-Kızım okul dağılmadan git. Hem yemek biterse aç kalırız biliyorsun.” diyordu.

Zeynep kalktı. Üzerine uzun bir etek giydi. Başına bir yazma bağladı. On yedi yaşında idi ve hayatının böyle devam etmesini istemiyordu. Tırnaklarına sürdüğü mavi ojeyi annesinden gizlemeye çalıştı. Yine de Nejat yemek kabını ona uzatırken fark etti;

“-Nereden buldun bunu?” diye çıkıştı. Zeynep;

“-Şeyma verdi. Artık kullanmıyormuş.”

Kadın ne diyeceğini şaşırdı. Ev sahibinin kızı Şeyma, Zeynep’e kullanmadığı kazaklarını, etek ve ayakkabılarını verirdi. Ama yine de bunu kabul edemiyordu. Lakin çocukların gönlünü etmek zordu. Zeynep bir genç kızdı ve gördüklerine özeniyordu.

Zeynep bahçeye çıktı. Mahalleli yeni uyanıyordu. Sivas’ın bu arka mahallesinde kadınlar günlük temizliklerine koyulmuştu. Kimi balkonda, kimi bahçesinde yatak örtüsü, kilim çırpıyor, kimi soba külünü boşaltıyordu. Bahar gelmiş olmasına rağmen hava bir türlü ısınmamıştı. Özellikle küçük çocukların bulunduğu evlerde hala soba yanıyordu. Zeynep sokağa çıkıp yürümeye başladı. Bir ev hayali kuruyordu. Büyük bir ev. Herkesin ayrı odasının olduğu bir ev. Odasında hayal kurabi-leceği bir ev. Sonra sevip evleneceği biri. Çocuklar sonra. Yeni elbiseler alacağı, güzel yemekler yiyeceği bir gelecek. Irak’ta bulamamışlardı böyle bir hayatı. Burada da ulaşamamıştı hayallerine. Ertelemek ve sadece umut etmek kalıyordu geriye.

Zeynep elindeki yemek kabını sallayarak yavaş yavaş aşevi önüne geldi. Belediye binasının arka bahçesinde yer alan aşevinin önünde bir kuyruk oluşmuştu. Zeynep sıraya girip beklemeye başladı. Önündeki kuyrukta kadınlar, çocuklar, yaşlılar bekliyordu. Kimi kendisi gibi yabancıydı bu topraklara, kimi de yerliydi. Zeynep bu kuyruğa girmekten utanıyordu. Buna hiç alışamayacağını fark etti. Sıra kendisine geldi. Yemek dağıtan mavi önlüklü adam kuru fasulyeden üç kepçe doldurdu. Sonra eline üç ekmek verdi. Zeynep elindekilerle yürümeye başladı. Yemek sıcaktı. Ve dökülmesinden korkuyordu. Yavaş adımlarla yürümeye başladı. Karşıdan karşıya geçti. Mahallenin bakkalının önünden yürümeye devam etti. Tam o sırada bakkaldan birkaç erkek çocuk çıktı. Yaşları on altı on yedi olmalıydı. Zeynep başını öne eğip yürümeye başladı. Oğlanlar arkasından seslendi. Kız ürkek adımlarla yürümesini hızlandırdı. Arkasından söylenen sözleri işitmiyordu. Yemek kabı sallanıyordu ve sıcak yemek ayaklarına sıçramaya  başladı. Zeynep bahçeye ulaştığında yanakları kızarmıştı. Terlik-lerinin üzeri salça olmuştu. İçinde bir öfke duyuyordu. Eve girdi. Yemeği mutfağa bırakıp banyo ve tuvalet olarak kullandıkları odaya geçip soğuk su ile ayaklarını yıkadı. Sonra elini yüzünü yıkadı. Nejat bitkin oturuyordu kanepede. Hiçbir şey sormadı. Zeynep yatağına uzandı. “Bir daha yemek almaya gitmeyeceğim” diye düşündü. Aç kalmayı tercih ediyordu. Kulaklarında oğlanların alayları zonkluyordu;

“-Dilenci kıza bakın hele. Pek de güzelmiş!”

Öğleye doğru kalktı. Şeyma gelmişti. Birlikte bahçede oturdular bir süre. Şeyma lise birinci sınıfta idi. Ona okulda yaşadıklarını anlatıyordu. Bir ara;

“Neden durgunsun?” diye sordu. Zeynep “Bir şey yok” dediyse de yemek alırken yaşadığı sıkıntıyı anlattı. Sonra ekledi “yine de mecburum gitmem gerek”. Şeyma evlerindeki yemekleri düşündü. Annesine yaptığı kaprisleri hatırladı ve utandı. Bir iki saat sonra elinde bir tepsiyle geldi. Bir tabak pirinç pilavı ve çorba. Ahmet ve Muhammed iştahla yemekleri yedi. Ne var ki Zeynep bir kaşıktan fazla yiyemedi. Bulaşıkları yıkayıp boş tabakları Ahmet ile gönderdi.

Ertesi gün Zeynep sabahtan yemek kuyruğuna girdi. Elinde bu kez iki kap vardı. Niyeti ikisini doldurup ertesi gün tekrar kuyruğa girmemekti. Sıra kendisine geldiğinde utana sıkıla birinci kabı uzattı. Ardından ikinciyi uzattı. Yemeği dolduran bıyıklı şişman adam gürledi;

“-Herkese bir kap zor yetiyor, bir de ikinciyi mi istiyorsun?” Zeynep hızla geri çekildi. Adamın sesi ortalıkta yankılanıyordu.

“-Bu kadar da olmaz ki, teşekkür edeceklerine ikinci kabı istiyor. Ellerine boyayı buluyorlar, ekmek almıyorlar.”

