İstanbul EDP Milletvekili Ufuk Uras kaçak göçmenlerin sorunlarını ele almak için sınır boylarında yaptıkları incelemeyi yazdı…
Avrupa Birliği’nin gardiyanı gibi, Schengen kapısının bekçiliğinin Türkiye’ye bırakılmasının tuhaflığı ortada…
Seçimlere az bir zaman kala, kaçak göçmenlerin sorunlarının, seçmen statüsünde olmadıklarından, gündemin öncelikli konuları arasında yer almadığını biliyorum.
Buna rağmen, Avrupa Parlamentosu-Türkiye Karma Grup Başkanı Yeşiller milletvekili Helene Flautre, sınır boylarında inceleme çalışmasına eşlik etmemi önerince hemen kabul ettim.
Daha önce de Kumkapı Misafirhanesi’ni ve Ümraniye’deki Çeçen kampını birlikte ziyaret etmiştik. Çeçen göçmenlerin sorunları ile ilgili verdiğim soru önergesine yanıt alamamıştım. Verilmeyen her yanıtın, aslında açık bir yanıt olduğunu biliyorum. Sözün bittiği konuların yanıtı da olmuyor.
Göç kelimesinin Latincesi “migrare”, ağrı anlamına geliyor. Herhalde bu nedenle herkes baş ağrısı olarak görüyor bu konuyu. Türkiye, Çin ve Hindistan’dan sonra dünyada göç veren 3. ülke konumunda.
Mahmur kampı gibi ziyaret ettiğim özgün yerleşimleri ise ayrı bir kalemde ele almak gerekiyor.
Edirne’de Vali ve kamu otoriteleri, brifing verirken kaçak göçmen sayısında azalmaya işaret ediyorlar. Tabii bu rakamlar sınırdan başarılı kaçak geçiş yapanları içermiyor. Le Monde temsilcisi Guillaume Perrier denizden geçiş yapan bir aileyle Yunanistan’da daha yeni röportaj yaptığını söylüyor.
Sorunun ekonomik, siyasi arka planına ilişkin kalıcı adımlar atılmadıkça sonuçlar üzerinde etkili olunmayacağı konusunda herkes hemfikir: “Herhalde siz de çözümün sosyalizmde olduğunu düşünüyorsunuz,” dediğimde, bunu bir espri olarak kabul etti yetkililer. Halbuki yakın zamana kadar AB’de iç sınırların kalkması hayal bile edilemiyordu. Jules Vernes okuduğum yaşlardan beri hayallerim var ve umarım hep olur.
AB’nin adeta gardiyanı gibi, Schengen kapısının bekçiliğinin Türkiye’ye bırakılmasının tuhaflığı ortada. AB’nin katkısı ve çabası olmaksızın başa çıkılacak bir mesele değil. Tunca’da misafirhane adı verilen kampı/nezarethaneyi dolaştığımızda insanî sorunları açıkça görüyoruz. Kalanların yaşadıkları travma ve depresyon gözlerinden okunuyor. Üniformalı birini görünce çığlık atmaya başlayan bir Rus askeri, 14 yaşında bir çocuk, şişelere tasarım yapan bir İranlı, hepsi birarada.
Pazarkule kapısında sınır gözetleme kulelerinden bakılınca, sınırların yarattığı yabancılaşmayı hepimiz hissediyoruz. Fiziki bir engel yok, açık arazi, ama karşı tarafta mayın döşendiğini, şimdi de 12.5 km. çit ya da duvar inşa edileceğini biliyoruz. Yeni Gazze/Berlin duvarı karşımızda inşayı bekliyor.
Kapıkule girişinde de alınan önlemler kaçak geçişleri azaltmış. Araçlar x-ray cihazından geçerken tırlara saklanan kaçaklar ortaya çıkıyor, ama hastanelerdeki röntgen cihazlarının 6 katı radyasyona tabi kaldıkları ihmal edilebiliyor.
