BM açıklamasına göre, Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanan 18 kişi, Irak tarafına sınırdışı edilmek üzere sınır boyundaki Dicle kıyısına getirilmiş. Nehri yüzerek geçmeye zorlanan ‘kaçak’lardan dördü boğularak ölmüş…
Türkiye’den Yunanistan’a ulaşmaya çalışırken Ege’de boğulan esmer derili ‘kaçakların’ hikâyesi arada bir kulağımıza çalınır.
Hazin hikâyedir ama bizden uzak dünyanın içimizi daraltan hallerinden biridir işte. Birkaç saat sonra unutmaya hazır olduğumuzu bilerek dinleriz. Ege’de boğulmak ne de olsa ‘kaçaklığın’ kuralından sayılır. Gazeteler 35 ‘mülteci’ boğuldu diye yazar. O gün dikkatimize gelen bilmem kaç can sıkıcı rakamdan biridir. Kaybolmuş 35 hayatın bizim kıyıda kalan izlerini sürmek aklımıza gelmez. Oysa Ege’de boğulanların hayaleti bu ülkede dolaşıyor. Bu hayalet geçen hafta Habur’da ortaya çıktı.
BM Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Cenevre’deki merkezinden yapılan yazılı açıklamaya göre, 23 Nisan günü Türkiye devleti güvenlik güçleri daha önce Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanan 18 kişiyi, hukuksuz kayıtsız Irak tarafına sınırdışı etmek üzere Habur (Şırnak) yakınlarında, sınır boyundaki Dicle nehrinin kıyısına getirmiş. 18 ‘kaçak’, hayatları pahasına nehri yüzerek geçmeye zorlanmış; dördü şiddetli akıntıya kapılarak boğulmuş ve hayatlarını kaybetmiş. Açıklamada, ölen dört kişiden birinin BMMYK Türkiye Ofisi tarafından uluslararası hukuka göre “mülteci” olarak tanınmış bir Iranlı olduğu, ayrıca nehri geçmeye zorlanan 18 kişi arasında aynı durumda dört BMMYK tescilli “mülteci” daha bulunduğu söyleniyor. Bu kişilerin BMMYK’nın çabalarına rağmen hayatlarına kasteden bir biçimde ve hukuksuz olarak sınırdışı edildikleri anlaşılıyor. Devletliler şimdilik sessiz. Tıpkı Nijeryalı sığınmacı Festus Okey’in İstanbul’un göbeğinde, bir emniyet binasının beşinci katında polis kurşunuyla öldürülmesinden sonra olduğu gibi.
‘Kaçakların’ hukuku var mı?
Aslında Dicle’ye atılan 18 insanın “mülteci”, göçmen ya da ‘kaçak’tan sayılması önemsiz. Ortada devlet eliyle kastedilen 14, kaybedilen dört hayat var. Hikâye tanıdık; bir yanda devletin kitaplarda yazan hukuku, bir yanda Festus Okey’i vuranlar, Şemdinli’de suçüstü yakalananlar, Hrant Dink’in katledilmesini uzaktan izleyenler. Devletliler yine sessiz. Sessizliğin iktidarına güvenleri tam. Bir yanda devletin hukuku, bir yanda (eğer işler ayyuka çıkarsa) bize hep ‘münferit’ oldukları söylenen, haylaz ya da meczup devlet görevlileri. Bu sessizliği kırmak gerek; devletin şiddetine rızası olmayan yurttaşların şiddete karşı hukuk talep etmesi gerek. “Mülteci” durumunda bulunan kişilerin zulüm görme riski olan yerlere geri gönderilmemesi temel bir uluslararası hukuk kaidesi. “Mülteci” olsun olmasın, herhangi bir gerekçeyle sınırdışı edilmesine karar verilen kişilerin başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve güvencelerinin gözetilmesi, hem ulusal kanunlar hem de Türkiye’nin uluslararası insan hakları yükümlülüklerinden gelen yasal bir zorunluluk. Sınırdışı uygulamaları, ancak yasal ve resmi prosedürler dahilinde, yargı denetimi güvencesi altında kayıtlı olarak gerçekleştirildiğinde meşru ve hukuki kabul edilebilir. BMMYK’nın ifşa ettiği olay yalnızca bir insanlık sefaletine işaret etmiyor, aynı zamanda ağır bir hak ihlali. Ancak son dönemde Türkiye devletinin hukuksuz sınırdışı uygulamalarındaki kaygı verici artış gözönüne alındığında, bu olayın şaşırtıcı olduğunu söylemek maalesef mümkün değil.