Etraftan uğultular yükselmeye başladı. Kuyrukta bekleyen kadınlar da kendisini suçluyordu;

“-Bunlar çingenedir. Bizim gibilerin haklarını da alıyorlar.”

Zeynep elindeki kapla yürürken gözü tırnaklarına ilişti. Bunda ne vardı anlayamıyordu. Bu boyalara para vermemişti. Onları Şeyma vermişti. Ellerinin kir içinde olduğunu düşündü. Tırnaklarındaki ojenin rengi maviden mora sonra kırmızıya dönüşüyordu. Elleri kana bulanmıştı sanki. Başındaki yazma omzuna düştü. Bir rüyada yürüyor gibiydi. Terliklerini sürüklüyordu. Bakkalın önünden geçerken oğlanlar yine laf attı. Zeynep duymu-yordu. Rengi  solmuştu. Bir an önce eve ulaşmak istiyordu. Koşmak istedi takati yoktu. Bir adım attı. Bir adım daha atacakken ayağının altından yer kaydı. Bir taş gelip oturdu önüne. Yemek kabı bir yana kendisi bir yana düştü. Terlikleri ayaklarından çıktı. Dizi acıyordu. Etrafında biriken insanların kimi gülerek, kimi acıyarak bakıyordu. Zeynep yavaşça kalktı. Sıyrılan elleri ile yerdeki yemek kabını aldı. Omzundaki yazmayı diğer eline. Yürümeye devam etti. Eve ulaştığında annesine sadece iki kelime söyleyebildi:

“-Yemek döküldü.”

Gece, dalgaların ve rüzgârın sesi birbirine karışıyordu. Hava soğuktu, gece uzundu. Zulay, yatağında doğruldu. Üst ranzadaki kızına baktı, sonra karşıda yatan ikizlere ve oğluna. Mahmut’un iki gündür ateşi düşmüyordu. Çaresizdi; yirmi metrekareyi ısıtmak bile zordu. Sıcak günleri ne kadar da özlüyordu.

Dağları, kartalları ve dağ lalelerini düşündü. Aklına doruklarda bin bir güçlükle topladıkları dağ çayları geldi. Şimdi olmalıydı ki, kaynatıp içirsin yavru-larına. Kendisini hiç bu kadar çaresiz hisset-memişti. Kocasının cephede öldüğü haberinde bile sakindi. Bekliyor gibiydi. Ona ihtiyacı olan çocukları belki de ayakta tutmuştu onu.

Sınırlar, askerler, paralarını onlara yaşlı gözlerle vermeler. Umuttu yolculuğun adı, barıştı, gele-cekti. “Ne olacak” diye düşünmemişti hiç; dilinde bir dua, sabra dair. Eyüp olmuşlardı, İbrahim olmuşlardı, illa ki sabır.

Eşarbının altından çıkan saçlarının bir kısmı ağarmıştı en küçük oğlunu kaybettiğinde yolda. Kollarında öylece kalakalmıştı küçük bedeni. Açlıktı, soğuktu dayanamamıştı. Cennet bahçesini tercih etmişti. Gözlerinde biriken yaşları başörtüsünün ucuyla silerek lavaboya doğru gitti. Kenarda duran küçük havluyu alıp ıslattı. Oğlunun alnına koydu. Çocuk “anne” diyerek havluyu itti. Kadın ısrarlı bir şekilde havluyu tekrar koydu. Kenardaki koltuğa oturdu. Rüzgar dalgaları dövüyordu adeta. Hava, kampta kimsenin odasın-dan çıkmaya cesaret edemeyeceği kadar soğuktu. Denizin kenarına oturup uzaklara doğru bir ağıt söylemek geliyordu içinden. Uzaklar yakın olur muydu? Bir daha dönebilirler miydi geriye? Ardı ardına gelen sorular…

Sabaha karşı oda iyiden iyiye soğudu. Ayaklarına bir çift çorap daha giydi. O gün temizlik için yakınlarda bir eve gidecekti. Aklı oğlunda kalıyor-du ama çaresizdi. Dışarı çıktığında sert bir rüzgar yüzüne çarptı. Şalını, ağzını ve yüzünü örtecek şekilde yukarı doğru kaldırdı. Ayaklarının altındaki kar buz tutmuştu. Kaymamak için bin bir güçlükle yürümeye çalışarak karşı odalara doğru ilerledi. Bir iki kez tıklattıktan sonra otuz kırk yaşla-rındaki Fatma kapıyı açtı. Bir eliyle sus işareti yapıyor, bir eliyle de şalını düzeltmeye çalışıyordu. Belli ki çocukları uyandırmaktan korkuyordu. İki kadın soğuk ve sert havaya rağmen birbirlerine dayanarak kaygan yolda ilerlemeye başladılar.

Vakit öğleye doğru yaklaşırken çocuklar da uyanmaya başladı. İkizler ablaları Muslimat’ı kızdırıyor, odanın içinde bir o yana bir bu yana koşuyorlardı. Bir köşede halsiz bir şekilde yatan Mahmut, eliyle kız kardeşini yanına çağırdı. Muslimat ağabeyinin haline çok üzülüyordu. Ona sıcak çorba yapabileceğini söyledi. Mahmut ise ikizleri işaret ederek:

“-Şunları biraz dışarı çıkar. Uyumak istiyorum” dedi.

Muslimat ikizleri sıkıca giydirerek çocuklarla birlikte çıktı. Kapıdayken geri dönüp ağabeyine yavaşça seslendi:

“-Sobayı kapatayım mı? Gaz başını ağrıtmasın sonra..”

Mahmut kaşlarını yukarı kaldırdı ve ardından gözlerini yumdu.

Muslimat ikizlerin elinden tutarak kampın bahçesinde diğer çocuklarla birlikte kartopu oynamaya başladı. Bir süre sonra hepsinin burnu soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Ayak parmaklarının da sızladığını hissediyorlardı. Tam bu sırada odalardan birinden şişmanca bir kadın çıkıp bağırmaya başladı:

“Zeynep çabuk içeri gelin! Siz de gelin Muslimat!”