Yunanistan sınırını geçince “komşu” da bizi sıcak karşılıyor ve burada da Evros bölgesi, Soufli’de, Frontex (AB sınır güvenliği birimi) ve Yunan yetkililer brifing veriyor ve ardından kampı/nezarethaneyi ziyaret ediyoruz. Türkiye’den Yunanistan hapishanelerini ziyaret eden ilk vekil olduğumu söylüyorlar. Bir tür AB denetimi gibi algılandığından, her iki tarafta da önceden temizlik falan yapıldığını içerdekiler bize anlatıyor.
Her iki kesimde de, başta Libya ve Suriye olmak üzere Ortadoğudaki gelişmelerden sonra göç dalgasının artabileceği kaygısı var.
Sınırtanımayan doktorlardan Apostolos Veizis çalışmalarıyla ilgili çok kıymetli bir dosya sunuyor bize. Kaçak göçmenlerin koşullarının düzeltilmesi konusunda duyarlılar. Costa Gavras’ın kaçak göçmen sorununu işlediği, “Cennet Batıda” filmi gibi çalışmaların kamuoyunun dikkatini çekmedeki önemine işaret ediyorum onlara.
Hapishanede kalanların hepsi Türkiye’den geçiş yapmışlar. Ortalama 1 ay içerde kaldıkları söyleniyor. Kimliksiz olanlar, ki çoğu öyle, Türkiye’de genellikle Filistinli, Yunanistan’da da Cezayirli olduklarını deklare ediyorlar, sempati ile karşılanacaklarını umarak. İçerisi soğuk, havasız ve tıkış tıkış. Helene Flautre, Türkiye’deki nezarethane koşullarının daha iyi olduğunu söylüyor. Burada günde bir sandviç verilip, dışarı çıkma yasağı varken, Edirne’de 3 öğün yemek ve 1 saat açık alana çıkış imkânı var.
Nehirden geçerken donarak, boğularak ölen insanları, sünnetli olup olmadığına göre tasnif ettiklerini söylüyor Yunanlı otoriteler. Kadınlarda buldukları bir yöntem yok. Dağları tepeleri aşıp, her tarafın ormanla kaplı olduğu bir yerde gömüldükleri alana gidiyoruz. Etrafı çitle kapalı, mezarlık olduğunu bilmesek anlayamayacağımız tümseklerden ibaret. İlk defin 1989’da yapılmış. Buranın seçilmesinin nedeni, yakında bir Müslüman köyü ve imamın olması. Evruz adlı köyün minaresini uzaktan görüyoruz. İmam geldiğimizi duyunca köylülerle koşarak geliyor. Onlarla merhabalaşıp, kucaklaşıp sohbete koyuluyoruz. İslam’da mermer ya da taş koymak gibi bir mezarlık usulünün olmadığını anlatıyor. Hastanenin morgundan aldıkları insanların kimlikleri bulunmadığından, numaraya göre gömdüklerini söylüyorlar. Sorunlarını dinliyoruz. Sadece defin işlemlerini yaptıklarını, nezarethanelerdekilerle bir ilişkilerinin olmadığını söylüyorlar. Kendisini Yunanistan atadığı için Türkiye tarafının tepki gösterdiğini vurguluyor imam Mehmet Şerif. Bizde de durumun çok farklı olmadığını anlatıyorum. Ben ona “Süphanallah”ın anlamını, o da bana tespihin neden 33 tane olduğunu soruyor, karşılıklı aldığımız yanıtlardan tatmin olup şakalaşıyoruz. Ayrılırken imama Süleymaniye tespihimi hediye ediyorum.
Aklımız arkada, memlekete geri dönüyoruz. Edirne’de Tatavla şenlikleri sürüyor. Ülkenin dört bir tarafından gelen coşkulu yurttaşlarla beraber olunca, üstümüze çöken kasvet biraz dağılıyor.
Geride bıraktıklarımızın yüzleri, numaraları, sahte isimleri, yürekleri, çocukları, aileleri var, ama kimlikleri, yurtları yok; onlar yurttaş ya da seçmen değiller. Kimliksizlerin, tutunamayanların, bi-mekanların çığlığını hepimizin dikkatine sunuyorum. Onlara ayıracak bir dakikamız var mı?
Ufuk Uras
İstanbul EDP Milletvekili
Kaynak: Demokrat Haber
Yorum yazabilmek için oturum açmanız gerekir.