İstenmeyen misafirler
Uluslararası hukuka göre zulüm ve savaştan dolayı ülkelerini terk etmek zorunda kalmış kişiler “mülteci” kabul ediliyor. Devletler kendilerinden sığınma talep eden “mülteci” durumunda kişilere birtakım temel güvenceler sağlamakla mükellef. Türkiye’de sığınma başvurusunda bulunmak isteyen yabancılar BMMYK ve İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen bir prosedüre tabi. Ama esasen Türkiye dünyanın savaş ve yoksulluk yaşanan bölgeleriyle güvenli, müreffeh Avrupa ülkeleri arasında bir geçiş ülkesi. Her yıl yüzbinlerce ‘kaçağın’ Türkiye’den geçtiği tahmin ediliyor; kimi savaş ve zulümden kaçıyor, kimi yoksulluktan. Kaçabilmek de bir talih meselesi; her yıl on binlercesi sınır boylarında, büyük kentlerde, ülkeye ‘kaçak’ olarak girerken ya da çıkarken yakalanıyor.
Türkiye devleti yakaladığı ‘kaçakları’ “Yabancılar Misafirhanesi” denen tutulma yerlerine kapatıyor. Ama tutulanların maruz kaldığı koşullar ve muameleye bakılırsa, onlar “İstenmeyen Misafirler”. Emniyet, sınırdışı edebildiklerini ya kendi ülkelerine, ya da resmi veya gayriresmi yollardan İran, Irak gibi yol üstündeki bir komşu ülkeye yollamanın çarelerini arıyor. Türkiye’nin iltica mevzuatına bakarsanız, Habur’da Dicle’ye atılan 18 insan gibi ‘kaçarken’ yakalanan kişilerin sığınma başvurusunda bulunma hakları var. Ama pratikte, yakalandıktan sonra “mültecilik” iddiasında bulunanların sığınma prosedürüne erişimi sistematik olarak engelleniyor. Hatta bazen bu son olayda olduğu gibi “mültecilik” hali BMMYK nezdinde tescil olmuş sığınmacılar bile, mülteci hukuku ilkeleri hiçe sayılarak sınırdışı ediliyor.
Habur’da görünen neyin hayaleti?
BMMYK’nın geçen Cuma yaptığı açıklamanın ertesi günü, Hürriyet gazetesinde konuyla ilgili bir haber çıktı. Gazetenin internet versiyonuna bakınca yorumlarını bahşeden okuyucuların haberi hiç beğenmedikleri anlaşılıyor. Yalnız beğenmedikleri kısım, dört kişinin Dicle’de devlet eliyle boğulması değil. “Yunanistan, kaçakları Ege’de boğarken BM neredeydi?” diyorlar. BMMYK son dönemde Yunanistan devletine yönelik eleştirilerinin dozunu iyice artırmış durumda ama mesele bu değil. Onlar boğunca iyiydi de, biz boğunca mı günah oldu diyenlerin bu ülkede azınlık olduklarını söylemek mümkün mü? Çok iyi bildiğimiz bir iç ses bu. Örneğin 1915’te katledilenler için yeri geldiğinde bıyık altından küçük adam kurnazı bir tebessümle “onlar da kaşınmasaydı” buyuran, Pippa Bacca bu ülkede kimseyi şaşırtmayan bir erkek şiddetine hedef olunca ancak “hay Allah, dünyaya rezil olduk” diyebilen, bu toplumun vicdanındaki boşlukta yankılanan, aynı kendinden memnun iç ses.
Dört insan, zulümden ya da yoksulluktan kaçırdıkları hayatlarını silah zoruyla Dicle sularına teslim etti. Dört ‘kaçağın’ nefeslerinin teslim alınmasına bu devletin görevlileri nezaret etti. Sorumlular yine bu devletin hukuku önünde hesap vermezse, bu hayalet başımızda kol gezmeye, sadece ‘kaçaklara’ değil makbul yurttaşlar uyurken ‘sözde yurttaşlara’ da kötü oyunlar oynamaya devam edecek. ‘Kaçakları’ koruyamazsak, yeterince Türk, yeterince erkek, yeterince vatansever sayılmadığı için ‘yerliliği’ tartışılan yurttaşları, ötekileştirilirken güçsüzleştirilen, bedenleri şiddete açık hale getirilen ‘içimizdeki yabancıları’ da koruyamayız.
OKTAY DURUKAN: Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Programı
1. ‘İstenmeyen Misafirler: Türkiye’de ‘Yabancılar Misafirhaneleri’nde Tutulan Mülteciler’ raporu, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Nisan 2008.
KAYNAK: Bu Haber 04.05.2008 Tarihli Radikal Gazetesinden Alınmıştır.
WEB: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=8280
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.