Çocuklar bu çağrıya itiraz edemedi. Hep birlikte içeri girdiler. Küçücük odanın ortasındaki gaz sobasının etrafına üşüştüler ve kendilerine ikram edilen sıcak çorbayı içmeye başladılar. Çocuklar her zamanki neşeleriyle birbirlerine hayali öyküler anlatmaya başladılar. Okulun uzak olmasından dolayı anneleri böyle havalarda onları gönder-miyordu. Onlar da günlerini oynayarak, resim yaparak geçiriyorlardı. Çocukları oturduğu yerden izleyen Meryem, elindeki kazağı dizlerinin üzerine bıraktı. Çocukların neşesi ona her şeyi unut-turabiliyordu. O da diğer bir çok kadın gibi dul kalmıştı. Savaştan nefret ediyordu; çünkü umutlarını alıp götürmüştü. Oysa dört hatta beş çocuğu olsun isterdi. Cıvıl cıvıl kuşlar gibi şen şakrak olsunlar sonra. Evinin her bir köşesinde çocuk sesleri yankılansın isterdi. Ne var ki, iki oğlu da bombalara hedef olup ölmüş, bir tek kızı Zeynep sağ kalmıştı. Belki de bu yüzden kampın bütün çocuklarına hoşgörülü davranır, onları yetişkin birer misafir edasıyla karşılardı. Çocuklar da Meryem’i çok sever, onun bir dediğini iki etmezlerdi. Meryem oturduğu yerden doğrularak “yeniden çorba içmek isteyen var mı?” diye seslendi. Çocuklar hep birlikte “ben, ben” diye bağrıştılar. Meryem çorbaları tazelemek için yerinden kalktı.

İkizlere bir anne şefkatiyle çorba içirmeye çalışan Muslimat’ın aklına ağabeyi geldi. Bir ara gidip ona da çorba götürmek istedi; neden sonra ağabeyinin son zamanlardaki öfkesinden çekinerek “belki daha sonra götürsem iyi olur” diye geçirdi içinden. Ağabeyi Mahmut’a neler olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Annesi ondaki bu değişikliğin normal olduğunu, onun artık bir delikanlı olduğunu söylese de Muslimat, kendileriyle şakalaşıp oynayan eski Mahmut’u özlüyordu. Mahmut’un cepheye gitme hevesine de bir anlam veremiyordu kızcağız. Savaşta babalarından sonra bir de onu kaybetmeyi göze alamıyordu. Bir acı haber daha almaktansa ölmeyi tercih ediyordu.

Kışın kara bulutları yere iyice yaklaşmış gibiydi. Temizlikten dönen kadınlar ellerindeki poşetlerle güç bela yürüyorlardı. Zulay ve Fatma temizlik yaptıkları ev sahibesinin onlara verdiği eski kazak ve etekleri bir poşete tıkmışlardı. Diğer ellerinde ise çocuklar için aldıkları yiyecekler vardı.

Kadınlar, Meryem’in odasının önünden geçerken çocukların gülüşmelerini duyarak kapıyı açtılar. Yorgun yüzlerine bir gülümseme yayıldı. Zulay, ikizleri ve Muslimat’ı da aynı neşe içinde görünce içini bir mutluluk kapladı. Sonra aklına oğlu geldi. Kendi odasına doğru yöneldi. Tüm gün boyunca oğlunun iyileşmesi için dualar etmişti.

Kendi kapısının önüne geldiğinde tuhaf bir şekilde içinde bir sıkıntı hissetti. Soğuktan kızarmış elleriyle kapıyı itekledi. İçeri girdiğinde gözü köşede yatmakta olan oğluna takıldı. Zulay, odanın içinde ilerlerken burnuna keskin bir gaz kokusu geldi. Dehşet içinde sobanın olduğu yere geldi. Gaz sobası kendi kendisine sönmüş ve gaz dışarı sızmıştı. Kadın, oğluna seslendi. Cevap alamayınca Mahmut’un yatağına doğru eğildi. Elini alnına koydu. Gece ateşler içinde yatan çocuğun bedeni soğumuş, buz kesmişti. Zulay oğlunu omuzlarından tutup sarsmaya başladı. Bir tepki alamayınca kendini kaybetmiş bir halde odadan dışarı fırladı. Rüzgarın uğultusuna karışan bir ağıt tutturdu. “Mahmuuuut!”

Meryem’in evindeki çocuklar, Fatma ve diğerleri derinden gelen bu sesle dışarı koştular. Herkes olduğu yerde kalakalmıştı. Muslimat için için ağlamaya başladı. Ağabeyine ne olduğunu anlamak için evlerine doğru koştu. Ama kadınlar onu arkasından tutup geri çektiler. Onun yerine Fatma içeri girmiş genç oğlanın gözlerini kapatmış, çenesini bağlamıştı. Ölüm bir kış akşamı kampın üzerine çökmüştü. Çocuklar birbirine sokulmuş, sessiz sessiz ağlıyorlardı. Dalgalar sahile çarpıyor, rüzgar bir ağıt yakıyor ve kar yağıyordu.

Televizyonda gördüm ilkin ölü bir yüzü. Sonra rüyalarımda. Önce babamın yüzüydü beyaza kesen, sonra annemin. İlk bomba gürültüsünü duyduğumda oynuyordum. Sonrakinde kaçıyor. İlk önce amcamı kaybettik bir kan gölünde, sonra dedemi, sonra…

İlkler ve sonralar birbirine karıştı. Yollar birbirine dolandı. Göç oldu, düzüldük yola. Dağ başından bir ovaya indik. Bahar değildi. Çamurun orta yerine düşüverdik. Gürcistan bir bulutlar diyarıydı. Belirsiz, puslu. İlk kez kavga ettim bir ekmek için. Sonra sıcak çorba, sonra çikolata için.

Her durak bir rehin aldı. Pusların arasında kaldı kardeşim. Anne gözünde billur damlalar. Acı çukurunu gördüm soğuk bakışlarında bir subayın. Taş kesilen ellerini sonra. Katı, hissiz ve parça parça. İlk kez iteklendim. Haşarı çocukluğum ayaklar altında. Birden büyüdüm, büyüdüm. Sanki tüm çadırları çiğneyen benim ayaklarımdı. Tüm kazanları deviren. Un ufak eden sonra taşları. Ciğerlerinden göğe dumanlar savuran bir devdim adeta. Kendimden kaçtım.

Yollar yine serildi önümüze. Uçaklar peş peşe kalktı göğün bilinmeyenlerine. Türkiye diye bir masal ülkesine kanatlandık. Orada evlerin çatısı çikolata mı kaplıydı bilemedim. Umutlar diyordu annem. İşte orada umut var. Bir küçük pencereden yarışırken kuşlarla, ilk kez kuş olup uçtum düşümde. Kanatları göğü bir uçtan bir uca çevreleyen. Rüzgarından uçakların savrulduğu. Sonra yeryüzünü kare kare kesilmiş gördüm. Cetvelim olmalıydı ki, ölçmeliydim enini boyunu. Sonra matematik öğretmenime göstermeliydim.

Mavi sularıyla bir boğaz. Minareler göğe doğru. Bir koca şehre sığındık, ıslak kediler misali. İlkin sahillerine vuruldum. Sonra tepelerine. Saray-larını, yalılarını duydum. İkinci vatan dedim. Gençliğe ilk adımımı Boğaz Köprüsü’nün altında elimde sigara ile attım. Dumanlar vapur duman-larına karıştı. Gecenin yıldızları lambalara. Ve sesi rüzgarın, korna seslerine.

Hasret zaman zaman gelip oturdu içime. Mavi sularda yansımasını gördüm ülkemin dağlarının. Şahin bakışlarını dedemin, amcamın. Sahipsiz kaldım. Sonra kimliksiz. Vatansız zamanla. Ne geri dönebildim. Ne kaçabildim. Beni umut diye çağırır annem; yiğit diye. Geride kalanlar için atarlar ateşlere. Omzumdaki yük büyük. Vaktinden önce kocadım.

Bir iskele, bir kayalık. Deniz ayaklarıma sürtün-mekte. İlla ki beni çağırır. Yollar tıkanmışken, düğüm düğümken okyanuslara açılmalı. Bir yük gemisi, bir balıkçı teknesi. Marmara, Ege, Akdeniz…

Bir televizyonda görmüştüm ilk önce savaşı. Şakaydı, filmdi. Kabus oldu, boran oldu. Gemi su aldı. Uçak düştü. Tren devrildi. Bir bomba, bir silah. Su yerine kan doldu testiler. Kemikler etinden fırladı. Eller ayrı düştü kollardan. Evler savruldu. İnsanlar savruldu. Yollar savruldu. Düzen bozuldu. Şimdi yıkamalı tüm yeryüzünü mavi sularda. Savaş lekesi çıksın diye. Bunun için yeniden yollara düşmeli. Bir elveda. Bir merhaba. Koca gemi barındırır nasılsa beni de. Umutlar yelken alıyor şimdi. Uyurken yalılarda insanlar bir veda sessiz sedasız. Ve ben yeniden yollardayım.

Sokakta oynamayı sevmiyor Hale. Her an tetikte. Ne zamandır böyle olduğunu bilmiyor. Pencere önünde saatlerce izliyor sokağı. Koşuşan, top oynayıp ip atlayan kızlar, oğlanlar. Kardeşinin elinden tutup onunla gezinen bir abla olmak ne kadar uzak görünüyor. Küçücük gözleri ne zamandır korku dolu. Yüreği bir o kadar.

Bazı günler annesini gizlice ağlarken görüyor. O zaman daha da yalnızlaşıyor Hale. Onu oyununa çekmeye çalışan kardeşi Hani’yi duymuyor. Bazen ona bağırıyor. Sonra evin boş odasına gizleniyor. Fazla eşyası olmayan bu evde bu oda, onun için özel alan. Orada hayali bir ev kuruyor yeni baştan. Bahçeli, iki katlı bir ev. Tıpkı İngilizce kitabında gördüğü gibi. Önünde bir adam çimleri kesiyor, babası. Annesi kardeşi ile onu bahçedeki salıncakta sallıyor. Saçları uzun, elbisesi beyaz. Nedense yıkılıyor ev. Tanımadığı adamlar bahçelerinde koşuyor. Babası çim arabasını bırakıp kaçıyor. Annesi Hani’yi kucağına alıyor. Hale salıncaktan düşüyor.

Hayalleri kesik kesik. Kız bu andan kopuk yaşıyor. Annesi onun durumunu fark ediyor. Bu odaya girmesini istemiyor. Hale ise yalnızlığı seviyor. Kendi kendine konuşmayı, bir şarkı mırıldanmayı Peştuca. Kendi sarayında yaşamayı.

Telefon çalıyor. Annesinin sesini duyuyor. Ağlıyor mu annesi? Babasıyla mı konuşuyor? Hale koşarak annesinin yanına gidiyor. Onu çekiştiriyor. Kadın kolunu çekiyor. Kız ısrar ediyor. Kadın oralı değil. Hale köşeye çekilip oturuyor. Babasının sesini duymak istiyor. Hafızasını zorluyor. Onu hatırla-maya çalışıyor. Uzun boylu, esmer bir adam. Şimdi ne  yapıyor acaba?

