Bir süre önce Akdeniz’de Libya ile İtalya arasındaki alanda yine yeni bir trajedi yaşandı. Libya açıklarında batan iki tekneden yüzlerce kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Sonraki günlerde bir Türk gemisinin Akdeniz’de kurtardığı onlarca Afrikalının hangi ülkeye teslim edileceği yine sorun oldu. Bu olaylar tekrar dünya kamuoyunun dikkatini Akdeniz’deki bu “ölümcül yolculuklara” çekti. Ortada öyle ciddi ve dramatik bir tablo var ki, bir zaman unutulur gibi olsalar da yeni bir dramla konu hemen tekrar gündemimize giriyor: Fortress Europe isimli bir araştırma merkezinin tüm Akdeniz havzasındaki basından derleyerek hazırladığı rakamlara göre 1994 yılından 1998 yılı sonuna kadar Akdeniz’de 9.801 insan, AB sınırlarında 13.761 kişi yaşamını yitirdi. Aynı dönemde Ege Denizinde kaybolan ve hayatlarından umut kesilen insanların sayısı ise 1.066.
Geçtiğimiz günlerde Tahsin İŞBİLEN’in yönetmenliğini yaptığı “Asya Minör Yeniden” isimli film TRT’nin belgesel film yarışmasında ikincilik ödülünü aldı. Bu belgesel film İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşist orduların Yunanistan anakarası ve adaları işgali üzerine Anadoluya kaçan Yunanlıların ve onların Anadoluda karşılanışlarının hikayesini anlatıyordu. Çok değil, o tarihlerden ancak yirmi yıl kadar önce “denize dökülen” Yunan Ordusu ve sonrasında “mübadele” ile gönderilen Rumlardan bir kısmı Anadoluya geri dönmüştü. Bu şekilde kaçan ve sayıları 60.000 den fazla olduğu tahmin edilen Yunanlılar adalarda çok ciddi bir şekilde baş gösteren açlıktan kurtulmak, Mısır’da kurulan sürgün hükümetine veya ana karadaki direniş hareketine katılabilmek için küçük teknelerle, kayıklarla ve hatta birbirine bağlanmış bidonlarla Türkiye’nin Ege kıyılarına çıktılar. Yirmi yıl kadar önceki savaşın acısı Anadolu’da henüz çok taze olmasına rağmen “hemen hemen hiç” kötü muameleye maruz kalmadılar. Savaşın taraflarından biri olmasa da savaşın neden olduğu sıkıntılardan bazıları Türkiye’de de kendini göstermekteydi. Anadolu’da da ciddi bir gıda sıkıntısı yaşanıyor ve mesela ekmek karne ile dağıtılıyordu. Buna rağmen Ege’nin diğer yakasından gelen bu beklenmeyen misafirler ile yiyecekler paylaşıldı. İşte tüm bunlar bu filmde o tarihte tüm bu süreci yaşamış olan Kostas Demerci’nin dilinden çok güzel bir şekilde anlatılmış.
Bu tarihten önceki “mübadelede” ise asırlarca aynı topraklarda yan yana yaşamış ama sonradan sınırların ayrılması ile Yunanistan içinde kalmış Müslümanlar ile Türkiye içinde kalmış Hristiyanların yer değiştirmesinin hazin hikayelerini biliyoruz. Öyle ki, nerede bir Yunanlı ile tanışsanız illa ki Anadolu’dan gelmiş bir akrabası var, bugün Ege’de yaşayan birçok kişinin akrabalarının Yunanistan karası veya adalarından gelmiş olduğu gibi. Birgün geri dönebilmek ümidiyle mallarını güvendikleri bir Müslüman veya Yahudiye emanet edip İzmir’den Pire’ye geçen Rebetlerin meydana getirdiği ve Costas Ferris’in ölümsüz eseri sinemayla dünyaya seslenen Rembetiko müziği hep o birlikte yaşanmış günlerin kültürü üzerinden gelişti. 12 Eylül askeri darbesi ve sonrasında ise Ege’de göç yolları rotası Anadolu’dan Yunanistan istikametine doğru olarak değişti. Darbenin neden olduğu insan hakları ihlalleri o kadar yoğundu ki sonraki süreç içinde onbinlerce insan Yunanistan adaları üzerinden Avrupa’ya iltica başvurularında bulunmak zorunda kaldı.
