Geride Kalan İç Sesler

İki gün önce sürünerek çıktığın arabada unuttuğun telefonda cevapsız çağrılar kaldı. Biraz önce, bu daracık mevzide zamanın boşluğundan aklının derinlerine düşmeden önce hatırladın iki gün önceki cevapsız çağrılar. En zor zamanlarında en gereksiz şeyler kafanı dolduracak illa ki… Sanki aylardır uğramadığın evde ocağı açık unuttun, muslukları da kapatmadın. Sen dönene kadar evde yangın çıkacak, çıkan yangını da evi basan sel söndürecek. Komik geliyor sana böyle basit zıtlıklar. Ağlamak üzereyken gülmek gibi değil, ama bu mevzide elinde tüfekle keskin nişancıyı oynarken kendine laf sokmaya çalışmaya çalışıyorsun sanki. İyi, sen bilirsin. Boşlukta böyle gül kendi kendine… Ortalıkta bir ayna da yok ki şu yüzündeki rezil sırıtma hali aklına kazınsın. Ayna olsa üzerindeki rezil kamuflaj giyisis içinde cücük gibi kaldığını da görecektin ama neyse… Ama yine de telefonu arabadan almış olsaydın iyiydi. Arayan her kimse sana muhakkak çok önemli şeyler söyleyecekti, ki defalarca cevapsız kalmayı önemsemeden sürekli aradı. “Aslında açsaydım da sadece üzerimde tıslayan kurşun seslerini dinletseydim.” Bunu neden yapmak isterdin? Anlaşılmaz bir vızıltıyla telefonun ötesindekini şaşırtmayı, güldürmeyi, ürkütmeyi mi düşündün? Bunu düşünürken neden gülümsedin, yok sırıttın? Eskiden de yapar mıydın böyle saçma sapan şeyler? Mesela lisede arkadaşının kulağının dibinde kesekağıdı patlattığın gibi mi? Çok güldünüz mü böyle boktan şakalar yaparken? Hala gülüyorsun. Tamam, sırıtmıyorsun, gülüyorsun. Diğer boktan şakalarını mı hatırladın? Şu an korkuyor olman gerekmiyor mu? Neden bunlar aklına geliyor? En ağır duygu bile 15 dakika sonra kalbi terk ediyormuş, nabzın normalleşiyormuş. Ama istersen aklındaki korkuyu kalbine istediğin zaman yeniden taşıyabilirsin. Şimdilik buna gerek yok ama… Hasan’ın kulağının dibinde patlattığın kesekağıdının sesini aklına getir, korkunun kalbine geri dönmesine izin verme. Kesekağıdını her patlatışında salağın ödü bokuna karışıyordu.

Gerçi okulu bombaladıklarında patlayan kesekağıdı sesi aklına gelmemişti. O gün yakalanmış bir geyik gibi arka bacaklarından biri seyiriyordu diplerde bir yerde büzüşmüş saklanırken. Şimdi neden okul aklına geldi? Elin, ayağın yerinde durmuyor yine bu sıkışmış mevzide… Şimdi de aklın Hasan’la dalga geçen halinle dalga geçiyor. Sahi ya, bir sene önce kimya okuyordun. Savaş seni de yutunca kimse sana keskin nişancı olmanı dayatmadı. Ama “savaşacaksam keskin nişancı olurum” lafı ağzından çıkmıştı bir kere bir yerde… Ne de olsa kebap iş, sürekli yatış yapıyorsun, hayatın kamufle… Hem de filmlerdeki cool süper yetenekli askerler gibisin elinde bu kocaman tüfekle. Ama itiraf et, azcık sinsice bir şey… Yok yok, öldürmenin en kalleşçesi bu galiba. Kaç etti? 6 mı 7 mi? 7’den emin değilsin. Biri yerdeki 7. kanlı et yığınını görüş alanından uzaklaştırdı ağlayarak. Ağlama sesini duyunca elin 8.ye gitmedi, neden ki? Peki kalleşçe olmayan şekillerde düşmanlarını öldürmek ister miydin? Mesela nasıl? Öldürdüğün seni görecek öncelikle, hatta o da silahına davranacak. Ama sen elbette ki hem hızlısın hem de nişancısın, bir de gösteriş meraklısısın sanki. Öldürmekten çok ne kadar yetenekli olduğunu göstermek istiyorsun dünya aleme. Az kalsın demirden altın yapacaktın kimya dersinde okul bombalanmasaydı. Öldürmek kolay ama yeteneğini göstermek zor iş… Hasan’ın kulağının dibinde ansızın kesekağıdı patlatmak gibi değil yani… Ama o boktan şaka da kalleşçe değildi. En fazla ergenceydi, nerdeyse her gün Hasan şaşkınını bir şekilde korkutmak… Seslere dayanamıyordu Hasan. Kapı gıcırtısına, tebeşirin tahtada acıyla sürtünmesine kulaklarını kapatarak cevap veriyordu. Sen de doyamıyordun Hasan’ı delirtmeye. Nerede Hasan şimdi acaba? Öldü mü, kaçtı mı, saklanıyor mu, savaşıyor mu? Belki de düşmanın olmuştur. Düşmanın olsaydı öldürür müydün? Belki de çoktan öldürdün. Yoksa seni arayan Hasan mıydı? Hasan seni neden arasın? Artık gülmüyorsun. 15 dakika sürüyor tüm duyguların. Sahi, senin gibi boktan birini kim arar? En fazla senin gibi boktan biri arar. Senin gibi başka bir keskin nişancı… Tank yine devriyeye çıktı. Paletlerin gıcırtısı geliyor uzaktan. Hasan olsa kulaklarını tıkardı, şu dönen paletlerinin sesini duysa. Hasan kullanıyordur belki tankı. Kulaklarında da tıkaç vardır belki. Belki de seni arıyordur her mevzide patlattığın kese kağıtlarının öcünü almak için. Hadi çık şu mevziden, tankın namlusuna el salla. Elinde kocaman tüfekle her ses duyduğunda sıçramaktan, korkudan altına sıçmaktan bıkmadın mı? Bu kadar ses, bu kadar mermi, bu kadar kalleşlik, bu kadar ceset yeter. Çık dışarı. Yaşayarak kendine daha fazla eziyet etme…