Annesi her sabah ona İngilizce öğretiyor. “Bir gün hep beraber İngiltere’ye, babanın yanına gidece-ğiz” diyor. Kocasının ruhen ne kadar büyük bir çöküntü içinde olduğundan söz etmiyor. Okula gidememelerini telafi etmeye çalışıyor.

Hani gözlerini kocaman açarak dinliyor annesini. Hale ise dalgın. En çok boyama yapmayı seviyor. Bir de şarkı söylemeyi. Yine de babasına kavuşmak için İngilizce öğrenmeye çalışıyor.

Bir gün Londra’da babası ile buluşacaklarına inanıyor. Aylar geçiyor, telefonlar azalıyor. Hale günlerce pencerenin önünde bekliyor. Dış dünyadan haber gelmiyor. Kabil’den gelen parayı almak üzere çıkıyorlar bazen. Hale annesine sımsıkı sarılmış. Hani meraklı gözlerle etrafı izliyor. Eve dönmek istemiyor. Hale ise sığınağına dönmek istiyor. Kalabalığın sesine tahammül edemiyor. Onu bastırmak için bir şarkı mırılda-nıyor. Annesi kızıyor;

“-Sokakta şarkı söylenmez.”

Hale bir vitrinin camında kendini görüyor. Kısacık saçları ile bir erkek çocuğu andırıyor. Siyah saçları başını çevrelemiş. İçinde bir öfke kabarıyor. Bir gece vakti yola çıkmadan önce annesi kesiyor gece kadar siyah saçlarını. Kızın gözlerinde yaşlar. Annesi;

“-Bu gerekli” diyor. Neden diyor içinden. “Saçlarımın kime ne zararı var?” diyor. Annesi cevap vermiyor.

Eve dönünce Hani annesinin ona aldığı oyuncakla oynuyor. Hale ise saçlarını tarıyor bir köşede. İngilizce’yi daha çok çalışmaya karar veriyor. O zaman “annem saçlarımı uzatmama da izin verir” diye düşünüyor.

Uzun bir süreden sonra telefon çalıyor. Hale kulak kesiliyor. Konuşulanları anlamıyor. Az sonra babasının adı geçiyor. Annesi Peştuca konuşmaya başlıyor. Babası konuşuyor. Telefon kapandığında annesi sessizleşiyor. Kendi kendine konuşuyor. Sonra kalkıp odadan çıkıyor. Hale onu izliyor. Kadın içeride ağlıyor. Kız annesine sarılıyor. Bir süre öylece kalıyorlar.

Gece yarısı Hale uyanıyor. Pencereden içeri dolan ay ışığını izliyor. Kanepede yatan annesine ve kardeşine bakıyor. Yatağından kalkıyor. Resim kağıtlarından birini alıp bir mektup yazmaya başlıyor. Duraksıyor bazen. Sonra yeniden yazıyor. İşini bitirince kağıdı dörde katlıyor. Ve yatıyor yeniden. Sabah uyandığında annesini kağıdı okurken buluyor. Kadının gözleri dolu. Mektup;

“Sevgili babacığım” diye başlıyor. Bir çocuğun umutları, sevinçleri, düşleri.. Ve altında bir resim. Hale kendini, kardeşini ve annesini çizmiş. Bir kalbin içinde İngilizce olarak “baba” yazıyor. Annesi onun için postaya veriyor.

Hale bekliyor umutla. Gün gelecek düşecekler yola. Ülkeler aşacaklar. Kavuşacaklar.

O zamanlar beş yaşındaydı. Bir gece gürültüyle yatağından kalktı. Pencereden dışarı baktı. Beyaz bir ışık kütlesi bir taraftan diğer tarafa doğru ilerliyordu. Birkaç saniye sonra gürültülü bir ses ve bir sarsıntı daha oldu. O anda annesi odadan içeri girdi. Hafif telaşlıydı. “Anne ne oluyor?” diye sordu. Annesinin hayatında hiçbir kötülükle  karşı karşıya kalmamış çocuğa verdiği cevap şuydu:

“-Korkma oğlum bir şey yok. Sadece bizi seven insanlar, bizi sevindirmek için üzerimize gül yaprağı atıyorlar.”

Çocuk biraz daha rahat bir şekilde yatağına girdi. Kafasında bir çok soru belirdi. Gül bir çiçekti bunu biliyordu ama hiç görmemişti. Demek ki böyle bir şeydi. Güzel bir çiçek olmalıydı. Parlak! Ama gürültüleri kavrayamamış ve annesinin hala telaşlı olmasına bir anlam verememişti. Yine de biraz rahatlamıştı. Bunları düşünürken uyuyakaldı.

Sonraki günler yeni bir kelime daha öğrendi; savaş. Ne olduğunu kavrayamadığı bir kelime. Hatırında kalan aynı kıyafeti giymiş silahlı büyük adamların şehrin merkezinde dolaştığıydı. Bir de ağabeyi ve ablasının bu amcaların sürdüğü tank denilen araçlara taş attığıydı. Bağrışmalar oluyor, sesler birbirine karışıyor ve insanlar ölüyordu. Yaşadığı şehir gül yapraklarından sonra hiç eski haline benzemiyordu.

Bir gece aynı bağrışmalar kendi evinde de yaşandı. Korkuyordu hem de çok korkuyordu. Bir dolabın arkasına saklandı. Titriyordu, ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu. Yerinden kıpırdayamıyor. Bir şey onu hep orada öylece kalmaya zorluyordu. Evde bağrışmalar arttı. Annesinin son sesini burada duydu:

“-Biz size ne yaptık?” Sonra silah sesleri duydu. Birkaç dakikada atılan yüzlerce merminin sesini duydu. Birkaç dakikada atılan yüzlerce mermi sesi ve sonra tam sessizlik…

Gözlerindeki yaş, korkuyla birlikte hafifçe indi yanaklarına. Güneş doğmak üzereydi. Hava hafiften aydınlanmaya başlamıştı. Yine sesler duymaya başlamıştı. Ağlama sesleri geliyordu ve konuşmalar… Bir ses, dokuz yaşındaki ablasına 16 kurşun sıkıldığını ve bunların sadece sayılabilenler olduğunu, daha fazla da olabileceğini söylüyordu. Sesi tanıdı. Amcası ağlamaklı bir sesle konuşu-yordu. Birden bir gölge hissetti üzerinde. Hafifçe kafasını kaldırdı. Gelen halasıydı. Kadının gözle-rinde yaş, küçük çocuğu bağrına bastı.

Birkaç gün sonra amcasıyla birlikte hiç bilmediği bir yolculuğa çıktı. Bir yere gidiyorlardı. “Hiç kimsenin onları bulamayacağı bir yer olmalıymış burası.” Amcası öyle söylüyordu. Artık yaşadığı şehirde yaşamaktan, çok ama çok korkuyordu. Gidecekleri her neresi olursa olsun buradan daha iyi olacağı kesindi. Yolculukları epeyce korkulu, biraz yorucu ama sorunsuz geçti. Bir kampa yerleşmişlerdi. Burada kendisi gibi konuşmayan birçok insan vardı. Onların dilini öğrendi. Birkaç arkadaş edindi. Artık bu dili de iyi bir şekilde kullanabiliyordu. Bu ülkede daha büyük bir şehre taşındılar. Küçük çocuk artık on sekiz yaşında bir genç. Ülkesinde hala savaş var. Çocuklar yine ölüyor. O artık gülün ve savaşın gerçek anlamını biliyor. Zira artık gül satıyor.

Uzun bir yolculuk bu. On yıllar sonra yeniden vatanına dönmek. Annem buna “gönüllü ve zorunlu geri dönüş” diyor. “Her şey farklı olacak” diyor. “Artık orada Saddam yok” diyor. Ah anne, orada binlerce Saddam var! Sesim çıkmıyor. Hep böyle oluyor. Bir adı Hicret olan kömür gözlü kız, “Ben nedense itaat ediyorum ona” diyor. Bir çadırda, yağmurun oluk oluk boşaldığı bir havada dünyaya gelen ben nasıl teslim olduysam beni sımsıkı saran kundağa, işte yine teslimim. Onlar gidiyor, ben takip ediyorum. Yerdeki ayak izlerini şaşırmamak için hep başım önde. Kazara kaldırsam gökyüzüne başımı, kuşlar… “Bakma!” diyor bir ses, “onlar gibi olamazsın boş yere bakma…”

Amerikan askerlerini görüyorum televizyonda, internette, midem bulanıyor. “Ya orada bizi de öldürürlerse.” Babam böyle anlarda karışıyor söze;

“-Biz işimizi bildikten sonra bize kim ne yapar? Hem onların işi isyancılarla. Biz isyancı değiliz. Gidip bizim olanı geri alacağız.”

Kafam karışıyor. “Peki biz isyancı değilsek, neden kaçtık yıllar önce?” diyorum içimden. Sonra konuşmaktan vazgeçiyorum. Konuşmak çok zor benim için. Çocukları görüyorum savaştan kaçan köşe bucak. Anlamıyorum onlar kaçarken, neden biz savaşa koşuyoruz pervane misali? Korkuyorum, ateş bizi yakıp kavuracak.

Dün Kızılay’a gidip Ankara’ya kalbinden baktım. İnsanlar! Her biri bir telaş içinde. Ben yüreğimle buraya ait iken nereye gidiyorum? Benim olduğu söylenen, ama beni kovan bir ülkeye. Oysa ben doyasıya gezinmek istiyorum bu topraklarda, bir gelecek kurmak. Ama bir el “git” diyor. Huzurdan kovuyor nicedir. Direnmek nafile. Yoldaşım yine annem, babam. Onların vatanı, benim vatanımla çatışıyor.

Az sonra yolculuk başlayacak. Annem heyecanlı. Yüzündeki çizgilerin her birinin hatırası var. Alnındaki şu uzun çizgi İran topraklarından kalma. Diğerleri Türkiye’nin hediyesi. Yine de dimdik. Mağrur. Kerkük’e bir komutan edasıyla girecek besbelli. Babam derseniz o çoktandır ruhuyla orada. Şakaklarındaki ve sakalındaki aklar vaktinin kıymetini anlatıyor. Her fırsatta;

“-Şimdi gitmezsek bir daha asla gidemeyiz” diyor.

Neden kimse duymuyor beni? Şu sırada otururken öylece ve farksızken bir heykelden, neden susuyorlar? Onlardan neden kopuyorum gün geçtikçe? Ben kirli ellerin kirlettiği o topraklarda nasıl yürürüm? Sizin için Kerkük varsa, benim için Samarra da var, Felluce de var.

Tozun, dumanın yükseldiği o gökyüzünde beyaz bir bulutu nasıl görebilirim? Sonra kapımıza geldi-ğinde küçücük elleriyle kara saçlı çocuklar, nasıl yüzlerine kapatırım? Bilirim ki açlık her yerde. Sokaklarında o ülkenin, oyunun adı da, tadı da kalmamış. Bilirim ki genç kızlar gençliğini bilmeden hayata küsmüş. Onca vahşetin üstüne inşa edilen bir mutluluk, mutluluk mudur, bilemem.

İşte kalkış zamanı. Kalbimi bu kentte bırakıyorum. Yarına uyandığımda buradan çok uzaklarda olmak. Göç kervanı, geri dönüş yolunda. Menzil yaklaş-tıkça yaklaşıyor. Ben kömür gözlü kara saçlı kız, bir adı da Hicret olan, adımın hatırına yürüyorum yeniden.