Son yıllarda ise Ege Denizi ve iki yakasındaki iki ülke özellikle kendi ülke vatandaşı olmayan Asya, Afrika ve hatta Uzak Doğu ülkelerinden gelen kişilerin göç ve iltica yolculuklarına sahne oluyor. Somali ve Sudan’da yaşanan iç savaşlardan tutun, Afganistan ve Irak işgallerinden, İran ve Suriye’deki rejimlerden, Sri Lanka’daki Tamil Bölgesinden kaçan onbinlerce insan güvenli bir yer arayışında bu coğrafyada hareket halinde. Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesine koymuş olduğu coğrafi sınırlama gereği Asya ve Afrika ülkesinden gelenleri mülteci prosedürüne sokmaması, var olan sığınmacı prosedürüne erişimin zor, eriştikten sonra da sürecin işleyişinin çok sancılı olmasından ötürü bu hareket halinde olan nüfusun büyük çoğunluğu Türkiye’ye başvuru yapmamakta. Önemli sayıda göçmen ve mülteci kendilerini Avrupa’ya götürme konusunda anlaşılmış ve buna göre paraları verilmiş olmasına rağmen Avrupa karasularına giremediklerinden kendilerini Ege’nin kıyılarına veya İstanbul’a bırakılmış bulabiliyorlar.
Türkiye’yi transit ülke olarak kullanan bu asıl ana akım nüfus Yunan adalarına doğru ölümü göze alan çok riskli yolculuklara çıkmakta, bu uğurda kendilerini insan kaçakçılarının insafına terk etmektedirler. Bu ölümcül yolculuğun sonucunda derme çatma tekne veya lastik botları kullanan kişiler ya deniz kazalarında ölmekte, ya bir ülkenin kolluk kuvvetlerince yakalanmaktadırlar. Hareketin doğudan batıya doğru olduğu göz önüne alınırsa; Türkiye, insan kaçakçılığı ile etkin mücadele etmediği suçlamasıyla eleştirilere maruz kalmamak için, Yunanistan ise ülkeye daha fazla “istenmeyen yabancı” sokmamak için sınırlarda çok ciddi fiziki tedbirler almış durumda. Öyle ki, Yunanistan sınırını artık sadece Yunan askerler korumamakta, “Frontex” denilen bir Avrupa gücü bu sınırların aynı zamanda “Kale Avrupa”nın sınırları olması nedeniyle fiilen korumaktadırlar. Kale Avrupa’nın etrafına sürekli ördüğü “hukuki duvarlar” ise büyük bir hızla inşa edilmeye devam etmekte.
Tüm bu karmaşa içinde hava ve deniz şartlarından ötürü ölmemiş ve bir şekilde Ege’yi geçerek Yunan karasularında lastik botlar içinde “yakalanmış” göçmen ve/ya mülteciler hukuki olmayan şekillerde ve çoğu zaman hayati bir risk oluşturarak uluslararası sulara veya Türk karasularına sınırdışı edilebiliyorlar. Türk tarafında ise yakalandıklarında onları çoğu zaman hiç de iyi olmayan şartlarda ve oldukça uzun süreli “misafirhanelerde” misafirperverlik geleneklerimize hiç de uygun olmayan sınırdışı edilme süreci bekliyor. Öyle ki, her iki ülkedeki bu gözetim altı şartları insan olan herkesin yüreğini sızlatıyor. Türk tarafında yakalandıktan sonra iltica prosedürüne erişiminin önünde çok büyük önyargı dağları var, bunu gerçekleştirebilmek oldukça zor. Yunanistan tarafında ise iltica başvurusunu kayda geçirebilmek yine oldukça güç olduğu gibi, iltica başvurusu alınanların kabul edilme oranı binlik kesirler içinde ifade ediliyor. Yani Yunanistan’da prosedüre girmiş olup da mülteci olarak kabul edilme ihtimali sıfıra yakın. Bu nedenle Anayasa gereği belli bir süre içinde sınırdışı edilemeyen göçmen ve mülteciler serbest bırakıldıklarından itibaren daha batı veya kuzey bir ülkeye gidebilmek için beklemeye ve uygun bir fırsat kollamaya başlıyorlar. Bu bekleme süreci de yine parası olmayan bu insanlar için çok gayri insani koşullarda gerçekleşiyor.