“Üzerinde konuşulamayan konuda susmalı.”

L.Wittgenstein – Tractatus

Önce Google’a yazalım “Suriye’de savaş”, oradan da “videolar” sekmesine geçelim. 0.29 saniyede 4.850.000 sonuç. İnternet yavaş sanki… Aramayı biraz rafineleştirmeliyim. Yüksek kalitede arama seçeneği sağ olsun.

Peki tam olarak ne aramalıyım? Acaba “tag”lar versem bir işe yarar mı? Mesela? Göç, yıkım… İngilizce tabii ki… Yapacağım videoda çok kanlı şeyler istemiyorum. Kan olacaksa da izi olsun ki izleyici hemen kaçmasın. Zaten youtube da bunları göstermiyor. Hep aynı bildik patlama, bombalama görselleri de olmamalı. Kafa kesme görüntüleri de zaten eskidi.

Bir metafora ihtiyacım var. İzleyiciyi şaşırtmalı, daha önce görmediği bir bakış, anlatım tarzı gibi mi? Yok tam olarak öyle değil. Bir videoda Halep’ten taşınan bir aile yanına duvar saatini almış. Duvar saati, hmm… Bu, çok iyi bir metafor olabilir. Saatin markası Damaşk. Evet evet, buradan yola çıkabilirim.

Ama… Bochert’in böyle bir kısa öyküsü var. 2. Dünya Savaşı’nda duran bir saati anlatıyor. Yani özgün bir fikir gibi olmuyor bu duran saat mevzusu. Off, bilmiyormuş gibi, okumamış gibi mi yapsam… Ama hikaye internette de var. Yok olmaz, mevzuyu apartmışsın derler. Başka bir şey bulmalıyım.

Çocuk oyunları ile başlasam… “Fikriniz güdükse, görüntünüz kötüyse çocuğu kadraja alın.” Mesela patlama sonrası yıkıntılar içerisinde dolaşan çocuklar. Yok, bu çok kör göze parmak olur. Fonda dursalar neyse… Ama yıkıntılara odaklanabilirim. Yıkıntılardan çıkan nesneler, mesela misketler… Evet şekil bir anlatım olur bu sanki… Sonra bu misketleri bulan hayali bir çocuğun göç yolculuğu ile devam ederim. Zamanla misketlere geride bıraktığı arkadaşlarının isimlerini versin. Tüm aramalarda, kontrollerde misketlerini mücevher gibi saklasın.

Sonra? Misketlerle konuşmaya başlayabilir çocuk. Bir yandan ailesinin yaşadığı sıkıntılara alt açıdan baksın, hiç bir şeyi anlamıyormuş gibi sorular sorsun çocuk olduğu için. Ama aslında anladığı da bizim anlamak, konuşmak istemediğimiz şeyler olur böylece. Evet, güçlü bir metafor gibi sanki bu misketler. Ama bu açı da bir yerden aklıma geliyor sanki. Ah evet! “Bisiklet Hırsızları” filmindeki çocuğun bakış açısı gibi. “Bisiklet Hırsızları”nda varsa kesin onlarca filmde de vardır. Yani apartma saymazlar ama, esinlenme gibi olabilir… Yine de biraz daha bakmalı internete.

Off, birisi misket oyunu üzerinden Afgan göçmeni bir çocuğun başına gelenlerin kısa videosunu yapmış. Tüh, bu da olmadı. Belki içeriği değiştirebilirim. Yani misket değil de ne olsun? Yok, bu fikirden de soğudum. Çocuğu konu almak zaten kolaycılık. Uğraşılmış bir şey olmalı, yani izleyen “Nereden bulmuşlar bu fikri? İyi düşünmüşler, biz hiç böyle bakmamıştık savaşa” demeli…

Şu videolara geri dönelim. “Suriye’deki Savaş Gerçeği” “Suriye Savaşı’nı Anlamak”.. Bunlar eski mevzular, modası geçmiş anlatımlar, ama yine de bir bakmak gerek. “Beş Dakikada Suriye Savaşı”, “Bir Dakikada Suriye’deki Savaşın Gerçek Nedeni”. Animasyonlar çok şık. Tasarımlarda acaba şablon mu kullanmışlar? Bu şablonları 20-30 dolara alabilirim aslında. Hatta kaligrafik bir şeyler de düşünebilirim. Yani bir-iki kelimeyi, seslerle beraber şekil bir fontla ekranda tutsam… Yok, gereksiz bir fikir sanki. Çok tasarım olsun istemiyorum. Gerçekmiş gibi dursun. Bir de After Effects’i iyi bilmek lazım bunun için.

Ama sesler yine de kullanılabilir. Yani ses kuşağında ayrı bir tarz düşünmek mümkün. Uçak seslerini, bombardıman seslerini, bağırış çağırışları toparlayıp, bunları başka bir görüntü üzerinden düşünmek gibi… Bu kesinlikle çarpıcı bir tarz olabilir, ama gergin sesler başka bir görüntüye düşmeli. Mesela sakin bir Avrupa kentinde meydanda yürüyen insanlar ve bu savaş sesleri. Klişe, ama çalışır. İyi planlarsam çok da şık durabilir. Oksimoron iyi kurgulanırsa, mevzuyu zekice tasarlanmış gibi gösterir. Bunu bir olasılık olarak tutalım bir yerde.

Bu youtube videolarını indirebiliyor muyuz acaba? Copyright var bunların hepsinde. Ama kadrajlarını kurguda bozsam, birkaç renk efekti falan atsam kim bilecek. Yine de indireyim bunları, bir yerde kalsın. İzleyiciyi savaş görüntüsüyle yormamak lazım. Ama bir şekilde de göstermeli bunları. Görüntülerin hızını artırsam, araya da reklam görüntüleri falan atsam savaş görsellerinden kitlesel sıkılmışlık halinin ifadesi gibi olur belki. Hem de böylece savaşı da dolaylayarak göstermiş olurum. Evet, bunu da not almalı.

Patlama sırasında kameraların titremesi iyi bir efekt gibi duruyor. Bunu kullanmalı, hatta titreyen sağa sola kayan koşturan kamera açıları da bulmalı. Sonra da bu açıları tepeden, havadan sabit açılarla karşılaştırmalı, çarpıştırmalı, sıralamalı… Aksiyon filmi gibi olmasın ama capcanlı olsun kurgunun akışı ölümleri, yıkımları gösterirken. Bakış açısı kırılmaları desem… Yani “siz izlerken, biz yaşarken” gibi olacak. Bu da bir yöntem kurguda, ama yeterli değil. Yakın planlar olmazsa çarpıcı olmayacak kurgunun akışı, yakın planlar bulmam lazım…

Politik mevzulara çok dalmamak gerek. Ülke ismi vermemek lazım. Şimdi “siz necisiniz” gibi şeyler sorarlar, göstermezler falan. Mevzu evrensel dedirtmem lazım. Yaşlıların bakışları dramatik oluyor. Yani yıkıntılarda zorlukla yürüyen yaşlı birinin yüz ifadesi mesela. Klişedir, ama iyidir. İnsanlık, uygarlık gibi soyut mevzulara kibarca küfredersem kimse üzerine alınmaz. Evet bunu da not etmeli.

Buldum! Klor gazı saldırısında öldürülen tavuklarını anlatıyor bir adam. Evet ya, ölen hayvanları göstermeli, yani bizim kavgamızda doğa elden gidiyor gibi. Palmira’daki antik eserlerin yıkılışı da olmalı. Ama bunların videosunda logoyu ekranın tam ortasına koymuşlar. Nasıl silicem bu logoyu, ya da silmeden mi göstersem… Olabilir, ama o zaman da… Off, özgün bişey olmıycak. Ekranı 8’e falan bölsem, sadece yıkıntının bir parçasını göstersem, belki o zaman logo kendisini çok belli etmez.

En iyisi yıkılmış şehirde gezenlerin kayıtlarını derlemek. Böylece Dziga Vertov’a da selam çakmış olurum. Yüzyıl öncesinin “Kameralı Adam”ının gezindiği şehir ile bugünün şehirlerinin yıkıntısında gezinen kadrajlar. Üzerine bir sürü dipnotlu laflar da edebilirim o zaman…

Bir cümlelik alıntı bulmak lazım filmin sonuna ya da başına. Kimden olsa acaba. Deleuze (ağır kaçar) Benjamin (çok kullandım) Marx (eskidi artık) Foucault (abartmamak gerek), Negri (olabilir, ama tek cümlede anlatamıyor hiç bir şeyi) Edward Said (okumadım, yine de bakmak gerek) İronik olsun, hüzünlü de olsun. Kafa da karıştırsın. Kim olabilir acaba… Google’dan çıkar bir şeyler kesin. Birileri listelemiştir böyle şekil cümleleri muhakkak.

Sıkıcı görünen uzun planlarda falan müzik kullansam da izleyici baymasa… Ama ud falan gibi yerel olmasın. Basit kaçar. Biraz ritmik bir akış mı kurgulasam acaba. Yani belli belirsiz atonel bir müzik. Sonra ani sessizlikler, silah sesleri arada gidip gelse… TV kayıtlarını da düşünmek gerek. Geçişlerde iyi olabilir. Eğlence programlarında “heyecandan öldüm, çok korktum” gibi kelimeler ayıklayıp koysam aralara… Şekil bir kurgu akışında anlatamadıklarımı, kaç kişi ölmüş, kaç kişi göç etmiş gibi teknik bilgileri de haber spikerine anlattırırım.

Eski filmleri de taramak gerek. Hatta kült filmleri düşünmeli. Mesela, “2001 Bir Uzay Macerası” yerinde “2017 Bir Suriye Macerası”. Şiddetin, kavganın insanlık tarihi ile olan bilmemnesini anlatmış olurum. Ama filmde maymunlar falan var. Yok, olmaz bu kesinlikle. Bu biraz fazla oldu, uymayacak. Unut gitsin. “Ulis’in Bakışı” olabilir aslında. Hem bir yolculuk hikayesi, hem de görüntü arayışı içinde yönetmen fonda Balkan Savaşı’nı anlatıyor. “Leyleğin Geciken Adımı” da olabilir. Kürtler çaresizlik içinde sınırlarda sıkışmışlar. Zaman algısını da kırmış olurum belki. Zamansız işler her zaman şekil durur. Siyah-beyaz filmlere de bakmalı. Arada şık durabilir, aman eklektik durmasın.

Ama ben bir şey çekmemiş oluyorum. Belki sokaklarda bir şeyler kaydedebilirim. Meydandaki Suriyeliler mesela, ya da pencereden dışarıya bakış, yani kendi konformist şeyimden duyduğum rahatsızlığı da anlatmış olurum. Yani “bir şey yapamıyoruz bu savaşı engellemek için, sadece izleyebiliyoruz, oysa savaşın izleri her yerde” gibi biraz çaresizlik serpmek gerek filmin akışına. Bunu da bir yere sokmalı kurguda.

Bir son lazım tüm bunlara. Yani bir yerde konuyu bağlamalıyım. Sınırda bitebilir mesela. Ama o zaman göçü nasıl anlatacağım? Ege Denizi’nde mi bitirsem? Dalgalarda batıp çıkan bir kuş mesela, üzerinde de sesler… Ses efektleri işe yarayabilir, gülen çocuklar falan… Ya da sahile vuran nesneler. Yok, olmaz. Sahile vurma mevzusu da artık çok klişe. Başka bir şey mi bulsam? Şimdilik dalgalar iyi. Belirsizlik gibi bir halde bitirmek, “izleyiciye filmi ve bu göçü kendi algısı ile tamamlamasına imkan tanımak istedim” vırt zırt diyerek bitirsem…

Adorno bir yerde Ausschwitz’den sonra sanatın anlamsızlığı üzerine bir şeyler yazmış. Amaan, o da öyle uzaktan yazmış habire. Benjamin’i kurtarsaymış ya öyle ahkam keseceğine. Yine de tam olarak ne dediğine bakmak lazım. Kesin Minima Moralia’dadır.

 

Parmaklarımdan büyük işler yapıyorum galiba. Ne gerek vardı ki kendi ütopyanı gördüklerine dayatmanın. Bak, aklındaki kirli mürekkep de akıyor ekrana. Bozuk pikselleri meyve bıçağı ile kesmeye çalışırsan, ekrana mürekkep akıtıp beyninden parmaklarına yayılan küflü maviliği izleyerek dalarsan olacağı buydu. Her yerde gereksiz bir yanık kokusu… Bir ekmek kızartma kokusu aklına gelmez. Kesin trajiktir tüm yanıklar senin için. Önünde yığılmış bozuk görüntüler, aklında maviyi bir yerlere sokuşturmak kalmış. Ya tamam zorlama işte, gökyüzü, deniz falan yap bişeyler…

Anlamı yoruyorsun. Topladığın görüntülerdeki herkes sana bıkkınlıkla bakıyor. “Ne yapacak şimdi yine, yine hangi şekle koyacak bizi. Bizi ekranda sabah akşam ağlatırken bizim şu an uyuduğumuzu biliyor mu?” “Hayır uyumuyorsunuz, uyumamanız lazım. Ekranın içinden çıkamazsınız, bir kere gözyaşlarınızı bıraktınız kayda. Artık onlar sizin değil. İstediğim yerde istediğim zaman ağlayacaksınız bundan sonra. Ama her birinde de bir anlam olacak merak etmeyin. Aralık imaj akışına göre, sizden önce ve sonra eğleşenleri kötülemek için ağlayacaksınız. Çok büyük bir misyonunuz var.”

Evet böyle bildik ve üstten konuşmak iyi, karaktere tereddütleri yansıtmamalı. Onlar da kim oluyormuş. İstersem silerim hepsini…

Yeniden başlayalım. Yıkılmış evinin önünde oturan amca, sana ekranda boyuna posuna göre şöyle şık bir anlatım lazım. Ekranda öyle donuk donuk bakmanın bir anlamı olmalı. Yani sana hayatın anlamını kurguda vahiyle bildireyim. Sen de ona göre bakmış ol ekrana. Faust’un yerinden ettiği yaşlı çift olsan. İyi rol bak. Şeytanlı falan… Yani sonunda öleceksin ama insanlık için bir anlamın olacak. Neden ağlamadın ki, yani gözlerin de dolmadı mı… Neyse sana geri döneceğim, yıkım mağazamızdan bir şeyler sana uygun olur elbet.

Zagrep’te demir tellerin arkasındaki aile. Demirler paslıysa daha şık. Evet paslı. Yüz göstermeyelim, ama tshirtler de çok anlamlı. Bir çocuğun tshirtinde James Dean resmi, demir tellerin ardından bana bakıyor. Heyecan yapmıyım ama şahane görüntü. Ya amca, şu çocuk kadar olamadın…

Gazetenin üstünde “mülteci yağıyor” başlığı. Yıkıntıların arasında rüzgardan sayfaları açılıyor. Gezinirken mi rastlayıp görsem, yoksa birden mi görsem. Uzun uzun mu çeksem, şöyle nefes alan bir gazete sayfası gibi inip kalksa. Olur ya her türlü, hemen ardından mülteci göstermemeli, ama iki ardından olur. Hatta iyi de olur.

Nusaybin’de kocaman bir çukur. Asfalt portakal kabuğu gibi açılmış. İçini çeksem mi, yok içini göstermeden, şu portakal kabuğunun duruşundaki kasvete takılmak daha iyi. Çukurun da dokusunu göstersem. Nusaybin’de Alice ve Tavşan Delikleri, ne kadar derin olduğu bilinmez. Yani böyle çokca anlam saçarsam nicelikten hallederim gibi. Nitelik düşmanıyız. “Bir akşam birden bire bin can çıkar dağlara” diyorsa Hasan Hüseyin, O’nun da buradaki nicelikten başı dönmüştür muhakkak.

Antep’te yıkılmış evin önünde mülteciler, oturmuş gülüyorlar bir şeye. Gülmeyin yaa. Söylesem mi, mutlu görünmeyin yıkıntılarda gülüşürken çok çirkin çıkıyosunuz diye uyarsam mı. Neyse biraz üzülmelerini bekliyim. İstanbul Fatih’te çocuklar çöpün içinde oynuyorlar. Çocuklar gülsün, onlara serbest… Gülen çocuk ağlayan çocuktan daha çok işe yarıyor kurguda. Hızlı bir geçişle Lice’den bir köyden görüntü. 92 senesi. Yakılmış evini izleyen çocuk çekirdek çitliyor. Çekirdek olmadı, tamam çocuksun, gülebilirsin ama…

Ya şöyle çektiğiniz acıları neden doya doya ağlayarak göstermiyosunuz? Hep ben mi sufle vermek zorundayım? Biraz da kendi kendinize üzülseniz olmaz mı? Mavi falan ekleyecektim arada, Derek Jarman’a kadar gidecektim. Ama şu çekirdeğinizden, gülüşmelerinizden bir türlü konsantre olamıyorum.

Suruç videosu, patlama anı. “Hepimize kolay gelsin yoldaşlar”

Ya, aslında ben bu işlerden pek anlamıyorum. Öylesine bakıyordum görüntülere. Özür dilerim gürültü yaptım, hepsini silicem birazdan…

Artıkİşler Kolektifi – Ocak 2018

(Scroll down for English)

İnder, elindeki Saadat Hasan Manto öyküsünün sayfalarını daha da büküyor, buruyor. Yüzünde profesyonel bir gülümseme. Karşısında, bu çöple kaplanmış sahilde ne aradığını tersleyerek soran Hindu tapınak görevlisinin aklını almaya çalışıyor. Adam bizi arkadaşlarını çağırmakla tehdit ediyor. Biri geliyor hatta. İnder son kozunu oynuyor. “Neden bu tür soruları evinde bir çay ısmarlayarak ve benimle arkadaş olmaya çalışarak sormuyorsun?” Adamı beklemediği yerden kavrıyor, parmakları Manto’nun buruşmuş hikâyesini daha da sarıyor, görünmez yapıyor.

Tapınak görevlisi İnder’in bu profesyonel arkadaşlık isteğine karşı koyamıyor, bizimle birlikte köyde yürüyor. Çocukları Kanada’da yaşıyormuş. Bizden “yabancı olduğumuz için” rahatsız olmuş. Ayrıca burası da büyük şirketlerin göz koyduğu yerlermiş. Yani neden çöp çekiyor olabiliriz ki? Belki de şirketlerin görevlendirdiği insanlarız. Ama sahil burası, hemen yanımızda kriket oynayan gençler, cep telefonlarında bu sahilin onlarca kaydı var. Onlar başka, biz başkayız. Hem ben de hiç konuşmuyorum. Yüzümdeki hiç bir şeyi anlamıyor görünen sırıtmaya güvenmeye çalışıyorum. Tapınağın orada adam bizim artık bir şey çekmeyeceğimize ikna olmuş gibi yaparak bizden ayrılıyor. İnder’in yüzündeki profesyonel gülümseme hızla kayboluyor. Azcık kaygı, çokça rahatlama, şu mahalleyi bi bitirsek…

Başa dönelim. Bir lağım çukurunda süzülerek su yüzüne çıkacak Manto’nun hikayesi (1)… Hindistan – Pakistan sınırında sıkışanlara yapılan milliyetçilik eziyeti sonucunda öldürülen bir köpek. Adı Jhun Jhun ya da Shun Shun… İsim vermezsen köpeği sahiplenemezsin. Köpeği sahiplenemezsen, ona tasma takmazsan, böyle birlik ve beraberlik günlerinde ne olduğu belirsiz bu köpeği öldürmen gerekebilir.  Hayır öldürmek değil, itlaf… Teknik terimler, ne yaparsan yap her zaman ellere ameliyat eldiveni taktırıyor. “Etkisiz hale getirilenler” gibi. Rene Girard demiş bir yerde, öldürme güdüsü aslında hepimizde var diye. Öldürdükçe insanlık kendi varlığını güvenceye alıyormuş. Ya da kendimizdeki öldürme hevesini meşrulaştırıyoruz böyle diyerek. İnsandan umudu kesmek mi gerekiyor, gerekiyor sanki…

Sahile gitmek için balık pazarının içinden geçmemiz gerekecek. Tezgâhların arkasında yüzleri neşeyle ışıldayan kadınlar parmaklarıyla balıkların iç organlarını ve gözlerini ustaca çıkarıyorlar. Turistik gülümseyişimiz tüm tezgahı kapatacak kadar cömert görünüyor. Peki, sana iğrenç gelen nedir tam olarak? Neden şimdi miden kalkıyor? Karaköy’deki palabıyıklı balıkçı adamların floresan tuttukları titreşen balıkları görmüş olsaydın miden coşkuyla yerine oturur mu? Neyse işimize bakalım, balık pazarından çıkıp insan hırsının hayvanların canına nasıl mal olduğunu anlatmalıyız.

Hayali savaş cephemizdeyiz. Buradaki çöp dağı Hindistan olsun, şuradaki çöp dağı da Pakistan… Hemen arkamızdaki çöp sahili de gerçekliğin Bombay çöplüğü. Arada gezinen köpekler, kargalar ve insanlar… Bugünün şehirlerinin en verimli tarlaları çöplükleri her sabah ekiyoruz, birkaç saat içinde de hasadı yapılıyor. Endüstrileşen her yerin çöpleri her gün hasat bekleyen verimli tarlalar, şehir büyüdükçe tarlalardaki verim metan gazı ile birlikte fışkırıyor. Hepimizi her gün doğrudan ya da dolaylı besliyor. Beslenmeyi reddedersek ve toplamazsak da, bize kızacak, kokusuyla zehirleyecek bizi bu çöp yığını. Burada felsefe yapmak da aklımızı doyuracak. Çöp üzerine kurulabilecek her metafor kafamızı tütsüleyecek. “Çevrecilik, günümüz dünyasının yeni afyonu” diye buyurmuş Zizek bir yerde. Gel de bunu tapınak görevlisine anlat da telefonla başka arkadaşlarını da çağırsın, sana afyonu tattırsın.

Hikayeye dönmeye çalış. İnsanların sınır belirlediği yerde yürüyen köpek önce Hindistan askeri tarafından Jhun Jhun diye isimlendiriyor. Bir gün sonra da Pakistan askeri aynı köpeğe ShunShun ismini veriyor. Ama köpek “köpeklik” yapmıyor. Köpeğe onur ve saygı verirken onu insanlaştırmak gerekiyor ki, insanların “köpekleştiği” anları anlayabilelim. Kime laf ettiğimiz, kimi aşağıladığımız belli değil gibi…

Elias Canetti bir cümlede çözüyor bu karmaşayı. “Bir hayvana 30 saniyeden fazla bakınca onu insanlaştırıyoruz.” Bu köpeğin canı sıkılmış olmalı, böyle etrafa amaçsızca bakınıyor. Galiba sahibini özlemiş. Yoksa yemeğini sevmedi mi?

Manto’nun hikâyesine dönelim. Köpek; can sıkıntısı, amaçsızlık, özlemek, sahip, sevmek eylemleri ve isimleri ile var olmadığı için iki düşman askerin işbirliği ile öldürülüyor. Biz de çöplükler içinde dolaşan köpekler arasında JhunShun’u arıyoruz. İnder her iki düşman askeri de oynayacak, aynı zamanda Jhun Jhun ve Shun Shun olacak. İnsan olmanın zalimliğini köpek olmanın onuru ile dengeleyecek sanki. Zalimlik ve onur arasında giderken konu yine biz oluyoruz. Yine köpeği rahat bırakmıyoruz. Çöplerin arasında uyuyan köpeği uyandırıyoruz, biraz geriniyor. Yavaşça aramızdan uzaklaşıyor. Köpeğe faydamız yok. Köpekten faydalandığımız belli, çöp gibi… Köpekle kendimizi Girard’ın güdülerinden uzak tuttuğumuz da aşikar bu durumda. Manto köpeği rahat bırakıyor onu insana özgü eziyet metotları ile aklında öldürürken. Biz henüz rahat bırakamadık. Köpek bakmıyor kameraya, ama bisküviye tepki verdi hikâyedeki gibi… Bize de birkaç saniye baktı sonunda. Başladığımız yere geri dönüyoruz. Manto’nun hikâyesini toplumların bilinçaltının geldiği kanalizasyona atıp oradan yeniden çıkaracağız senaryo gereği. Çıkarttık, ıslak kâğıttaki Jhun Jhun ve Shun Shun mürekkebi akıyor arıza estetiğinde. Uzaktan beyaz pantolonlu, beyaz gömlekli bir adam geliyor. Karşıdaki tapınakta çalışıyor. Kamerayı usulca çantaya koyuyorum. Turistiz biz, Bombay’da çöplükler de turistik bir eğlence ne de olsa… Önce kibarca, sonra birden asabileşerek bizim neden çöpleri çektiğimizi soruyor. Elimizdeki Saadat Hasan Manto hikayesini görmese iyi olacak… Bu topraklardan zorla göç ettirilmiş, 60 sene öncesinin arıza bir yazarı ne de olsa Manto. İnder hikayeyi avucunda sıkıştırıyor.

Burada geri döndüremedikleri çöplerden kurtulmak için onları ya yakıyorlar ya da üzerini toprakla örtüyorlar. Şehirde her gün yanık plastik kokuyor. Çöpün zehirli gizemi boğaz yakıyor, göz yaşartıyor. Balıkçı köyünden çıkarken Saadat Hasan Manto’ya, John Berger el uzatıyor… “Düşmandan çok hatadan nefret edilir, Kral. Hatalar düşmanlar gibi teslim olmazlar. Mağlup edilmiş bir hata yoktur. Hata ya vardır ya da yoktur, varsa da üzerinin örtülmesi gerekir. Biz onların hatasıyız, Kral. Bunu asla unutma.” (2)

  1. Saadat Hasan Manto – Tithwal’deki Köpek
  2. John Berger – Kral: Bir Sokak Hikayesi

Artıkişler Kolektifi – Mart 2018

***********

Innervoices 4 – JhunShun

İnder wrinkles the pages of Saadat Hasan Manto’s story more and more in his hand. He has a professional smile in his face now. He tries to cast a spell over the man from the Hindu temple, who asks angrly about what the hell we are doing in this shore filled with garbage. He threatens us by calling his friends. Even one of them comes near us. Inder plays his last trump. “Why don’t you ask these questions while offering me a tea in your home and trying to be a friend with me?” He grasps the mind of that man unexpectedly, and his fingers cover the wrinkled pages of story more, make them invisible.

The man working in the Hindu temple can’t resist İnder’s offer to be friend. So, he starts to walk with us in the village. He says that his children are living in Canada. He got anxious, because we are here foreigners. According to him, here is a place where big companies are trying to gentrify. So, why we are shooting the garbage? This is a suspicious situation. We could be the agents of those big compainies. But here is a beach and the kids are playing cricket. They have many video recordings of this shore too. They are from here, we are different. Besides, I never speak. I just have a stupid smile in my face which makes me look that I don’t understand anything about what is going on. I trust in my stupid smile. The man, working in the temple, looks satisfied that we no longer record anything at the shore. Inder’s professional smile suddenly disappears. He is a bit worried, but mostly relaxed now. We should get out of this district as soon as possible…

Let’s start from the beginning. The story of Manto (1) is supposed to emerge from a septic tank… It’s a story of a dog who killed because of a nationalism torture at the border between India and Pakistan. Her/his name is Jhun Jhun or Shun Shun. If you don’t name the dog, you can’t own her/him.  If you can’t own and put a collar to her/him, you should kill this unknown threat in these “days of unity” No, not killing… Let’s say exterminate. You can wear surgical gloves while using those techical terms like “neutralizing”. Once Rene Girard stated that we all have the instict of killing. Humanity confronts itself with the instict of killing. Or we try to justify our instincts by saying that. Maybe we should despair from humanity. Shall we?

We have to pass from the fishmarket to reach to the shore. The faces of women behind the counters shine happily while they are extracting the eyes and internal organs of the fishes. Our touristic smiles seem to very generous while watching them. So what is disguisting for me, and why? Why I feel about to vomit? Maybe my stomach would get calm happily if I would see pulsing poor and wet fishes under the flouresant lambs next to the fishermen with handlebar moustache in İstanbul? Anyway, let’s return back to our business and get out from the fishmarket. We should tell the story about the greed of humanity and how it costs the lives of animals.

Now we are in our imaginary war zone. This mountain of garbage could be India, and another one could be Pakistan. And there is the garbage of reality just behind us, and also dogs, crows, people wandering around. Garbages are the most fertile lands of today’s cities. We are cultivating and harvesting them every day. Actually the garbages are waiting to be harvested. If we won’t, the coal gas will erupt to this industrial city. Garbages are feeding us every day directly or indirectly. If we resist to be feeded, garbages will get angry and poison us with their gas. Even the philosophy of garbage is feeding our minds. Every metaphore about the garbage will smoke our brain. “Enviromentalism is the new ophium of today’s world” commanded Zizek in somewhere. Come here Zizek, you should tell this to the Hindu temple worker and his friends. They would make you taste the ophium.

Try to go back to the story… The dog is passing by from a place, where people call it as “border”. He is named as “Jhun Jhun” by an Indian soldier. After  a while, he is named as “Shun Shun” by a Pakistani soldier. But the dog does not cringle. We should “humanize” the dog to create respect and honour. So, we can understand what “cringling” means. I guess it is not clear, who are we ciriticising, or humiliating?

Once, Elias Canetti solved this confusion. “You are humanising any animal as long as you are watching her/him” That dog should get bored, she/he is purposelessly looking around. I think she/he is missing her/his owner. Or maybe she/he didn’t like this food?

The dog is killed with the collaboration of two enemy soldiers, because the dog still doesn’t reckognize the meaning of the words like boredom, purposelessness, missing, owner and love. We are searching for Jhun Shun among the dogs while walking around the garbages. Inder is going to perform both of the enemy soldiers. He is also going to be Jhun Jhun and Shun Shun. Maybe, he is going to equilise the cruelity of humanity with the honour of the dog. Again the topic is us, while we are moving between cruelity and honour. Still we are disturbing the dog. We make the dog awake. She/he is yawning, and slowly moving away from us. We are not helping the dog. We are benefiting from the existence of the dog. Like the garbage… It’s evident that we are trying to be away from Girard’s instict of killing with the help of the dog. Manto let the dog free as he kills her/him with the “human behaviour” in the story. We are not at that level yet. The dog does not look at the camera, but she/he reacts to the biscuit, juts like the story. Finally she/he looks at us for a while.

Now, we return back to the point where we started. The story of Manto supposed to emerge from the subconsciousness of society, where we are thinking that this must be a septic tank. We take the pages of the story from the tank. The ink of Jhun Jhun and Shun Shun is leaking with the aesthetic of failure. A man, wearing a white tshirt and trousers is approaching to us. He is working in the temple just opposite of the shore. I slowly put the camera back to the bag. We supposed to be a tourist, the garbages of Mumbai can be considered as a touristic fun… The man starts to his talk politely. Then he gets angry and asks us why we are recording the garbage. Better he should not see the story of Manto in our hands. Manto was forced to migrate from these lands 60 years ago, and he is another aesthetic failure of today. Inder compressed the story in his hands secretly.

Here, people either burn or bury the garbage which were not recycled yet. The city smells burned plastic every day. The mystical poison of the garbage burns our throat, filled our eyes with tears. While we are going out of the village, John Berger gives a hand to Saadat Hasan Manto: “A mistake, King, is hated more than enemy. Mistakes don’t surrender, as enemies do. There is no such thing as “defeated mistake.” Mistakes either exist, or they don’t. And if they do, they have to be covered over. And we are their mistake, King. Never forget that…” (2)

1. Saadat Hasan Manto – Dog of Tithwal

2. John Berger – King, A Street Story

Artıkişler Collective – March 2018