“Çocuk askerlere…..”

Ben küçük bir çocuğum, misketlerim bilyelerim vardı benim de. Rengime bakıp da yüzünüzü buruşturmayın ya da giysilerime. Soğuktandır ellerimin hali. Tırnaklarımın uzamış olması midenizi bulandırmasın. Buralarda su yok, kan ve çamur her yer. Annemin mis kokulu sabunları hayal artık.

Omzumdakini mi soruyorsunuz? O benim oyunca-ğım. Bana “küçük asker” diyorlar. Desinler. Ben aslında çok büyüğüm. Bazen geceleri uzaklardan gelen bir patlama sesi bölüyor uykumu. O zaman anneme sarılır gibi sarılıyorum tüfeğime. Ellerim har an tetikte. O benim can yoldaşım.

Dün bir kadın fotoğrafımızı çekti,gazeteciymiş. Bize sorular sordu, çikolata dağıttı. Sonra da çekip gitti. ”Neden” demişti, “neden savaşıyor-sunuz?” Bunu neden sordu ki? Buradakiler bize yemek veriyor, kalacak yerimiz de var. Biz sadece silah taşıyoruz.

Annem yaşasaydı, buralarda olmazdım. Sıcacık evimizde uyurdum, kaygısız. Oysa vurdular onu. Bir gece yarısı kırıldı kapımız. Ellerinde silahlar vardı, bağırıyordu biri. Ayaklarının altında oyuncak trenim. Babamın resmi ellerinde. ”Bilmiyorum” diyordu annem “bilmiyorum!” Çaresizdi. Yaşlı ninemi de uyandırdılar uykudan. Sonra alıp gittiler ikisini de. Ben koşamadım arkalarından. Komşu evlerden de sesler geliyordu. Silahlar patladı, bağrışmalar… Bizi evden kim çıkarmıştı hatırlamı-yorum. Tek hatırladığım annemi görünce kanlar içinde, onların hepsini öldürmek istediğimdi. O ne yapmıştı bilmiyorum…

Biz seçmedik aslında burada olmayı. Dilenmekten iyidir dediler. Hem ben büyüyünce ayrılacağım buradan. Uzaklara gideceğim. Oyuncaklar alacağım sonra. Kırılan trenimin yerine…

Geceleri oyuncak ayıma sarılıp uyuyacağım. Masallar anlatacağım kendi kendime. Sakın kınamayın beni olur mu? Çocukken savaşılıyorsa büyüyünce de oynanmaz mı? İçimde bir çocuk yaşım gibi. Yüreği pırpır. Elini uzatsa hayallerine kayboluyor. Gökyüzünde uçmak en büyük dileği. Öte yanda bir asker. Düşmanları vurması gereken. Bugün silah taşıyan yarın?…

Siz üzülmeyin bizim için… Çocuklarınıza hediyeler alın. Dev bir panda alın küçük kızınıza ya da bir araba oğlunuza. Bizim için de dua edin olur mu? Ama bize neden diye sormayın? Ve bize çikolata vermeyin asla. Bu savaşı biz çıkarmadık bunu bilin.

Gök gürlediğinde ya da şimşek çaktığında korkar ya bütün çocuklar, işte ben de korkuyorum. Bakmayın üniformama ya da asker olduğuma. Bir gün görsem bir güvercin yerde, basıp geçemem. Ben bir çocuğum. Yüreği sevgi dolu, nefret değil. Komutan kızıyor bazen. ”Merhamet yok” diyor. O zaman siniyorum köşeme. İşimi yapıyorum göze batmadan ya da gözden düşmeden. Asker gibi olmak oyunu oynuyorum. Adımları kocaman, küfürlü konuşan. Ve sigara içen, ciğerleri yansa da belli etmeyen. Sonra annem geliyor aklıma. Ağzımda acı bir tat. Yumruğum sıkılı. “Ben sizden biri olmak istemiyorum” demek geliyor içimden. Çaresiz bekliyorum oysa. Bir gün biliyorum bitecek her şey. İşte o an ben, karşılarına geçip silahlarını uzatırken çocuk gibi sesleneceğim.

Verin Oyuncaklarımı !…
Ben geceleri ağlıyorum bazen. Gündüz büyükler alay ediyor ağlayınca. Gökyüzünün koyuluğunda bir yıldızı seçip onunla konuşuyorum, bana da hediyeler gelsin diye dua ediyorum. Bir gün annemin ördüğü bereyi koklayıp ona sarılmayı özlüyorum.

Biz istemedik aslında burada olmayı. Barut ve kan kokusu arasında yaşamayı… Çocuklarınızın kaderi-ne oyuncak bebekler, oyuncak ayılar ve oyuncak silahlar düşerken bize düşen gerçekler. Büyünce ben oyuncaklar alacağım kendime. Evimin her köşesini dolduracağım onlarla. Bir tren yolu döşeyeceğim ki gerçeğinden daha sağlam. Kurşun askerlerle oynayacağım, uyurken geceleri ayıcı-ğıma sarılıp uyuyacağım. Sonra bir sürü şekerleme alacağım, çocuklara dağıtıp kendime bir tane ayıracağım. Soran olursa “kocaman oldun oyuncakla oynanır mı?” diye, onlara bakıp güleceğim. Bilmiyorlar ki çocukken savaşanlar büyüyünce oynamak isterler.

Bazen komutanların kızmasına dayanamıyorum. ”Al silahını ver oyuncağımı” demek geliyor içimden. Sonra bir korku, “Ya beni kovarlarsa buradan, nereye giderim?” Hiç gocunmadan yapıyorum her işi. Göze çarpmadan ve gözden düşmeden. Yine de içimde bir hüzün. Sizler, “bu ne tuhaf çocuk” demeyin bana. Büyümüş de küçülmüş  demeyin. İşte ben böyleyim, içimde hâlâ bir çocuk, yaşım gibi. Onun yüreği pırıl pırıl hesapsız, duru. Gökyüzünde uçmak en büyük dileği. Bir yanımda savaş, gerçek ve acılar. Ölenlerin yüzleri, iniltileri yaralıların. Kirli elleri yetişkinlerin. Ben sizden para istemiyorum, acımanızı da. Bana sorular sormayın, incelemeyin beni. Sizden yalnızca bir tek şey istiyorum:

GERİ VERİN OYUNCAKLARIMI!!!

Azad çadıra girdiğinde silahını yere bırakarak diğerlerinin yanına çöktü. Cebinden çıkardığı sigarayı yakmak üzere yerde oturan adamlardan birine doğru eğildi. Sonra bir nefes çekti. Çocuk gözlerinde bir kıvılcım vardı. Sağ elinin orta parmağına taktığı gümüş yüzüğü kim bilir nereden bulmuştu? Azad büyük bir adamın ciddiyetiyle çatışmalar hakkında konuşulanlara katıldı. Zaman zaman yüzü dehşetle kararıyordu. Gece kadar siyahtı gözleri. Derisinin rengi koyu…

Azad bütün gün kamp alanında gezindi. Bir ara boşaltılan köye doğru gitmeyi düşündü. Vazgeçti. Yüksekçe bir tepeye çıkıp uzakları seyre daldı. Gözünün önüne kafileler geldi. Yalınayak, toz toprak içinde yol alan insanlar. Arkalarda bir çocuk. Burnunu çekerek ağlıyordu. Elinde bir bez parçası. Azad iki sene önce köyü nasıl terk etmek zorunda kaldıklarını hatırladı. Güneş uzaklaşmaya başladığında yamaçları koşarak inmeye başladı. Omzundaki tüfeği sımsıkı tutuyordu. Köyün içine vardığında nefes nefese kalmıştı. Ölüm sessizliği hakimdi her yere. Evler yıkılmıştı. Ara sıra bir rüzgar esiyor, yerdeki kum tanelerini havalan-dırıyor, sonra götürüp bir yere fırlatıyordu. Azad da bir kum tanesi. Azad ayaklarına söz geçiremi-yordu. Bir süre sonra kendisini harabe bir evin önünde buldu. Ev onu çağırıyordu. Annesi, babası, bebekliği… Odasının bulunduğu yeri bulmakta güçlük çekmedi. Oyuncaklarının yerinde taş parçaları vardı. Ayağının altında bir şeyler çatırdadı. Eğilip baktığında tozdan pembeleşen bir araba parçasını gördü. Diğer odalara geçti.

Annesinin cansız bedenini buldukları yerdi burası. Saçının başının toza ve kana bulandığı yer. Onu annesinden ayırdıkları yer. Babası ise işte şu sütunların arasında yatıyordu. Dağ gibi babası boylu boyunca. Parmaklarının arasında gözlükleri…

Azad kin ve nefretle doldu yeniden. Onları öldürenlerden intikam alma hırsı kapladı bedenini. Okumak hayali, gelecek umutları uçup gitti. Yerine küçük bir gerilla geldi. Ayakları geri geri gidiyordu bu kez.

Azad, köye akşamın çökmek üzere olduğunu fark etti. Koşarak geldiği yolları gene koşarak geçti. Yamaçları soluk soluğa tırmandı. Kampa ulaştığında herkesin yemek kuyruğunda olduğunu gördü. Kendisi de sıraya girdi. Kuru fasulye ve ekmeğini alarak bir köşeye çekildi. İlerideki ateşin etrafındaki kalabalığa baktı. Nedense canı onlara katılmak istemedi. Kendisine seslenenlere yorgun olduğunu söyledi. Yemeğini bitirir bitirmez     çadırına yöneldi. Küçük feneri aydınlattı. Çadır arkadaşı da yoktu görünürde. Çantası buradaydı ama kendisi gözükmüyordu. Yırtık pırtık olan hasırı üzerine çekti. Gözlerinin önüne köyü geldi  yeniden. Yumruklarını sıktı uyumaya çalıştı.

Sabah gün ışığı çadıra vurduğunda uyandı. Arkadaşı köşede uyuyordu. Onu uyandırmadan kalktı. Silahını omzuna takarak dışarı çıktı. Cebinden çıkardığı sigarayı ileride kahve için yakılan ateşlerden birine gidip yaktı. Tam bir nefes almıştı ki bir sesle irkildi. Arkadaşı kendisine sesleniyordu:

“Benden kaçamazsın, pis hırsız.” Azad ne olduğunu anlayamamıştı. Hırsızlık ve kendisi. O kimsenin hiçbir şeyini çalmamıştı ki. Birden öfkelendi. Hışımla geri döndü. Çocuk gözlerinde fırtınalar vardı. Koşarak kendisine iftira atan çocuğa bir yumruk attı. Omzundaki silahını bir tarafa fırlattı. Toprakta bir süre yuvarlandılar. Onları ayırmaya kimse cesaret edemedi. Bu iki çocuk öfkelen-diklerinde kaplanlar kadar yırtıcı oluyorlardı. Zaten onların gerilla olarak seçilme nedeni de buydu. Etraflarında bir çember oluştu. Herkes kimin galip geleceğini merak ediyordu. Bir ara Azad yere düşerken başını taşa çarptı her yer bulanıklaştı… Arkadaşı o sırada Azad’ın yere fırlattığı silahı aldı. Azad “ne olursa olsun silahını bırakma” ilkesini unutmuştu. Yerden doğrulmaya çalışırken karşısında kendisine doğrultulmuş olan silahı gördü. Bir el silah sesinden başka bir ses duyulmadı. Azadın çocuk gözleri açık gitti. “Neden?” diye soran gözleri.