İşte tam da bu iç karartıcı tabloda her iki ülkedeki hukuki ve idari kötü işleyişe, bundan da önemlisi bu kötü gidişe genel kamuoyunun sessiz kalışına duyulan ciddi bir rahatsızlık söz konusu. Bu olumsuz tablodan rahatsız olan ve bunu kabul edilemez bulan her iki ülkedeki değişik mesleklere sahip bir grup göçmen ve mülteci hakları savunucusu Ağustos 2008’de bir araya geldi ve bu alandaki yoğun ihlallere dikkat çekmek, buradaki dram hakkındaki farkındalığı arttırmak üzere bir “grup” oluşturmaya karar verdi. Grup kendini her iki dilde aynı anlama gelen kayık / kayiki ismini verdi. İşte bu grubun Ağustos 2008 tarihinden itibaren beraberce oluşturmaya çalıştığı bir kampanya hazırlığı vardı ve kampanya nihayet 28 Şubat 2008 tarihinde “hepimiz aynı kayıktayız” sloganı ve İzmir, Atina, Sakız adası ve Midilli adasında eşzamanlı etkinlikler ile başladı. Grup içinde bulunan Bilgi Üniversitesinden Ethem Özgüven’in başında olduğu bir grubun özenli ve harika çalışması ile kampanyanın görselliği hazırlandı. Akdeniz etrafında konuşulan 8 ayrı dilde birçok kartpostallar hazırlandı ve bunlar basıldı. 7 ayrı dilde ise 45 sn lik tanıtım filmleri hazırlandı. Tüm bunları kampanya için oluşturulan http://www.kayiki.net/ adresinden görebilmek mümkün. Kampanya kapsamında her iki ülkede önümüzdeki süreçte birçok etkinlik düzenlenecek.
Evet, her iki ülkenin gündemi bugünlerde farklı konulara yoğunlaşmış ise de yukarıda anlatılan ve aslında güncelliğini hiç yitirmeyen bu insanlık açısından karamsar tabloda insana dair bir yüze, insani bir duyarlılığa, insandan yana bir duruşa ihtiyaç duyduğumuz çok açık. Umarız kayik/i hareketi ve kampanyası bize umduğumuz bu ideale kavuşma sürecinde önemli fırsatlar bağışlayacaktır. Bu zor idealde lehine çalıştığımız “insan” ve muhatabımız da “insan” olduğuna göre ortada aslında başarılamayacak bir durum yok. Her iki ülke halkının hem misafir eden hem de misafir edilen olarak çok ciddi bir göç ve iltica tarihi ve dolayısıyla deneyimi var. Günümüz Ege’sindeki dramı kavrama ve bu dramla dayanışma gösterme konusunda her iki ülke halkının üstüne düşen insani duyarlılığı göstereceğine inanıyoruz. Çünkü kampanyanın her yerde tekrarladığı bilgi çok basit ve çok açık, insan olan kim bu çağrıya karşı kayıtsız kalabilirki: “Kendi ülkelerindeki hak ihlallerinden, savaşlardan, açlıktan ve zulümden kaçan insanlar çok tehlikeli ve sonu belirsiz bir yolculuğa çıkarlar. Onlar güvenli olduğunu varsaydıkları coğrafyaya giden bu acılı yolda ülkelerini, bütün ekonomik birikimlerini ve sevdiklerini arkada bırakırlar. Belleklerini, onurlarını ve haklarını değil. Göç ve iltica suç değildir. Hepimiz aynı kayıktayız”.
Not: Bu yazının kısa hali 26 Nisan 2009 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanmıştır